• "eğer bir ateist olmasaydım, insanları bazı kuru laflara bakarak yargılayan bir tanrı yerine, yaşamlarındaki samimiyete bakarak yargılayan bir tanrıya inanırdım. bence o, sürekli olarak "tanrı, tanrı, tanrı" diye konuşan ve yaptığı her iş "yanlış, yanlış, yanlış" olan bir tv ilahiyatçısı yerine, dürüst ve samimi bir ateisti tercih ederdi."

    sözünün sahibi, çocukluğumun kahramanı, hayal gücümün tasarımcısı büyük insan.
  • "aklın, sokrates'ten bu yana, yobazlık ve hurafeye karşı açtığı savaş henüz kazanılmış değildir."

    isaac asimov
  • ilk okumamdan 27 yıl sonra "çelik mağaralar" (the caves of steel) kitabına yeniden başladım. hakkını teslim etmem gerek, asimov muazzam bir yazar, düşünür ve bilim insanı. erken dönem eserlerinde bile devrimci bir zihni varmış. iyi ki yazmış.

    çok önemli bir çalışma olan asimov eserleri kataloğunu incelerken yazarın düşünce gücüne ve evrensel kavrayışına bir kez daha hayret ettim.

    (milyonlarca insanın yaşadığı memleketimizde, neden bizim yazarlarımız, şairlerimiz için de benzeri bir çalışma yapılmıyor diye üzülmemek elde değil.)

    kataloğun başında yayın tarihine göre bilim kurgu romanları (soldaki sayı, asimov'un bütün eserleri içindeki sıralamasını gösteriyor) bulunuyor, burada bulunsun, meraklısına yol göstersin:

    1 pebble ın the sky, 1950
    3 the stars, like dust, 1951
    4 foundation, 1951
    5 david starr, space ranger, 1952
    6 foundation and empire, 1952
    7 the currents of space, 1952
    9 second foundation, 1953
    10 lucky starr and the pirates of the asteroids, 1953
    11 the caves of steel, 1954
    12 lucky starr and the oceans of venus, 1954
    15 the end of eternity, 1955
    17 lucky starr and the big sun of mercury, 1956
    20 the naked sun, 1957
    21 lucky starr and the moons of jupiter, 1957
    26 lucky starr and the rings of saturn, 1958
    67 fantastic voyage, 1966
    121 the gods themselves, 1972
    262 foundation's edge, 1982
    278 norby, the mixed-up robot, 1983
    281 the robots of dawn, 1983
    298 norby's other secret, 1984
    318 norby and the lost princess, 1985
    328 robots and empire, 1985
    333 norby and the ınvaders, 1985
    349 foundation and earth, 1986
    351 norby and the queen's necklace, 1986
    364 norby finds a villain, 1987
    365 fantastic voyage ıı*, 1987
    379 prelude to foundation, 1988
    404 norby down to earth, 1988
    429 nemesis, 1989
    437 norby and yobo's great adventure, 1989
    445 norby and the oldest dragon, 1990
    456 nightfall, 1990

    (...)
  • illa ki "okunması" gereken bir yazardır asimov.

    "asimov ve ben" faslına gelecek olursak,

    "saros semalarında uçan daire görecem diye geceler boyu gözümü arşa diktim. anneannem çocukluğunda uçan daire görmüş. erzurum'da. yani gördüğü şeyin uçan bir şey olduğu kesin. ayrıca bu uçan şey "ölee renkler içinde döndü gittiii.." şeklinde anlatıldığı için hafızada yer etmiş. bunu anlatan anneannem doksan yaşını geçmiş bir kadın. çocukluğu?.. erzurum?.. hani o zamanda ölee renkli ışıkla, uçan şeyler? diye gayet bilimsel çıkarımlar eşliğinde düşünüldüğünde, durum ilginç oluyor haliyle.

    anne, gece saat dokuz itibariyle televizyon izleme moduna girdiği için, bahçe ve yıldızları bana kalıyor. zaten ben bu yıldızlara baka baka, uçan daire görmüş bir kadının torunu olarak fizik sınavı öncesi asimov okuya okuya bu hallere geldim. bir hayalim var: ben de bir gün torunuma "ölee renkler içinde döndü gitti.." demek istiyorum. ailede hatırı sayılır miktarda çatlak var, arada kaynar giderim nolacak?"

    uzun zamandır vefa borcumu ödemek istiyordum. çünkü fizik derslerinden ikmalsiz geçtim hep. bir de, hayal kurmayı ve hayalleri yazmayı seviyorsam, asimov benden önce yaşadığı ve yazdığı içindir. (ancak bu hayal faslında tek gerçek aşkım douglas adams'ın yeri yurdu bi başkadır. özellikle belirtmek isterim, çünkü öte alemde buluştuğumuzda mahcup olmak istemem) hakikaten ben asimov okuyarak büyüdüm. ve büyüdükçe, büyürken anladım ki, isaac asimov sadece beni değil, bütün dünya'yı etkilemiş. onun kurguladığı gelecek, "geleceğimiz" olacak sanki.

    bu yazı hiçbir araştırmaya dayanmıyor. bunu özellikle belirtmek istiyorum. yani hayat hikayesi anlatayım, eserlerini tanıtayım diye bi derdim yok. gel-git kafamın izin verdiği ölçüde, belleğimin ve izanımın yardımıyla aklıma eseni yazacağım bu fasılda. tıpkı onun gibi. şimdi ilk aklıma gelen bu oldu. asimov sanki, bir yerden başlardı anlatmaya sonra başladığı yeri unuturdu. o sözler dolanır durur, uzun uzun açıklamalara, elmayı her açıdan göstermelere ve hatta lezzetini bile tarif etmelere dönüşürdü. yav ne söleyeceksen söyle be adam diye çok dellendiğimi hatırlıyorum. çünkü merak ettirmeyi başarırdı. uzamasın, hemen ne olduğunu söylesin isterdim ben de. zamanla anladım ki, onun hikayeleri de romanları da birer kurgu şaheseri.

    bi ton kısa ya da uzun öykü yazmış. hemen hepsini okudum. hatta böyle hap gibi çok kolay okunup anlaşılabilecek bilim kitaplarını da okudum. asimov sadece yazar değil, bilim adamıydı aynı zamanda. o bakımdan, yazdıkları da kayda değerdi haliyle. ama yazdığı her şey bir yana, robot ve vakıf serileri diğer bi yana! hatta her yere, her zamana. bu seriler yazılalı neredeyse yarım yüz yıl olmuş. o kadar yıl geçmiş üstünden, matrix dahil o kadar bilimkurgu yapıtı yazılmış, çizilmiş, çekilmiş, oynanmış, izlenmiş. hatta zamanında bilimkurgu romanlarında kurgulanan teknoloji ile yapılmış bunlar. ama bence bir asimov daha çıkmamış. yani sanki söylenebilecek her şeyi asimov zaten söylemiş.

    tamam adam kahin değil elbette. hatta düşünemediği, hayal edemediği çok önemli bir şey var. bilgisayarların ufalıp da cebimize girebileceğini aklının ucundan bile geçirmemiş. onun devasa bilgisayarı, neredeyse bir şehir büyüklüğündeki :multivac! her bi şeyi yapıyor multivac, ama hakikaten inanılmaz büyüklükte bir bilgisayar. androidlerin babası, bunu düşünememiş işte. ayrıca, günümüzdeki haliyle interneti de kurguladığını sanmıyorum. ancak bir tür msn'i (hem de üç boyutlu görüntüleri, hologramları, konferans sistemleriyle) gayet başarılı kurgulanmış.

    robot serisi herkesin malumudur. "ben, robot" denilince yok duymadım diyeni çıkmaz sanırım. bir de o meşhur üç robot kuralını. kesinlikle iddia ediyorum ki, bir gün seri halde bu dünyada robot üretmeye başladıklarında, bu kuralların aynısı, ya da çok benzerleri o robotların mikro bilmem nerelerine kazınacak. robot faslını vakıf serisine bağlamak istiyorum. bence asıl ilginç hadise buradan başlıyor çünkü.

    ama önce çok önem verdiğim bir şeyden söz etmeliyim. susan calvin ve ne yazık ki şimdi adını unuttuğum bir başka roman kahramanı kadın. susan calvin robotları "robot" yapan bilim insanı. ve diğer kadın da, "sıçramayı" buluyor. yani hiper uzayda bir noktadan, çok ama çok uzaktaki başka bi noktaya bir "an"da gitmenin yolunu. öyle önemli bir buluş ki bu, sayesinde insan evladı galaksiye yayılabiliyor. çünkü artık o muazzam mesafeler sorun olmaktan çıkıyor.

    işte asimov, insanlığın gidişatını kökünden değiştirecek bu iki buluşu, kadınlara yaptırıyor. çok mu önemli bu? evet, hakikaten çok önemli. o kadar önemli ki, üzerine tek söz söylemek bile istemiyorum.

    robot daneel olivaw...

    r.daneel, bir android. insan benzeri bir robot. hatta birebir insan gibi, insandan asla ayırt edilemeyen bir robot. ve bu robot, o uzun vakıf serisinin, serinin öncü romanlarının birinde "telepat" oluyor. düşünceleri okuyor ve daha da önemlisi, düşünceleri etkileyip değiştirebiliyor. nice kuşak insan ölüp giderken, uygarlıklar kurulup yıkılırken, binlerce yıl ayakta kalmayı başarıyor. gün geliyor, kendine "insanlığı selamete erdirme" misyonu yüklüyor.

    ama bir engeli var: robot yasaları! "bir robot bir insana zarar veremez..." diye başlayan meşhur yasalar. bir insanın düşüncelerini değiştirmek, kafasıyla oynamak o insana bir şekilde zarar vermektir elbette. ama r.daneel, yasalardaki "insan" tanımını, "insanlık" ile değiştiriyor. yani diyor ki özet olarak: "insanlık" önemlidir.

    hatta asimov diyor ki, en sonunda: "yaşam" önemlidir. her organizma birbirinden haberdar olsun, dinlesin birbirini, duysun, anlasın ve gerçekten "birlikte" yaşasın. vakıf sersinin bir yerinde ortaya çıkan ve insanlığın geleceği için tercih edilen gaia gezegeninin yapısı budur. insan, hayvan, bitki, su, taş toprak, hatta hava bile birbirini dinler, hisseder, duyar. koskoca gezegen, aslında tek bir organizmadır! işte insanlığın geleceği de bu yolda ilerlemelidir. ve galaksinin o dönüp duran sarmal kollarını, evrende ilerleyişini düşünür, tıpkı o tek gezegen gibi olmasını ister, bütün galaksinin.

    onlarca yılın kurgusudur vakıf serisi. şimdi böyle anlatılmaz ki. sadece şunu söyleyebilirim, tıpkı robotların sahne almaya başlaması gibi, tıpkı dünya nüfusunun artıp da alt alta üst üste yaşayacağımız günlerin çok yakın olması gibi, kaynaklarımızın kuruyacağı ve sentetik besinlerle besleneceğimiz gibi, dünya yörüngesinde dönen uzay şehirleri gibi. vs.. vs.. haa en önemlisi "çelik mağaralar" gibi. asimov'un hemen her kurgusu gerçekleşme yolunda. bu adam bunları yarım yüz yıl önce yazdı. tıpkı çok daha önce ilk nükleer denizaltını kurgulayan jules verne gibi. nautilus! hani ilk nükleer denizaltına ismini veren "kurgu" gibi.

    her şey bir yana, ama gerçekten tüm romanları, tüm öngörüleri, tüm kurguları bir yana.. sadece bir kısa öyküsü için asimov "iyi bi şeydir" !

    dünya'da parçaları üretilen ve birleştirilip kullanılsınlar diye görev yerlerine gönderilen robotlar vardır. bu robotlar dünya yörüngesinde dönüp duran bir uzay istasyonuna gönderilirler. orada da robotlar vardır bütün işleri gören. bir tür araştırma uydusudur aslında bu istasyon. gelen parçaları yine robotlar birleştirir. arada bir insanlar uğrayıp, onları kontrol ederler ve araştırma sonuçlarını alırlar. işte burada "yaşama başlayan" robotların "tanrı nedir?" tartışması üzerine kuruludur bu kısa öykü. okumak lazım;)

    asimov'u okumak lazım,

    her satırını.
  • * bilimsel çalışmalarda insanı en çok heyecanlandıran şey, ‘buldum, buldum’ cümlesi değil, ‘allah allah, burada çok saçma (komik, tuhaf vs.) bir şey görüyorum’ cümlesidir.

    * doktora savunmasında genellikle iki tip davranış şekli görülür. bunlardan birincisi, aşırı hallerde sizi ‘adınız nedir?’ dahil olmak üzere hiçbir soruya yanıt veremeyecek konuma getiren felç pozisyonudur. diğeri ise, aşırı hallerde sizin, ‘adınız nedir?’ sorusuna katıla katıla gülerek cevap vermenize neden olacak histeri durumudur.
    benim bunlardan ikinci gruba dahil olacağım belliydi. daha içeri girerken gülüyordum

    * hayat, satrancın aksine şahmattan sonra da devam eder.

    * düzgün okunduğunda, incil ateizm için en büyük güçtür.

    * insanlar dünyanın düz olduğuna inandıkları zamanlarda haksızdılar. dünyanın küre şeklinde olduğunu düşündüklerinde de haksızdılar. fakat eğer dünyanın küre şeklinde olduğuna inanmanın, düz olduğuna inanmak kadar yanlış olduğunu düşünüyorsanız, sizin bakış açınız, bu ikisinin toplamından daha yanlıştır.

    * evren içindeki maddelere kıyasla öyle muazzamdır ki, tek bir kum tanesini barındıran, yirmi mil uzunluğunda, yirmi mil eninde ve yirmi mil yüksekliğinde bir binayla kıyaslanabilir.

    * bilgisayarlardan değil, onların eksikliğinden korkuyorum.

    * benim için yazmak, basitçe parmaklarımın arasında düşünmek.

    * hayat zevkli, ölüm huzurludur. sıkıntılı olan aradaki geçiştir.

    * her şeyi bildiğini düşünen insanlar, içimizde gerçekten herşeyi bilenler için büyük sıkıntı kaynaklarıdır.

    * nefes almakla aynı sebep yüzünden yazıyorum; yapmasaydım ölürdüm.

    * doğru olanı yaparken, ahlaki hislerinizin yolunuza çıkmasına hiçbir zaman izin vermeyin.

    * doktor bana 6 dakikalık ömrümün kaldığını söyleseydi, biraz daha hızlı yazardım.

    * dünyadaki her ülke, yapılacak tüm savaşlarda, savaşı kaybeden tarafın generalinin hemen infaz edilmesini kararlaştırsın. o zaman bir savaş çıkması ihtimali doğduğu vakit iki tarafın askeri kanadı da, generaller savaşı kaybetmeyi göze alamadıklarından, savaşa henüz hazır olmadıklarını söyleyeceklerdir.

    * kralların oyunu satranç oyunların kralı briç’tir.

    * bireysel bilimkurgu öyküleri, günümüzün eleştirmenleri ve filozoflarına göre önemsiz gözükebilir- fakat bilimkurgunun çekirdeği, özü, kurtuluşumuz için hayati bir önem taşır, eğer bir gün kurtulacaksak..

    * aklın, sokrates’ten bu yana, yobazlık ve hurafeye karşı açtığı savaş henüz kazanılmış değildir.

    * hayat, satrancın aksine şahmattan sonra da devam eder.

    * güçlü bir siyasi, ekonomik, dini ya da sosyal kuruma isyan etmek oldukça tahlikelidir ve bir gruba üye olmadıkları sürece, çok az kişi bunu yapabilir. buna rağmen bilimsel kurumlara isyan etmek yapılabilecek en kolay şeydir. herkes bunu yaparak, en ufak bir risk almaksızın, kendini oldukça cesur hissedebilir.

    * briç masasında kaç farklı eşleşme yapılabileceğini, belli şartlar altında bir haritanın tamamlanması için kaç renk gerekeceğini, bir filin satranç tahtasında kaç farklı yol izleyebileceğini veya belli bir yolun izlenmesi şartıyla bir kentten diğerine en kısa nasıl gidilebileceğini kim gerçekten umursar? ama işte, matematik umursar ve hep umursamıştır.

    * matematikçiler pek çok seferinde ellerinde kimsenin işine yaramayacağı, kimsenin matematiksel hazzı bölecek ölçüde burun sokmaya değer görmeyeceği, önemsiz problemler bulunduğunu sanmışlardır. derken birisi çıkar ve bu zırvanın telefonlarda geçiş kapasitelerini arttıracağını veya atom altı parçacıklarının davranışlarını açıklamaya yarayacağını buluverir. matematikçiler o andan itibaren yeni bir sığınak aramaya koyulurlar.

    * eğer bir ateist olmasaydım, insanları bazı kuru laflara bakarak yargılayan bir tanrı yerine, yaşamlarındaki samimiyete bakarak yargılayan bir tanrıya inanırdım. bence o, sürekli olarak “tanrı, tanrı, tanrı” diye konuşan ve yaptığı her iş “yanlış, yanlış, yanlış” olan bir tv ilahiyatçısı yerine, dürüst ve samimi bir ateisti tercih ederdi.
  • "belki de mutluluk şudur: başka bir yerde olmanız, başka bir şey yapmanız, başka biri olmanız gerekirdi duygusuna kapılmamak." demiştir.
  • ilk "sanal tanrılar"ı kurgulayan yazardır.

    dünya'dan biraz daha büyük bir gezegende sadece birkaç yüz insanın yaşadığını düşünün. evet, bunlar bildiğiniz insan işte. binlerce yıl sonrasından söz ediyorum tabii. bir "asimov" öyküsü anlatacam, dinler misin sözlük? bu öykü, belki de insan soyunun sonunu anlatıyordur, kim bilir. bence kaale almakta fayda var.

    gezegenin adı solaria. insan evladının evinden ayrılıp da galaksiye yayılmaya başladığı çağlarda yerleştiği ilk 50 gezegenden, sonuncusu. o yüzden, çok daha sorunsuz ve bir bakıma "elit" bir yerleşim olmuş. yani, zaten çok az sayıda insan gitmiş bu gezegene. ama, tıpkı diğer gezegenlere olduğu gibi ona da yanlarında sayıları yüz binleri bulan robot orduları götürmüşler. ordu dediğime bakma, bomboş gezegenler bunlar. ortada insana ciddi zarar verecek bir şey yok. olanı da, gezegene insan ayağı değmeden hallediliyor zaten.

    koskoca gezegene rahat rahat yerleşmişler, ve mümkün olduğu kadar birbirlerini görmemeye çalışmışlar. kulağa çok saçma geliyor değil mi? ama şöyle düşünelim bir de, şu an bile bi sorsan insanlara, büyük bir çoğunluğu "çekip gitmek istiyorum" der. kalabalıklardan kaçar, şehirden kaçar, medeniyetten bile kaçar bazen. işte solaria'ya giden insanlar da bu "kaçan" insanlar. devirlerinin en asosyal, en insan ve etkinlik kaçkını tipleri.

    ancak bu insanlar çok uzun yıllar sonunda öyle bir hale geliyorlar ki, kendi eşlerini bile mecbur kaldıkça ve, dokunmaktan neredeyse utanç duyarak görüyorlar. yüzlerce yıldan söz ediyorum ama. yani zaten sosyal yaşam özürlü insanların, kaça kaça geldikleri en son sığınaktan söz ediyorum. bu öyle bir yer ki, sonunda, en sonunda bu insanları çift cinsiyetli yapıyor. ayrıntıları uzun ve sıkıcı, anlatmaya gerek yok. sonuç olarak, üstün bir teknolojinin ve muazzam robot desteğinin yardımıyla, çocuklarını bile ekranlardan izleyerek büyütüyorlar.

    dadı robotlar var, öğretmen robotlar var, her tür robot var. bağda bahçede çalışanı, devasa malikanelerde çalışanı, fabrikalarda çalışanı, güvenlikte vs. vs. her yer robot kaynıyor, ama insan, toplasan bin bilmem kaç tane. bildiğin tane hesabı yaşama, milyonlarca zeki robot.

    ve bu insanlar, birbirleri için "sanal" olarak varlar. sadece ses ve görüntü olarak varlar.

    ve çok ilginç bi şey söyleyeyim, o ilk yerleşilen 49 gezegende kurulan medeniyetler bir bir yıkılırken, yerleşenler, 300 yıla çıkardıkları dertsiz tasasız ve mikropsuz hayatlarında sıkıntıdan patlayarak yok olurken, geriye sadece solaria kalıyor. sadece solaria'da yaşam bitmiyor, hatta, dünya'nın bile unutulduğu çok uzun yılların sonunda, galaksiye yayılan insan ırkının soyunun devamı için bir tür "kurtarıcı" oluyorlar. aslında içlerinden sadece biri oluyor, bir çocuk. tüm umutların simgesi olan: çocuk.

    solaria halkını kurtaran soyutlanmış olmaları mı acaba? sadece kendilerine ve robotlarına gerçek, ama kalan her şeye sanal olmaları mı? yalnız kalmak istemeleri mi? ne garip değil mi, mutlak yalnızlık isteyen ve bunu en uç noktada başaran insanların kalıcı olmaları? sana da garip, olağanüstü ve çok etkileyici gelmiyor mu sözlük?

    hadi itiraf edelim, sanki biraz tanrı gibiler değil mi? soyut, dokunulmaz ve ziyadesiyle yaratıcı!

    ve belki de insan evladının sanalı bu kadar sevmesinin nedeni, tanrı'ya benzemek istemesidir. onun yalnızlığına, tekliğine ve tek bir "dokunuşla" var ya da yok edebilmesine özenmesidir. kendine "kullar" (bildiğin robot, misal "asimo". ne berbat bi isim seçimi!) yaratmak istemesinin nedeni de budur belki, kim bilir? ve yarattığı bu kullara kendi özelliklerinden bahşetmesinin nedeni de.
    zeka ve ona dair her şey.
  • (bkz: bilimkurgu) yazari.. robot muhabbetini cok yapmi$tir.. (bkz: 3 robot yasasi) ile taninir.
  • bildiğim kadarıyla türkçe'ye çevrilmemiş "cult of ignorance" yazısını, amatör hallerimle çevirmeye uğraşmıştım. el emeği göz nuru (hataları şeyapınız lütfen);

    "basın özgürlüğüyle ilgili şu eski argümanı tekrardan tartışmaya açmak zor; “amerika’nın bilme hakkı!” bugün şu masum soruyu sormak bile kötü görünüyor; “amerika’nın bilme hakkı, ama neyi? bilim? matematik? ekonomi? yabancı diller?”
    hiçbiri değil elbette. aslında, genel kanıya göre, amerikalılar bu saçmalıklar olmadan çok daha iyiler.
    birleşik devletler’de bir cehalet kültü var, her zaman vardı. entelektüelizm karşıtlığı, demokrasinin hatalı “benim cehaletim senin bilginle eşit derecede iyidir.” tanımıyla beslenerek politik ve kültürel hayata hep bir tehdit oluşturdu.
    politikacılar shakespeare ya da milton’ın dilini mümkün olduğunca dilbilgisinden yoksun bir şekilde konuşarak, “okumuş adamlar” olduklarını seçmenlerinden gizlemeye çalıştılar. böylelikle, adlai stevenson, konuşmalarından bilgiyi ve dilbilgisini çıkardığında, amerikan seçmenlerin, ingilizce’yi tamamen kendi istediği biçimde konuşan bir adaya koştuklarını gördü.
    george wallace, konuşmalarında, rakiplerinden birine “sivri zekalı profesör” dediğinde sivri zekalı dinleyicilerinin alkışlarıyla desteklendi.
    moda sözcük: bugünlerde gericilerin yeni bir sloganı var; “uzmanlara güvenmeyin!” on yıl önce bu slogan daha farklıydı; “30 yaşın üstünde kimseye güvenmeyin!” ancak sloganın sahipleri, zamanla bu kendilerinin de bu yaşa geleceklerini anladıklarında, aynı hataya tekrardan düşmemeye karar verdiler. “uzmanlara güvenmeyin!” sözü çok daha güvenliydi. ne zaman, ne de bilgi, bu insanları herhangi bir konuda uzmana dönüştüremeyecekti.
    ayrıca bilgiye, yetkinliğe, öğrenmeye ve yeteneğe değer verenler için yeni moda bir sözcüğümüz var; “elitist.” şimdiye kadar bir şekilde popüler olmuş sözcüklerin en komiği bu; çünkü entelektüel elitin dışındaki insanlar “elitist”in ne oluğunu ya da nasıl kullanılacağını bilmiyorlar. birine “elitist” diye haykırıldığında, o kişinin okumuş olduğu için suçluluk duyması gerektiğini anlıyoruz.
    pekala, şu samimi sorumu unutalım. amerika’nın bilme hakkı bu tarz elitist konuları kapsamıyor. bu hak daha çok “neler oluyor?” sorusu etrafında şekilleniyor. mahkemelerde, kongrede, beyaz saray’da, sanayi kurullarında, işçi sendikalarında neler oluyor?
    kesinlıkle katılıyorum. ancak, insanlara bütün bunları nasıl bildireceksiniz?
    bize özgür basın ve bağımsız, korkusuz birkaç gazeteci verin, biz de insanlara bildirelim.
    tabi okuyabilirlerse!
    görünüşe göre, “okumak”, daha önce bahsettiğim elitist eylemlerden biri. uzmanlara ve sivri zekalı profesörlere güvenmeyen amerikan halkı okumuyor ya da okuyamıyor.
    elbette ortalama amerikalı okunaklı bir el yazısına ve spor manşetlerini okuma yeteneğine sahip. ancak elitist olmayan amerikalılar bin kelimelik makaleleri okuma zahmetine girecekler mi?
    dahası, durum giderek kötüleşiyor. okullardaki okuma dereceleri düzenli olarak düşüyor. imla hatalarıyla dolu trafik tabelaları (“avaş git”, “ark asaktır”) yerlerini sivri zekalı profesörlerden biri olmayan sürücüler için, minik, resimlerle kaplanıyor.
    yine, televizyon reklamlarındaki yazılara bakın; yüksek eğitimli tabakanın dışındakilerin de olan biteni anlaması için, yazıların tamamı yüksek sesle okunuyor.
    durum böyleyse, amerikalılar bilme hakkını tam olarak nereden alıyor? belirli yayıncılar halkı bilgilendirmek için özenle çalışıyor, ama kendinize sorun, kaç kişi bunları gerçekten okuyor?
    200 milyon amerikan vatandaşı, (gerçek isimlerini kullanıp komşularının önünde onları utandırmayacağınıza söz verirseniz) hayatının bir döneminde okula gittiğini ve okuma yazma bildiğini itiraf edecektir. ancak, en düzgün süreli yayınlar bile yarım milyonluk baskıyı büyük başarı sayıyorlar. sebebine gelince; amerikan vatandaşlarının yüzde birlik, belki de daha az kısmı öğrenme haklarından faydalanıyor. tabi, bu yaptıklarıyla elitist olmakla suçlanıyorlar.
    bu kadar cahil bir toplumda “amerika’nın bilme hakkı” sloganının tamamen anlamsız olduğunu, kimsenin okumadığı bir yerde basın özgürlüğünün hiçbir şeye yaramadığını düşünüyorum.
    peki bu konuda ne yapacağız?
    öncelikle kendimize soracağız; cehalet gerçekten bu kadar güzel mi? “elitizm”i kınamak mantıklı bir iş mi?
    normal bir beyni olan her insanın oldukça çok şey öğrenebileceğine ve bir “entelektüel” olabileceğine inanıyorum. toplum olarak öğrenmeyi, bilgiyi onaylamalı ve ödüllendirmemiz gerektiğine inanıyorum.
    hepimiz entelektüel elitin bir parçası olabiliriz ve ancak o zaman “amerika’nın bilme hakkı” düzgün bir demokrası konseptiyle bir anlam ifade edebilir."
  • "in life, unlike chess, the game continues after checkmate." isaac asimov

    "hayat, satrancın aksine şahmattan sonra da devam eder."

    ya da

    "satrancın aksine, hayat oyunu şahmattan sonra da devam eder."
hesabın var mı? giriş yap