• ataerkil zihniyet denen şeye kadinlarin büyük katkisidir. içselleştirmeden öte ,yaratma ya da en hafif ifadeyle sağlamlaştirma niteliği de taşiyan tutumdur.
  • condeleezza rice'ta anlamini bulmu$ olgu.
  • (bkz: #6374358)
  • içler acısı. yıldızz.com da bir ytü öğrencisi başlık açmış;

    "bağyanlardan yönetici olmaz, çok kaprisliler, ben yönetici falan olmak istemiyorum ünivden sonra evlenip çocuk yapıcam. ben stajdayken erkek yöneticimle kankammış gibi konuşuyordum, kadın yöneticiden ymeğe çıkarken bile izin alıyordum. bağyanlar yönetici olmasın"

    alıntı yapmadım aklımda kaldığı gibi kendim yazdım kusura bakılmasın, kelimelerde değişiklik olabilir. ama evet bu içselleştirme bu boyuttadır. kadınlardan yönetici olamaz. niye?

    erkek yöneticimle kankam gibi... niye? bir yönetici stajyeriyle niye kanka olur hani o kadar aldığı liderşip dersleri falan? bu onun iyi yönetici olduğunu mı gösterir?

    kapris? bu kadın olmaktan mı yoksa iyi bir yönetici olamamış olmaktan mı kaynaklanır? iyi bir yönetici olamayan erkek yönetici yok mudur?

    üniversite öğrencisi olup da bunları nasıl sorgulamazsın? nasıl müdürlerle enseye tokat muhabbet edip sonra da "kadınlar yönetici olmasın çok kaprisliler yaa" dersin?

    kadının ataerkil zihniyeti içselleştirmesi, hala eğitimin noksanlığından sürmektedir.
    ama üniversite?
    daha önce eğitim almadı ki, üniversitede lineer cebir geçmekle olmuyor işte bu. eğitim, diplomayla değil, okul öncesinden başlayan çok kapsamlı çok profesyonel bir çalışmayla olur. eğitim şakaya gelmez, gelmez çünkü kadın/erkek yaşamlar kaka olur.
  • "üniversiteyi bitirince, eğer kocam iyi bir işte çalışıyorsa ben çalışmayacağım, evde oturacağım" diyen zihniyet te bunun ürünüdür.

    bari o sıraları boşuna meşgul etme, okumak ve kendi ayağı üzerinde durmak isteyen bir dünya kız var, onlara şans tanı.
  • bu durumun göstergeleri arasında, sadece kadınlar için geçerli olan evlilik dışı seks yasağının kadınlar tarafından daha şiddetli olarak savunulması ve evlenmeden olmaz kızlarının "peki ya nişanlın beklemezse?" sorusuna "evlenene kadar varsa böyle ihtiyaçlarını gidermesine* karışmam" benzeri yanıtları sayılabilir.
  • iki büyük fransız düşünürü var biri luce irigaray, diğeri manique schneider. ikisi de kadının erkek egemen dili yani başlıktaki ifadesiyle söylersek "ataerkil zihniyeti" içselleştirmiş olması üzerinde durmuştur. ilk düşünür için temel çıkış noktası dilin asla cinsiyetsiz olamayacağıdır. hâl böyle olunca tarihte çok belirgin bir şekilde görülen erkek egemen âlemin tahayyül gücünün baskınlığı da kendi dilini erkeksi ya da erkeğin temel ihtiyaçlarına dönük bir dil yaratacaktır, yaratmıştır. böyle bir düşünce sistemindeki "kadınları ezme" temayülünün kaçınılmaz bir netice olarak değerlendirilmesi gerekiyor. erkek egemense, egemen dil de erkekten çıkma olur. luce irigaray'in raoul mortley ile yapmış olduğu meşhur söyleşide de bildirdiği gibi en temel örnek, batı medeniyetinin (temel) yapı-taşları olan latincede ve yunancada da olduğu üzere, kadınlı-erkekli bir grup için kullanılan çoğul ifadenin mutlaka eril olmasıdır. örneğin 9 kadın ve 1 erkekten oluşan 10 kişilik bir grup düşünelim; bu gruptan bahsederken kullanacağımız "onlar" işaret ifadesi (zamir veya zarf) eril yani (lat.) illi, ei, ii, ipsi (masculinum pluralis) olur, illae, eae, ipsae (feminum pluralis) olmaz. yani grubun içinde bir erkeğin bile olması, çoğunluğun işaretinin eril olması için yeterlidir. bunu luce irigaray şöyle açıklıyor:

    "... çoğullarda kullanılan imler, yalnızca erkeksi ilişkilerin içerilmesi koşuluyla, eril olarak korunabilir; bu da, kamu düzeyindeki değiştokuşların yalnızca eril değiştokuşlar olduğuna işaret eder. tıpkı değiştokuş tarzı, imge ve temsil dizgesi gibi, dilsel düzgü de eril özneler için üretilmiştir. tanrı bu yüzden babadır; bir oğul sahibidir ve bunun için işlevi annelikle sınırlanmış bir kadını kullanır." (r. mortley, fransız düşünürleriyle söyleşiler, sf.93, imke kitabevi, 2000 : bunun devamı için bkz. #16833918)

    çoğulun cinsiyetinden hareketle yapılabilecek böyle bir değerlendirmede sadece toplumsal açıdan değiştokuşta erkeklerin üstünlüğü değil aynı zamanda başka türlü düşünülmesi mümkün olmayan bir yapı da göze çarpar. başta türlü olması düşünülemeyecek, hatta kötü bir şekilde karşılanacak bir zorunluluğu düşününüz. biz bunu yunan tragedyasında örneklendirebiliriz. tümüyle erkeği dışlayan, sadece "kadınlar grubu" olması açısından "ipsae", "illae" ya da "eae" olabilecek "amazon kadınları"nın aynı zamanda medea nezdinde ateşli yunan seyircisine yuhalatıldığını biliyoruz. onları eril bir grup haline getirmeye yetkin 1 erkekten bile yoksun olan "amazon kadınları" figürü tümüyle erkeği dışlayan yapısıyla bir kötü model olarak sunulur. barbarlığın bu denli dişil örnekle sunumu, zaman içinde medeniyetin gelişmesi için de eril gücün başka türlü bir tahayyül yeteneğine sahip olamayacağını gösterir. ben luce irigaray'ın şu yaklaşımını işte bu çözümle okumak istiyorum, irigaray şöyle diyor:

    "eril cinsin -sözcüklerin cinsinin- olumlu yananlamı ataerkilin kuruluşunun etkisine, özellikle de tanrısallığın erkeklere tahsis edilmesine bağlıdır. bu önemsiz bir sorun değildir. çok önemli sorunlardan biridir. tanrısal güç olmadan erkekler anne ile kız çocuk arasındaki ilişkiyi ve bunun doğa ile toplumdaki sonuçlarını ortadan kaldıramayacaktı. ama erkek, kendisine görünmez bir baba -bir baba dili- sağlamakla, tanrı haline gelir. erkek bir söz olarak tanrı olur ve bir söz olarak teni meydana getirir. üreme sürecindeki gücü doğrudan doğruya görülemeyen döl, dilsel düzgü aracılığıyla logos biçimini alır." (a.g.e., sf.95)

    irigaray yananlamlardaki eril ile dişil arasındaki eşitsizliği örneklerken güneş ile ay kelimesini karşılaştırıyor. örneğin güneş, le soleil, yani erildir. ay, la lune yani dişildir. güneş bizim kültürlerimizde yaşam kaynağı olarak tasarlanmıştır, ay ise belirsiz (a.g.e., sf.95). ayrıca bkz. moche/@jimi the kewl. latincede de güneş yani sol eril, luna yani ay dişildir. dahası yunan-roma mitolojisindeki ay'la ilişkilendirilip "ay tanrıçası" olarak görülen diana doğum, regl gibi kadınsı kavramların sembolü olmakla birlikte gece yapılan büyülerin kutsal tanrıçası olarak da görülmüştür. antikçağda büyücülük ciddi bir meseledir salt kötü karşılandığını iddia edemeyiz, beri yandan kehanetçiliğe de karışıp hem din hem de devlet nezdinde resmîleşmiş bir yönü de vardır ancak genel hatlarıyla olumsuz bir iş olarak sayılır. zaten büyüdeki "gece yapılabilirlik" animist bir ruha uygun bir şekilde ay'la ilişkilendirilmiştir. bu da dişillikteki muammanın insan zihninde uyandırdığı karanlık imgesine uyar. 'karanlıkta bütün renkler bir araya gelir' diyordu bacon; kast ettiği iyi ile kötünün, kuru ile yaşın karanlıkta karışabileceği, birbirinden ayrıştırılamayabileceği idi. buna karşılık aydınlık, nizam ve ona bağlı olarak terakki anlamına gelir; iyi ile kötüyü, doğru ile yanlışı gündüz gözüyle ayırt edebilme yetisi, insanlık tarihinin bir dönemine bir isim kazandırmıştır: enlightenment yani aydınlanma. isimdeki light yani ışık, aslında güneşin ışığıdır; burada dişil muammanın sembolize ettiği geceden kurtulma vardır. gündüz gözüyle iyiyle doğruyu, kötüyle yanlıştan ayırabilme yetisine sahip olma vardır. nitekim latincede nox yani gece de dişil bir isim olup beri yandan "belirsizlik" anlamında da kullanılmıştır. ancak bu durum kadınları hepten karamsarlığa itmesin. örneğin lux yani enlightment'taki light'ın (ışık) karşılığı olarak kullanılan isim dişil olmakla birlikte "umut ışığı" anlamında da kullanılmıştır. hatta kendisinden türeyen "lamba" anlamındaki lucerna da (yapıca da apaçık: 1. çekimden isimlere mensup) dişildir. burada kafaları karıştıracak, bir nevi komplo teorisi olarak değerlendirilebilecek bir durum söz konusu: lucifer/@jimi the kewl entirisinde detaylıca işlemiştim, yine dişil olan lux'tan gelen "ışığı/sabahı getiren yıldız" olarak bilinen lucifer her ne kadar erilse de, aşkın tanrıçası venus'un de karşılığı olarak, bildiğimiz gibi, sonradan şeytan anlamında kullanılarak kötücül hale getirilmiştir. bu da yananlamlardaki eşitsizlikle ilgili olarak hem olumlu hem de olumsuz bir biçimde değerlendirilebilir. ben sadece bu da aklınızda bulunsun istedim, yoksa lucifer'i de dişil venus'e bağlamadım.

    bunlar basit karşılaştırmalar aslında. elbette dillerde eril olup da kötü anlamda, dişil olup da iyi anlamda kullanılan birçok yapıya rastlayabilirsiniz. buradaki gece ile gündüz (ay ile güneş) karşılaştırmaları aslında sadece bir fikir verebilir, kişiyi bu konuya çekmede etkin olabilir. elimizde daha sağlam mitos veriler var; örneğin pandora hikâyesi ya da havva'nın adem karşısındaki durumu gibi. pandora (pandora/@jimi the kewl) ve havva (#10861537; #14110326) hikâyesinde kadının ne denli ikincil bir yaratımın ürünü olduğu apaçık ortadadır. bu da gelişen medeniyetin ne gibi bir tasarıma mahkum olduğunun göstergesi. böyle bir durumda din (kutsallar) dili ister istemez medeniyetin arzularına, ihtiyaçlarına göre şekillenmiş oluyor; ya da tam tersi, medeniyetin arzuları ve ihtiyaçları, din diline göre şekillenmiş oluyor. her iki durumda da kadının ataerkil zihniyeti kabulü, bir nevi onun içinde barınabilme telâşından kaynaklanır. mitolojinin geri-zekâlı çizdiği epimetheus'un (zaten öyle olduğu için hataya sebep olacak; verilen mesaj şu: bu hatayı ancak bir gerizekâlı yapabilirdi), aynı yapı tarafından ileri-zekâlı çizilen prometheus (verilen mesaj şu: kadının tehlikelerine ilişkin böyle bir uyarıyı ancak bir öngörü sahibi biri yapabilirdi) tarafından uyarılmış olmasına rağmen pandora'nın yani kadının evrendeki varlığını sağlayan kutuyu açarak zekâca "gerilik" sergilemiş olması ve böylece salt erkeklerin mutlu mesut, tasasız yaşadığı diyalektikten yoksun altın çağı'nın kapanıp daha düşük olan gümüş çağının başlaması açıkça kadının gündüz/güneş'in nizamına karşılık gece/ay muammasını temsil ettiğini gösterir. aynı durum adem ile havva hikâyesinde de geçerlidir: adem tanrı tarafından cennet bahçesine yerleştirilmiştir; bu tasasız, sevine-coşa bir yaşama tarzıdır. kadının yine adem'in kemiklerinden yaratılmasıyla bu "altın çağ"ın bozulma evresine girdiğini görüyoruz, böylece yine kadın diyalektiğin bir unsuru olarak sonsuz mutluluğun, aydınlığın önüne set çekmiş olur. gece olmadan gündüzün anlamı var mı? bu diyalektik düşünmenin gereğidir; ancak insan diyalektik düşünmeye yazgılı değildir, aksi yönde tahayyül gücünü geliştirmiştir.

    insanın (bu erkektir) kadın olmadan (dikkat: kadın olmadan da insan erkekti, erkek de insandı) var olduğuna ve bir cennet ortamında yaşadığına ilişkin hikâyeler zinciri kadını sadece ikincil değil, aynı zamanda kötücül de kılar. hesiodos'un theogonia'sında çizilen asıl tasvir çok önemli, erkek zaten yaşıyordu, kadına ihtiyacı yoktu. bilâkis kadınsız bu yaşamı cennete özgüydü; ne zaman ki kadın belası, bir geri-zekâlı modeli olan epimetheus'un hatasıyla yeryüzüne geldi, böylece erkek şimdiki yani bizlerle eş değerde olan "insan"a dönüşmüş oldu. çünkü şu anki insan tragedyanın insanıdır, pandora öncesinin değil. biz erkekler havva'nın yaratılmadığı dönemdeki adem gibi cennet bahçesinde değiliz, oradan kadının da yönlendirmesiyle, diyalektikle düşürüldük. böylece şimdiki insana döndük. mitoloji geçmişe yani köklerimize ilişkin abartılı aktarımlar da bulunabilir, ama asla yalan söylemez, mutlaka bir yerinden imgeleri realiteye sığıştırır. "hakikat birdi, cahiller onu çoğalttı" söylemindekine benzer bir, genişledikçe, arttıkça, zıttıyla kaim oldukça değerini kaybeden bir medeniyetin portresi çiziliyor. böyle bir durumda kadının ataerkil zihniyet önünde en basit şekliyle "yaşayabilmek için" oyunu kuralına göre oynama refleksini göstermesi gerekir. hatta adem'in yaratılması veya pandora'nın gönderilmesi gibi hikâyelerin tasarlandığı yüzyıllardan çok çok sonra bile bu öylesine medeniyetin genlerine işlemiştir ki, bugün üzerine kafa yormayan (erkek olsun, kadın olsun) hiç kimse neyi ne kadar içselleştirdiğinin bile farkında değildir. benim homo insipiens dediğim, sorgulayabilecekken sorgulamamayı tercih eden kafanın ideolojiler ve dinler karşısındaki uyku durumu da zaten bu tarz öz-bilinç yitiminden oluşan içselleştirmelerden oluşuyor.

    addendum@: acaba zamanında romalı fahişelere, erkekler tarafından tanrıça isimleriyle seslenilmiş olmasının da konumuzla bir ilgisi var mıdır? bu da meraklısına bir ödev konusu olabilir.
  • herbert marcuse'un "eros ve uygarlık"ında (entirideki metinler için çev.: h. marcuse, eros ve uygarlık: freud üzerine felsefi bir inceleme, çev. aziz yardımlı, idea yay., istanbul 1998) özgürlük ve kurtuluş temalarıyla ilişkilendirilir. adım adım gidelim:

    1. "...eğer yönetimlerini sürdürmeyi istiyorlarsa, tüm küme üyeleri tabulara boyun eğmelidirler. baskı şimdi ezenlerin kendilerinin yaşamına yayılır ve içgüdüsel erkelerinin bir bölümü 'çalışma' sürecinde yüceltme için hazır olur." (sf.63)

    ***

    burada kaçınılmaz olarak ikili bir toplum tipinin oluştuğundan bahsediliyor. bir ezen, bir de ezilen. aslına bakarsanız ataerkil ya da anaerkil gibi belirlenimler de başlı başına bu ezen ve ezilen ikiliğine dayanıyor. benim #16941853 no'lu entirideki "...şimdiki durumun geçmişten farklılığının bilinebilmesi için kıyas şart." ve "...kıyas tanrı gibi bir şey. o olmadan hiçbir şey olmaz. bütün belirlenimler, kabuller kıyasa dayanır; durumdaki çürümenin, yozlaşmanın, bozulmanın farkındalığını kıyasa borçluyuz." deyişimle ilişkili. kadın ve erkek imgeleri gibi, ezen ve ezilen imgeleri de durumun analizinin yapılabilmesini sağlıyor. böyle olmasaydı ya da böyle olsaydı da, biz bunu böyle görememiş olsaydık; büyük ihtimalle küme üyelerinin boyunlarının hangi tabular karşısında kıldan ince olduğunu da çözemeyecektik. dahası da var, insanoğlu bu ikili düşünce sisteminden mustarip olmasaydı, kutsallar düşüncesini de geliştiremeyecek, buna ek olarak seneca'nın "yükselip kutsallara erişmeyen insan, bedence ne zavallıdır!" deyişinde de geçtiği üzere hayvanla ilkeller arasında bir yerde kalacaktı. belki de kalmıştır. evrim nazariyesinin bir ucundan tutup o insana, o "henüz korkularından kutsallar, idoller çıkaramamış" insana ulaşabiliriz. korku, burada insanla, boyun eğeceği kutsal ikiliğinin başat tetikleyicisi. en nihayetinde bu gibi tetikleyiciler ikili mekanizmanın işlerliğini sağlıyor; gök gürlemesinden korkup mağaraya saklanan ilkel adamın zaman içinde hem gök gürültüsünü hem de mağarayı kutsallara yorması kendisiyle birlikte, asla kendisi gibi olmayan bir başka kudret yaratımı anlamına geliyor. bu ilkin çevresinde gördüğü "erkek-kadın" veya "insan-hayvan" gibi belirlenimlerinden farklı, tümüyle tahayyül ve kavrama yeteneğiyle oluşturduğu bir ikili düzen. "şu oldu, çünkü öncesinde şu oldu; bu ikisi arasında kutsal bir bağ var." bu çıkarımı olabildiğince ilkelleştirip bir ilkelin diline yamayın. sonuç: ben ve benim dışımda olan o kudret. o düzeni yaratıyor, ben de düzene uymalıyım ("gök gürleyince mağaraya sığınmalıyım" gibi).

    ezen ve ezilen gibi, bunun başka şekilde okunması da mümkün. "ezen", ilk akla geldiğince karşıdakini tutup bastıran anlamında değil; düzene ayarı çeken, onu yoğuran ve ötekini buna mecbur bırakan anlamında. o halde ezen, yaratıcı (creator), yasa koyucu (rex), düzen yöneticisi (rector) olarak göğe yerleştirildiğine göre, mutlak bir şekilde delinemez olan bu düzende bir kümenin fertleri de (yukarıdaki anlamıyla) ezenin düzenine çalışmak zorundadır. her şeyin başı kıyas olduğundan, ezenin altında ezildiğimi kavradığım andan itibaren yerimi de belirleyebilmiş oluyorum: "tıpkı göğün altında gibi, onun kuralları altında yaşayan". bu zamanla kutsalların egemenliğinin çalışma gerektirecek bir işlenmesi anlamına gelir; fertler çalıştıkça düzenin parçası haline gelirler. ilk belirlenimden (ben ve kutsallar) diğer belirlenimler (bana benzeyip de, eylemleriyle tam olarak benim gibi olmayanlar vb.) doğar. türk olmayı süper bir şey sanmak/@jimi the kewl entirisinde bahsettiğim "güvenli paylaşım" arzusuna benzer başka arzuların da tetiklemesiyle ezenin altında farklı kümeler farklı ışıklar, çareler ve kurtuluşlar sunmaya başlar. örneğin erkek kümesi içine dahil olanlar için avlanma gücü, kadınlara üstünlüğün bir gerekçesine dönüşebilir; bu da medeniyetin izlediği seyre uygun olsa gerek. önce avlanan bir erkek tipi vardır; daha sonra erkek gibi avlanmak zorunda kalan kadın ve en sonunda aradaki farkın git gide kapanması gerekliliği... çünkü avlanmanın ertesinde bir de bölüşüm ve takas söz konusudur, ki bu da kadın-erkek ayrımını önemsemez. kadın da erkek de materyalden yararlanmak durumundadır. ilk belirlenimden başka belirlenimler doğar demiştim; buna uygun olarak materyalin işlenişine, paylaşımına ve geri dönüşümüne ilişkin farklı sınıflar doğar. bu sınıfların kendi aralarındaki temasları medeniyeti geliştiren unsur olur. bu sınıflararası farklılığı ve teması atlayıp tekrar kadın-erkek durumuna dönüyoruz; bu aynı zamanda ataerkil ile anaerkil egemenlikleri arasındaki temasla da alâkalı.

    2. "... baba egemenliği kendi çıkarına kurar, ama bunu yaparken yaşı tarafından yaşambilimsel işlevi tarafından ve hepsinden çok başarısı tarafından aklanır. öyle bir düzen yaratır ki, onsuz küme dolaysızca çözülecektir. bu rolde, ilksel baba uygarlığın onlar altında ilerlediği sonraki egemen baba imgelerini önceden bildirir... ilksel babaerkil despotizm böylece etkili bir düzen oldu. ama hordaya dayatılan örgütlenmenin etkililiği çok nazik ve buna göre babaerkil sindirmeye karşı nefret çok güçlü olmuş olmalıdır. freud'un yorumunda bu nefret sürülen oğulların ayaklanmasında, babayı ortaklaşa öldürüp yemelerinde ve sonra kardeş klanın kurulmasında doruğuna varır, ve bu sonuncusu öldürülmüş babayı tanrılaştırır ve freud'a göre, toplumsal ahlakı yaratan tabuları ve kısıtlamaları da getirir... buna göre sağın bir anlamda uygarlık ancak kardeş klanda başlar... baba bir tanrı olarak yaşamını sürdürür: ona tapınarak günahkârlar tövbe ederler, öyle ki günah işlemeyi sürdürebilsinler... aynı zamanda, klanın kadınları üzerindeki tabu öteki hordalar ile genişlemeye ve kaynaşmaya götürür; örgütlü eşeysellik daha büyük birimlerin oluşumunu başlatır ki, freud bunu eros'un uygarlık içindeki işlevi olarak görüyordu. kadının rolünün kazandığı önem artar. 'babanın ölümü yoluyla boşalmış olan erkin büyükçe bir bölümü kadınlara geçti; anaerkil toplumun zamanı gelmişti.' öyle görünür ki, uygarlığa doğru gelişimin evrelerinde anaerkil dönemin ilksel ataerkil despotizm tarafından öncelenmesi freud'un önsavı için özseldir:

    geleneksel olarak anaerkillik ile birlikte bulunan düşük bir baskıcı egemenlik derecesi ve erotik özgürlük düzeyi freud'un önsavında birincil 'doğal' koşullar olmaktan çok babaerkil despotizmin devrilmesinin sonuçları olarak görünürler. uygarlığın gelişiminde özgürlük ancak kurtuluş olarak olanaklı olur. kurtuluş egemenliği izler—ve egemenliğin yeniden öne sürülmesine götürür. anaerkillik ataerkil bir karşı-devrim tarafından yerinden atılır ve bu sonuncusu dinin kurumsallaşması ile pekiştirilir. erkek tanrılar ilkin büyük ana-tanrıların yanısıra oğullar olarak ortaya çıkar, ama adım adım babanın özelliklerini üstlenirler; çoktanrıcılık tektanrıcılığa boyun eğer, ve sonra "gücü sınırsız olan tek ve biricik baba tanrı" geri döner. yüce ve yüceltilmiş olarak, kökensel egemenlik bengi, kozmik ve iyi olur, ve bu biçimde uygarlık sürecini gözetir. ilksel babanın "tarihsel hakları" geri verilir." (sf.61-63)

    ***

    dinin kurumsallaşması aslında tanrılaştırılan babanın kurumsallaşması anlamına geliyor. bunu da tersten okumak mümkün. robert graves'in (the greek myths) çizdiği tabloyu izlersek eski çağlarda avrupalıların tanrıları yoktu. ulu tanrıça onlar için ölümsüzdü, değişmezdi ve her şeye gücü yetendi. babalık nosyonu henüz dinî düşünceye eklemlenmemişti. dünyada elbette bir dişi-eril zıtlığı ve yakınlaşması mevcuttu; ancak ulu tanrıça nezdinde bu ilişkiler ancak tanrıça'nın zevk için birlikte olduğu erkeklerle olan temasında geçerliydi. erkekler anaerkil topluma hükmeden kadından korkardı, ona tapar ve itaat ederlerdi; tanrıça'nın bir mağarada ya da kulübede göz kulak olduğu ocak, erkeklerin ilk sosyal merkezi, annelik de başlıca gizemleriydi. bu yüzdne yunanlar ilk kurbanlarını her daim ocak tanrıçası hestia'ya (bakirelikle ilişkilendirilir; krş. vesta) sundular.

    bu, anaerkilmiş gibi duran ama erkeksi bir tasarımın ürünü olan ve sonunda erkeklerin sosyal ortamını düzenleyen bir tablodur. korkulan ana tanrıça'nın dişiliği yeryüzündeki kadınların yani karşı cinslerin de saygınlık kazanmasına neden olmamıştır. sadece kutsallar nezdinde yüceltilen dişilik, yeryüzündeki yansımasında aynı saygınlığı elde edememiştir. tasmalı erk/@jimi the kewl entirisinde "tasmalayarak erk'in yönünü değiştiren midir erk'in asıl sahibi, yoksa erk'in yönlendiği, ipleri alan yeni kişi mi?" diye sormuştum; burada tasarlayanın kudreti ezenin dişil kuvve olmasını arzulamış olmasıyla aslında ipleri elinde tutarak en üst egemen olmuştur. tasarımcının tasarım yeteneğinin değeri, tasarımın sunduğu değerin üstüne çıkar. asıl güç tasarlayabilende olsa gerektir. robert graves'in şu anaerkillikteki tasarımcı-erkek durumuna ilişkin söyledikleriyle açımlayayım: "erkeklere anaerkil kanunlara karşı gelmedikleri sürece, avcılıkta, balıkçılıkta, belirli yiyecekleri toplamada, hayvan sürüleri ile meşgul olup onları korumanın yanı sıra, kabile topraklarını istilacılara karşı savunmaya yardım etmede güvenilirdi." bu da medeiyetin erkeksi kudrete olan ihtiyacıyla alâkalandırılabilir. bu ihtiyaç, tasmalanmayı isteyen erk'in aslında, arzularını yerine getirmiş olmasından ötürü, erk olarak kalmaya devam ettiğini gösterir. şekillendirici ve dölleyici erkek olduğu müddetçe de anaerkilliğin erklik anlamında bir değeri kalmamıştır.

    yitik cennet tasarımında olduğu gibi, bir en üst değer yaratılıp ona ulaşmanın arzusu hayatın temel gayesi yapılabilir. eski anaerkilliğe duyulan özlem de, günümüz kadın hakları savunucuları için, inananlar için cennet tasarımı gibi, heyecan verici bir kimliğe bürünebilir. oysa buradaki bütün belirlenimlerin ve objektif krıterlerin kabulünün erkeksi bir dünyanın elinden çıkma olduğu unutulmamalı. anaerkil düzende, kimi kraliçelerin vekaletini üstlenen erkeklerin sahte meme takıp kadınmış gibi davranarak tahtta oturduğunu biliyoruz. ancak bu onlardaki erkekliği tümden yok etmiyordu; tıpkı geyik avlarken ya da kabile savaşlarında dövüşürken, muhasara esnasında uyguladığı taktikler gibi bir şeydi. erk'e yakışan erkekti. çünkü dövüşmek, mücadele etmek kudrete dayandığından erk, erkliğini hep erkeklikle beslemek zorunda kalmıştır.

    günümüzde kadın yöneticilerin ya da yönetici adaylarının hâl ve tavırları yanında kıyafetiyle, zihniyetiyle erkeğe yaklaşmak zorunda oluşunun nedeni bu olabilir. kadınsı yönetici, gizli bir yasaya (ahlâkî, yöresel, dinsel, siyasî vs.) veya yazılı yönetmeliğe göre (pantolon ve gömlek erkeklere özgü müdür?), sanki arzulanmıyor gibidir. bir kuruluşta ya da devlet kademesinde yükselen kadın, zaman içinde erkeksi hâl ve davranışlar içinde olmadığında, erk'liğine zarar geleceğini düşünmek durumundadır (iyi bir felsefeci, "kadın"dan ne anladığımızı da sorgular; "kadın nasıl olmalıdır, ki biz onu ideal olarak sunabilelim?" veya "standart bir kadın tipi belirlenebilir mi, ki yönetici kadınların o tipe uyup uyamayacağı tartışılabilsin?" gibi sorunlar da ele alınmalıdır). bunu erk'in kendi niteliğiyle ilişkilendirmekle birlikte, yukarıda marcuse'un sunduğu "baba egemenliği kendi çıkarına kurar" düsturuyla da açıklayabiliriz. genel hatlarıyla kadını aşağılayan bir oyun düşünün: oyunun içinde bunun bir oyun olduğunu söyleyen bir yiğit kadın olsun, bu yiğit kadın, oyunun genel mesajının aktarılmasında kullanılan bir araç olmasından ötürü "kadınlığın bu oyuna vereceği tepki açısından" "olumlu" bir karakter midir, yoksa "olumsuz" mu? o kadına ne kadar "olumlu" diyebilirseniz, erkek egemen erk anlayışının hüküm sürdüğü bir dünyadaki kadının erkmiş gibi görünen suretine de o kadar kadınsı diyebilirsiniz. kadının "kadın" olarak kalabilmesi, "yönetici kadın" olarak kalabilmesinden daha zormuş gibi duruyor (merkel olayını anımsayınız: http://static.open.salon.com/…erin[1]1251583458.jpg ; http://commentisfree.guardian.co.uk/angela.jpg).

    yazımı son zamanlarda adet olduğu üzere seneca'dan bir alıntıyla kapatıyorum. seneca, döneminde kadınsı davranan erkeklerden şikâyetçiydi, çıtkırıldım olmalarını hazmedemiyordu (ona neyse).

    "invenit deliciarum dissolutio et tabes aliquid tenerius molliusque, quo pereat."
    "sefahat düşkünlüğü ve kadınsı incelme, kişinin kendisi için daha nazik, daha yumuşak bir yıkım bulmasıdır."
    (naturales quaestiones 7.31.4)
hesabın var mı? giriş yap