• tanımam etmem, hayatımda ilk defa yakınen bu gece bir basketbol sahasında gördüm. ortak bi tanıdık vasıtasıyla tanıştırılma talihsizliği yaşadım. daha tokalaşırken bütün laubaliliği paçalarından akan bir tavır sergilemesinin akabinde davranışına şaşıp nasıl bir bakış attıysam "oha bu beni sevmedi, ben döverim lan bunu hohohoho?" dedi.

    gatorade içmiştir dedik alttan aldık, sevdiğimiz bir arkadaşın arkadaşıdır dedik sustuk. annem gördüğünde "itici bu" diyip kanalı değiştirmekte ne kadar da haklıymış diye içimizden konuştuk. gatorade içmiş olmasa direk dikembe mutombo gibi bloklanası takılası tavırlar içindeydi. bu yüzden kendisinden bilmemkaç yaş küçük olmama rağmen ömründe görmediği alttan alma ve olgunluk tarafımdan gösterilmiştir.

    daha sonra gelip "neden bana uyuz oldun neden beni sevmedin ohohoho -lan-?" diye bir soru yöneltti, kendisinin hiç mütevazi olmadığını, göründüğü gibi olmadığını söyledim tanışma şeklini garip bulduğumu belirttim. "eee neaaapcan lebraaam??" dedi. ben de şakayla karışık "ekşiye yazcam" dedim. yapacağımdan da değil, gülüp geçse, "mütevazi olmayan kişi" falan yazılırdı en fazla. fakat o andan itibaren "yapmazsan lebron james'sin orda benim 10 tane hesabım var, seni bulurum(tehditkar burada nickini bulurum demek istiyor) ve amına koyarım hepiniz anca orda oturup millete ikili sıkıştırma yapın amına koduklarım"dedi. bunu söylerken de aynı anda küfür etmeyi yeni öğrenmiş bebeler gibi "loser, lame ,garbage, pis celtics'li," demekteydi. aynen böyle. tebessüm edip "peki, bul" dedim. ben gülünce iyice çıldırıp üzerime gatorade falan attı, araya birileri girmese "bloklayacak"mış kendisi. "aman gözünü sevim cevap verme, gatorade'li zaten görmüyonmu?" denilince sahadan çıktık, yoksa pek susulası bi olay değildi.
    sevgili kaan, sırf çalıştığın insanların gecesi bozulmasın diye seni orda yumruklamadım. ama beni bul ve dediğini yap. anladınmı? bunu yap!

    nba action'lardan gelen iki günlük şöhret her boku yemeye, karşısındaki bir kadına adammışcasına dalmaya yeltenmeyi muktedir kılmıyor.

    neyse hayat sürter gıdını.

    -------------------------------------------------------------------------------------------
    artık editlemek farz oldu editi : hergün, "oha gerçek mi yıa!? " mesajı almaktan bıktım. o yüzden belirtmek elzem oldu.

    işbu entry hayal ürünüdür. aşağıdaki linkte geçen olayı tiye alma amacıyla yazmıştım. çok da eğlenmiştim. o değil benim yüzümden kaan kural'ı kötü biri sanacaksınız hahahaha

    http://www.radikal.com.tr/…t-kural-entrysi-1256699/
  • hidayet karşısında oturuyorken doping yapmış bir oyuncunun milli takıma çağrılmasının etikliğini federasyon başkanına basın toplantısında sormuştur.

    helal olsun.

    ayrıca soru sorarak adam yaralamak suçundan polise ihbar edilebilir. karşısındakilerin cibiliyeti o kadar çünkü. adamlar ibo'dan özür istedi resmen.
  • başlığı altında ad hominem yapan bir yazarımsıyı barındıran başarılı basketbol yorumcusu.

    seversin sevmezsin o ayrı konu fakat adamın fiziksel görünüşü üstünden işiyle ilgili eleştiri sıçmak nedir yahu? adam eleştiri nedir nasıl yapılır bilmiyor ama mainstream medyadan çalıyorla başlayıp obez diye bitiriyor. sözlüğe girişte captcha testi yapılsa giremeyecek adamlara yazarlık verirsen sonuç böyle olur.
  • yorumculuğunu seversiniz-sevmezsiniz bilmem ama ben nasıl biri olduğuna dair kafanızda ipucu bırakabilecek bir hikaye anlatayım.

    sene 2006. ünide ilk senem ve gazetecilik dersinde hocamız "gidin birini bulun röportaj yapın" demişti. benim de zamanında bi internet sitesinde nba hakkında yazılar yazan bir arkadaşımın elinde kaan kural'ın maili vardı. ondan istedim maili ve kendisine gazetecilik okuduğumu ve ödev için onunla röportaj yapmamın mümkün olup olamayacağını sordum. "cumartesi efes-gs maçındayız kosova ile. maç bitince yapabiliriz." demişti.

    ödevi yaptığım arkadaşla gittik abdi ipekçi'ye. gazetecilik öğrencisi olduğumuza dair kartımızı gösterek tam maç sunumunun yapıldığı yerin arkasına oturduk. maç bitince gittim hemen yanına, abi ben mail atmıştım. mümkün mü yapabilmemiz demiştim. tabii dedi ve 10 soruluk röportajımıza orada başlamıştık.

    ne bir internet sitesi için, ne herhangi bir gazete için vs. dedim. hiçbir yerde yayınlanmayacak olan bir röportaj için, hiçbir çıkarı olmadan bir gazetecilik öğrencisinin ödevi için zaman ayırabilecek kadar egosuz, yardımsever ve düşünceli biridir kendisi.

    böyle adamlara ihtiyacımız var.

    edt: imla.
  • bir mecrada kendisine sorulan "amerika'da basketbol yazarlığı, yorumculuğu yapmak ister misiniz?" sorusuna "benim şu andaki ingilizce yetkinliğim 8 yaşındaki bir amerikan çocuğunun yetkinliği kadardır. bahsettiğiniz mertebeye erişmek için 15-20 sene amerika'da yaşamak lazım" cevabıyla ne kadar olmuş bir insan olduğunu göstermiştir. dikkat edilmelidir ki bu cevabı veren kaan kural hem robert kolej hem de boğaziçi üniversitesi mezunudur.

    ingilizce biliyorum diyenler utansın.
  • nba marketing ekibi bir tim kurup nba orgazinasyonunu bir ulkeye sevdirmeye calismak icin bir girisime kalkissa, kaan kural'in turkiye'de nba'in izlenmesi icin verdigi katkiyi yakalayamaz bile. eger ben bugun nba izliyorsam %80 falan kaan kural'in payi vardir bunla. ayrica eminim ki benim gibi binler de vardir.

    nba'in dogru duzgun ne oldugunu bilmezken onun (tabi murat kosava ve murathanoglu ile birlikte) nba studyo programinde her cuma aksami yaptiklari program inanilmaz ilgimi cekerdi. soyle dusunun, kanali zaplarken bunlara denk gelirdim ve goruntu su olurdu: 3 adam, ortada bir masa, uzerinde bir basketbolcunun ufak maketi. adamlarin birisi kilolu ama uzerinde bir takimin t-shirti ve inanilmaz istahli bir sohbet. sifir sikicilik. ertesi hafta ayni sekilde denk gelme fakat bu sefer uzerinde farkli bir takimin t-shirti var. ertesi hafta yine farkli bir takim vs. kendi kendime derdim ki ulan kac tane takimin t-shirt'u var bu herifte? hani bu takimlari desteklediginden de degil, tamamen hepsini nba'in bir degeri olarak gordugu icin giyiyor. iste bu adamin bu organizasyona olan bagliligi ve istahi beni nba'i izlemeye iten yada en azindan nba organizasyonu ile tanismama vesile olan yegane seydi. her takim hakkinda her basketbolcu hakkinda birseyler soyleyebilmek, dogru ya da yanlis bir yorum yapabilmek, sadece bugunu degil 30 yil 40 yil onceki tarihleri hakkinda dahi bilgiye sahip olmak akil almaz bir ozveri istiyor.

    eski bir twit vardi "kaan kural oldugunde tabutunu jordanlar lebronlar tasimazsa oyle nba'in icine tukureyim " diye, imzami atiyorum. daha onceki bir giride de dedigi gibi eger maasli bir nba calisani olsa ve yarattigi marketingden bir pay alsa kaan kural muhtemelen milyonerdi suan. adam "nispeten" bedavaya koskoca bir ulkenin nba takip etmesine on ayak oldu.
  • normalde öngörüleri pek iyi değildir. zaten kendisinden kahinlik bekleyen de yok. ancak shane larkin 3 sene önce falan türkiye'ye transfer dedikoduları çıkarken fenerbahçe ve efes yarışıyordu. fenerbahçe'nin de o arada larkin dışında başka bir point guard'ın transferi de gündemdeydi. sanırım almıştık onu da. ismini hatırlayamadım. bilen yeşillendirebilir.

    tivibuspor'du galiba. kaan kural, shane larkin'in avrupa basketbolunun çok üzerinde olduğunu, avrupa'ya gelme durumunun şaşırtıcı olduğunu, hangi takım alırsa birkaç seviye yukarı çıkaracağını, deliciliğini avrupa'da engelleyecek hiçbir takımın bulunmadığını eğer obradovic'in takımına gelirse fenerbahçe'deki tek eksik parçanın da tamamlanacağı gibi şeyler söylemişti. ancak anadolu efes almıştı larkin'i. 3 sene sonra gelinen noktada larkin vaadettiklerinin çok daha fazlasını verdi ve efes'e tarihindeki ilk euroleague kupasını almasında büyük faydası oldu. aklıma gelmişken kendisinin de hakkını vermek lazım.
  • bazı insanların tipinden iyi insan olup olmadığı anlaşılır. o gülüş ve sevecenlikte birinin kötü insan olma şansı yok.

    iyi spiker ve yorumcu. kendisini keyifle izliyorum. seviliyor burayı okuyorsa.

    edit : debe için teşekkürler.
  • kopyala yapıştır entry yazmayı sevmem ama aşağıdaki yazısının sözlüğün derinliklerinde bi yerlerde saklı kalması gerektiğini hissettim belki daha fazla insana ulaşır umuduyla.. batug.com'dan aynen yapıştırıyorum.

    brian scalabrine ve brian cardinal isimlerini duymamış olabilirsiniz. çok dert etmeyin. zaten onları tanıyorsanız, bu sadece kafayı nba ile kırmış olduğunuzun ve sosyal hayatınıza artık biraz renk katmanız gerektiğinin göstergesidir. eğer birer basketbolcu değil de aktör olsalardı, muhtemelen scalabrine'yi bilimum gençlik-korku filminin (bu nasıl bir tür adıdır, o da apayrı bir tartışma konusu) hemen başında abuk-subuk bir şekilde ölen, buz gibi esprilerinin çok beğenildiğini sanan güleryüzlü ama hafif saf genç rollerinde görebilirdik. cardinal ise bilimum avukatlık içeren dizinin içindeki mendebur, görevine bağlı vergi müfettişi veya mali müşavir rolüne cuk oturabilirdi. kısacası kafamızdaki tipik basketbolcu profilinden bir hayli uzak ikisi de. sadece ortalamının üstünde uzunlar, o kadar. scalabrine 2.06, cardinal ise 2.03 boyunda.
    ancak tipleri tam uymasa da, onlar sevdalısı oldukları basketbol topunun peşinde koşmayı tercih ettiler. karşılarına ne tür engeller çıkarsa çıksın, tutkunu oldukları bu oyunu oynayabilmek için her türlü zorluğa göğüs germeye hazırdılar. ve bir şekilde nba'de kendilerine yer bulmayı başardılar.
    brianlar'ın tanrı vergisi yetenekleri sadece boyla sınırlı olduğu için herhangi bir oyuncunun yarısı kadar iyi olabilmek için iki kat fazla çalışmak zorundaydılar. bunu yaptıklarından emin olabilirsiniz. yine de takımların, 12 kişilik kadrolarında onlara yer verebilmek için yeteneklerinin dışında faktörlere de baktığı biliniyor.

    scalabrine ve cardinal hep iyi çocuk olmak zorundalar. nba'de hep alttan almak, hep başkalarının egoları için birer yastık olmak zorundalar. çünkü onlar, girmek için en önemli önşartın yetenek olduğu bir "ayrıcalıklı insanlar kulübü"nde, bu şartı tam anlamıyla yerine getiremedikleri halde bulunuyorlar. onlar diğer üyelerin, yöneticilerin, herkesin kaprisini çekmek zorundalar.

    ait olmadığın bir yerde tutunmak

    hep böyle değil midir? sosyal, ekonomik, etnik, herhangi bir şekilde ana grup için yetersiz kalan, bir eksiği olan birey hep biraz daha nazik, biraz daha iyi niyetli olarak kendini kabul ettirmeye çalışmaz mı? ayrıca bir şekilde dahil olduğu aktivitelerde, her ne kadar angarya olsa da en iyisini yapmak için çalışmaz mı? birinin çöpü dökmesi, duvarları boyaması, tuvaletleri temizlemesi gerekiyorsa, pis işleri yapmaya can atacak kişi hep kendini kabul ettirmeye çalışan olacaktır. haklı olsa bile haksız olan bireylerin egosunun altında boyun eğmek zorunda kalacaktır.

    ama hayat genelde acımasızdır. ne olursa olsun gün gelir ve bütün iyi niyeti ve grubun sempatisine rağmen ilk ve en temel şarta uymadığı için bir şekilde dışlanacak, hatta daha acımasız yapılarda, gösterdiği çaba belki alaya alınacaktır.

    brian scalabrine, new jersey nets tarafından 2001 draftında ikinci turdan seçildikten sonra iki senelik bir minimum kontrata imza atmıştı. iki sezonunda çok etkileyici bir performans sergilediğini söylemek zor. 87 maçta görev yaparak 2.7 sayı, 2.3 ribaunt, 0.8 asist ortalamaları yakaladı. bu tip rakamlar genelde oyuncuların son sezon performanslarıdır. bu tip rakamlar sonunda oyunculara genelde teşekkür edilir.

    ancak bu sezon başında scalabrine'in kontratı iki sezon uzatıldı. yok, öyle yüksek bir meblağ değil. iki sezon için 1.6 milyon dolar alacak genç oyuncu. o zaman yapılan açıklamada "böyle çalışkan ve kendini basketbola adamış bir genç ismi kadroda tutmaktan çok memnunuz. scalabrine'nin etkisi sadece sahada değil saha dışında da çok büyük" denmişti. bu süslü kelimelerin tercümesi: "aslında bir şey beklemiyoruz. kenarda oturup havlu sallayacak. ama zaten her takımda böyle havlu sallayan adamlar var. bari en içten, bu işi en zevk alarak yapanı elimizde tutalım. hem idmanlarda deli gibi mücadele eden ve idmanın düzeyini hep yüksek tutan biri gerekli. soyunma odasında da pozitif enerjisiyle takımın havasına katkı yapıyor."

    scalabrine'nin zaten daha fazla ne vermesini bekliyordunuz ki? ama bu verdiklerinin de önemi asla az değil. maçta hiç oynamama ihtimali olduğunu biliyor scalabrine. ya da sadece skor belli olduktan sonra artık maç bitsin diye zoraki oynanan son dakikalarda yer alabileceğini. ancak o kısa zaman geldiğinde bile yapabilecekse bir katkı yapmak için bütün yeteneklerini keskinleştirmeye çalışıyor. sürekli çalışıyor. belki bir maçta tek bir şut atabilecek. sonuca etkisi bile olmayacak belki. ama o tek şut için belki de herkesten fazla çalışıyor. sadece basketbol oynayabilmek, en büyük tutkusunu gerçekleştirmek için ait olmadığını bildiği bir sınıfta kalabilmek için çok mücadele etti. o tek şut için bu kadar fedakarlık yapmışken, o şutta da başarısız olmayı kabul edemez. bu yüzden sürekli çalışıyor. ayakları çabuk olmasa da oyun zekasıyla kendine boşluk bulabileceği yerleri arıyor. topsuzken sürekli hareket ediyor. ve imkan gelirse iyi bir şut atabilmek istiyor. dışarı doğru süzülen bir boş topa atlamak için bir an bile düşünmüyor scalabrine. çünkü arkasından atlayabileceği kaç top olacak ki zaten sezon boyunca? o sahada olabilmek için pis işleri yapmaya razı. canı yansa da mücadele ediyor. çünkü hiçbir fiziksel acı, oradan uzakta olduğunda zihninde çekeceği acıyla kıyaslanamaz.

    lakabının ne olmasını bekliyorsunuz ki?

    scalabrine'in güney kaliforniya üniversitesi'ndeki lakabı "bonfile"ydi. bu, bembeyaz teni ve fazla kaslı olmayan vücudu bir bonfile gibi yumuşak olduğu için takılmış. şimdilerde "havuç kafa" olarak anılıyor. malum, saçları... "the big fundamental", "shaq diesel", "air canada", "the answer", "the truth", "starbury", "king james", "big ticket", "magic", "his majesty" (*) falan olmasını beklemiyordunuz herhalde.

    brian cardinal'ın lakabı ise "hademe". ama o bunu çok seviyor. "demek ki doğru yoldayım. yapmak istediğimi başarabilmişim" diyor konusu açıldığında. bu lakabı kendisine 2000'de çaylak sezonunda takım arkadaşı jerome williams takmış. bitmek tükenmek bilmeyen enerjisiyle inanılmaz mücadele eden ve bu sayede "junkyard dog" (hurdalık köpeği) lakabını alan williams bile cardinal'ın antrenmanlarda kendini yerden yere atmasından o kadar etkilenmiş ki, "hey dostum formanla yerleri süpürmeye çok meraklısın" dedikten sonra bu lakap cardinal'e yerleşmiş.

    cardinal 2000 yılında detroit pistons tarafından ikinci turda seçildikten sonra bir yıllık bir kontrat yaptı. ilk sezonunda 31 sayı, 23 ribaunt (toplam!) yaptıktan sonra onun da ligde kalması imkansız gibi görünüyordu. ama çok sert çalışan detroit'in her zaman idmanda bir hademeye ihtiyacı vardı ve cardinal'le iki senelik bir minimum kontrat yaptılar. ikinci sezonunda 17 sayı, 6 ribaunt (tabii ki yine toplam!) yaptıktan sonra 2002-2003 sezonu başında jerry stackhouse-richard hamilton takası sırasında alışverişe eklenen bozuk paralar arasında yer aldı. ama yeni takımı washington wizards, detroit gibi çalışmaya ödül veren bir takım değildi ve sezonu 4 sayı, 5 ribauntla (toplam!) tamamladı.

    cardinal'in sezon başında kontratı bittiği zaman üç senelik kariyerinde toplam 28 maçta 184 dakika oynamış, 52 sayı, 34 ribaunt almıştı. kısacası işi bitmişti artık. detroit yine de kendisine kucak açtı ve yaz kampına davet etti. ancak pistons'da kadro zaten doluydu. cardinal'e kontrat veremediler. yine de detroit çok kaliteli bir kurum olduğunu bir kere daha gösterdi. başkan joe dumars ve ekibi telefonlara sarılarak bütün takım yöneticilerini aradılar, cardinal'den, iş ahlakı ve çalışkanlığından, takıma verebileceklerinden bahsettiler. ancak üç aşağı beş yukarı tüm kadrolar o sırada kesinleştiği için cardinal'in şansı çok azalmış görünüyordu. tam o sırada golden state warriors'ın uzun forveti troy murphy'nin ayağındaki sakatlığın beklenenden ağır olduğunun ortaya çıkması üzerine cardinal'e bir şans belirdi. pistons'ın da desteğiyle cardinal bir yıllık minimum (663 bin dolar) kontrat imzaladı ve aşık olduğu basketbol topunun peşinde bir sene daha koşma şansını elde etti.

    mutlu son bekliyorsanız film izleyin

    maalesef gerçek hayatta olaylar genelde beklenmedik şekilde tatlı sürprizlerle sonlanmaz. her şey olması gerektiği gibidir. iyi şeylerin olmasını umarsınız. iyi insanların başına iyi şeyler gelmesini istersiniz ama hayatta bu çok nadiren gerçekleşir. ben stiller gibi karakterler, cameron diaz'lara ancak "ah mary vah mary" gibi filmlerde ulaşabilir. hugh grant'in canlandırdığı esprili, nazik, sıradan kitapçılar, julia roberts'ın oynadığı anna scott gibi film yıldızlarıyla ancak "notting hill" gibi romantik-komedi'lerde öpüşebilir. gerçek hayatta brett favre'lar ve alec baldwin'lere rakip olamaz stiller ve grant'in karakterleri.

    bu filmleri izledikten sonra 2.5 yıldır platonik biçimde aşık olduğunuz okulun en güzel kızının bilmemkimler'in porsche kullanan torunu yerine sizi tercih etme ihtimali olduğunu sanıyorsanız muhtemelen yanılıyorsunuz ve hayatla ilgili önemli bir ders almak üzeresiniz demektir.

    ama nadiren de olsa mucizeler gerçekleşir. nadiren de olsa insana umut etmenin iyi bir şey olduğunu hatırlatan, hayatın güzel olduğunu gösteren olaylar olur. mesela platonik aşkınız da yunan mitolojisiyle çok ilgilidir ve o sığ erkek arkadaşının aksine siz bu ve pek çok konuda daha bilgilisinizdir. derste yaptığınız, hera ile zeus'un ilişkisini anlatan sunum çok ilgisini çekmiştir. sizi daha yakından tanımak ister. ya da daha yakın bir ihtimalle porsche'li çocuk bir manken sevgili bulmuş ve sizin narin platonik aşkınızı ortada bırakmış olabilir ve ağlayacak bir omuz arıyordur.
    ne olursa olsun, o fırsat elinize geçerse kim olduğunuzu doğru şekilde ortaya koyabilmelisiniz. kalbiniz hayatınızda hiç olmadığı, hatta hiç tahmin edemeyeceğiniz kadar hızlı atarken bile o anın değerini bilmeli ve hakkını verebilmelisiniz. sonunda hiçbir yere gitmese bile, 2.5 yıldır beklediğiniz o an karşınıza çıktığı zaman berbat etmek istemezsiniz.

    o fırsat elinize geçince ne yapacaksınız?

    brian scalabrine ve brian cardinal bu sezon o hayatları boyunca peşinde koştukları büyük fırsatları ellerine geçirdiler. ve bunu kesinlikle berbat etmediler. bunun için hazırlanmışlardı ve başardılar.

    murphy'nin sakatlığı beklenenden kötü gidince yavaş yavaş dakika almaya başlayan cardinal, sahadaki enerjisi ve atletik yeteneği yeterli olmasa da sürekli verdiği mücadelesi ile dakikalarını her maçta biraz daha arttırdı. sezon sonunda cardinal 76 maçın 11'inde ilk beş çıkmış, ortalama 21.5 dakika sahada kalarak 9.6 sayı, 4.2 ribaunt ortalamaları yakalamıştı. şutlarını geliştirmek için gece gündüz yaptığı o bitmek tükenmek bilmeyen idmanlar da etkisini gösterdi. ilk üç sezonunun toplamında serbest atışlarda 15/22 (%68.1), üç sayılarda ise 3/13 (%23.1) isabet bulmuştu. bu sezon ise üç sayı yüzdesinde lig üçüncüsü (55/124, %44.4), serbest atış yüzdesinde ise lig altıncısı (238/271, %87.8) oldu. sezon içinde bir phoenix maçında 32 sayı üretti. ilk üç sezonunun toplamında 52 sayı üreten biri için hiç de fena sayılmaz.

    scalabrine ise o en önemli anı çok daha ani ve beklenmedik bir şekilde eline geçirdi. new jersey nets ve detroit pistons arasındaki doğu yarı final serisi 2-2'yken, detroit'te oynanan beşinci maçta kenyon martin, jason collins, aaron williams ve rodney rogers altışar faulle oyundışı kalınca scalabrine mecburen sahaya çıkmak zorunda kaldı. üç uzatmaya giden, bir nba klasiği haline gelen epik maçta scalabrine 23 dakika sahada kaldı. kullandığı 7 atışta 6 isabet bularak (4/4 üçlük) tam 17 sayı kaydetti. bu, o serinin ilk dört maçında attığı toplam rakamın 11 üstündeydi.

    üçüncü uzatmanın bitimine 45 saniye kala attığı üçlük maçı bitiren en kritik basket oldu belki ama herkes onu ikinci uzatmada dışarı seken bir topta yaptıkları için hatırlıyor. dışarı giden topa yetişebilecekken, rakipten çıkıyor olacağı için bırakan tayshaun prince'in arkasından uçan scalabrine, son saniyede topu parmak uçları ile sahaya döndürdü ve jason kidd'e giden top bir fast break'e, sonuçta da iki atışlı bir faule dönüştü. scalabrine hep bu anlar için oynamıyor muydu zaten?

    scalabrine o efsane maçın kahramanı oldu. hatta 31 sayı, 11 ribaunt, 4 asist yapan richard jefferson'ı bile gölgeledi. maçtan sonra yapılan röportaj sırasında sadece "çok ama çok mutluyum. basketbol oynamaktan, new jersey nets'de olmaktan çok mutluyum" diyordu ama bunu söylemesine gerek yoktu. yüzüne baktığında zaten o inanılmaz coşkuyu, o çocuksu sevinci görmemek mümkün değildi.

    ancak elbette mucizeler uzun sürmüyor. cardinal'ın bir yıllık kontratı sona erdi ve gelecek sezon yeniden oynama şansı bulabilecek mi, belli değil. scalabrine ise altıncı maçta sahaya girdiğinde new jersey'nin sahası continental airlines arena'da adeta gök gürledi. seyirciler onu dakikalarca ayakta alkışladılar. ama mucize tekrarlanmadı. bu defa nets yenilirken scalabrine 10 dakikada sayı üretemeden sahadan çıktı. yine de bu 10 dakikada uygun pozisyon bulamadığı için tek bir şut bile kullanmadı. o bir maç önce iyi bir şeyler yaptığı için, bir sonraki karşılaşmada gereksiz bir şut atmaya hakkı olduğuna inanacak kadar saf değil. rolünü biliyor. ve tek bir maçla bu rolün değişmeyeceğini de. o bu tip sahte ilüzyonlara kapılmayacak kadar uzun süredir takımın 12. oyuncusu konumunda.

    her gün hayatı için savaşanlar

    nba'de takım bench'lerinin sonlarına doğru bakarsanız, kimi göstermelik de olsa çoğu zaman havlu sallayan birilerini mutlaka görürsünüz. bazen de homurdanan, orada olmaktan mutsuz olduğu belli figürlere rastlarsınız. onlar "sahada olmaları" gerektiğine inandıkları için kenarda olmaktan fena halde rahatsızdırlar. zaten ya maçtan sonra ya da ertesi gün ağızlarına sokulan mikrofona "benim oynamam lazım. takıma verecek çok şeyim var ama koç bunu değerlendirmiyor" tarzı şeyler söyleyecek, antrenmanda homurdanıp duracak, dünyanın en hızlı yayılan salgın hastalığı olan huzursuzluğu yayacaktır. örnekleri pek çok.

    scalabrine ve cardinal asla bu isimler arasında olmayacaklar. onlar belki o platonik aşklarının kısa bir süre elini tutma şansını yakaladılar. ama bu uzun sürmeyecekti. onlar da biliyorlardı. gerçek hayatta büyülü anlar, sinemadaki kadar uzun sürmüyor. ama onlar için orada bulundukları her an büyülü ve bu hislerini etraflarındakilerle paylaşmak istiyor, bu keyfi ve heyecanı takım arkadaşlarına da aşılıyorlar.

    onlar sadece orada olmaktan yeterince mutlular zaten. daha da fazlası olursa ne güzel. bunun için hazır olacaklar ama kadroda olmak yetiyor aslında. scalabrine altıncı maç öncesinde yaptığı röportajda durumu çok iyi özetliyor: "takımımın bana ihtiyaç duyduğunda onlara yanıt verebilmek çok güzel. bu takımın bir parçası olduğum için gurur duyuyorum. en önemlisi, bana güvenenlere teşekkür etme şansım oldu." laf olsun diye konuşmadığına, dürüst davrandığına, gerçekten bunu bir teşekkür gibi gibi gördüğüne emin olabilirsiniz.

    scalabrine ve cardinal dünya üzerinde binlerce basketbolcunun hayalini süsleyen bu ligin bir parçası olmaktan, belki çok ait olmasalar da o 450 kişilik ayrıcalıklı grubun içinde bulunmaktan gurur duyuyor, bunun için yaşıyorlar.

    1980'de earvin johnson isimli bir çaylak nba finalleri'nin altıncı maçında takımın yıldızı kareem abdul-jabbar sakat olduğu için sahaya pivot olarak çıkmış ve 42 sayı, 15 ribaunt, 7 asist üretmiş, la lakers'ı rakip sahada şampiyonluğa ulaştırmıştı.

    1988'deki finallerin altıncı maçında isiah thomas ayağı feci şekilde burkulduğu için üzerine bile basamamasına karşın son çeyrekte lakers potasına 25 sayı bırakmıştı.

    1997'de michael jordan ağır soğuk algınlığı nedeniyle 38 derece ateşle çıktığı final serisinin beşinci maçında utah jazz'e 39 sayı atmış ve bulls'un 3-2 öne geçmesini sağlamıştı.

    bütün bunlar tarih yapraklarında çok özel oyuncuların, çok özel şartlar altında başardıkları çok özel işler olarak yer alacak. bu tip özel anlar insana ilham veriyor, bu oyunu neden sevdiğimizi hatırlatıyor.

    golden state ve new jersey bench'inin sonunda oturan bu beyaz adamların savaşı belki magic, isiah veya michael kadar göz önünde değil. ama onlar da her gün hayatları için bir savaş veriyorlar. ve bunu dürüstçe, sonuna kadar ter akıtarak yapıyorlar. eğer ilham arıyorsanız, iki brian'ın havlu sallarken gözlerine yansıyan çocuksu sevinç ve heyecana bakmanız yeterli olacaktır.

    yazının yazıldığı sayfa için: http://www.batug.com/kural4.htm

    (bkz: hastasıyım bu adamın)
hesabın var mı? giriş yap