• bir adam, bir kadına evlenme teklif etmiş. kadın ''hayır'' demiş.

    adam sonsuza dek mutlu yaşamış
  • karımdan tiksiniyorum. en ufak bir kadınlık belirtisi yok. adeta bir ayhan, bir ismet, bir rıfat bu yanımda yatan. severek evlenmiştik oysaki. yıllar ne de acımasız davrandı ikimize. şimdi o sol bacağı üşüdüğü için tek ayağına giydiği kahverengi yün çorabıyla yatıyor, ben ise günden güne şişmanlıyorum. evli arkadaş grubumuz mutludur eminim. zaten hiçbiri ile artık görüşmüyorum. iki üç ev ziyareti ve yazlık balkonunda tavla atmak için miydi bu "evlenin artık" ısrarları. "şimdiki aklım olsa bir an bile durmadan ayrılırdım" demeyeceğim, çünkü bunun böyle olacağını biliyordum. sadece üşengeçlikten evlenmiştim onunla. şimdi kalk, saçına su vur, biriyle tanış, ona kendini bambaşka biri olarak tanıt, sonra yavaş yavaş öz benliğin ortaya çıksın, onun kabullenmesini bekle. çok yorucu geldi bütün bunları tekrar yapmak ve ben de evlendim, ne yapayım. zaten sürekli ağlıyordu "ne zaman evleneceğiz" diye. haa bunu açıktan açığa yapmıyordu. "sen beni evlenme meraklısı mı sandın" diye azarlıyordu beni azıcık ima etmemle. bunun için miydi, şu çorabı sol ayağa giymek için miydi bütün bu gözyaşları?

    "gençler kendi aralarında eğlenecekmiş". kurtarma yazılısı gibiydi, "aslında evlilik hiç bize göre değil, bakmayın aslında aileler istiyor diye evlendik" der gibiydi düğünden sonra o iğrenç türkçe pop çalan bara gitmek. en yakın arkadaşım ercan da yalanmış. önceden öpülmüş akrabadan kalma, yanağımdaki sim tanesinin parıldamasını gördüğü anda neden bir yumrukla bayıltıp beni, sırtlayıp çok uzaklara götürmek yerine dans etti, kıvır kıvır oldu pezevenk karşımda. şimdi deri terliğimle baş başa kalmazdım öyle yapsaydı eğer. her gün paket paket sigara içip bileğimle dairesel hareketler yaparak bu terliği izliyorum.

    çocuk da yaptık. bir kızım var. nevzat dayısına benziyor. misafir geldiğinde salonda el çırparak dans ettiriyoruz. plastik fosforlu yeşil tarağını, kenarı kırık plastik kaplı kirli aynasını annesinin çantasına koyup boynuna asarak geziniyor evin içinde, ayağının ucundan uzamış külotlu çorabıyla üzerime geliyor saçlarını iki bukle yapmış nevzat. bana da pek düşkün.

    "bana tapan bir karım ve dünya tatlısı iki kızım var. daha ne isterim ki" dedi. "doğru" dedim. arka koltuktan. "insanın ailesi gibisi yok. biz burada inelim, girme şimdi ara sokaklara" diye de ekledim. " aa olur mu canım. bırakalım sizi evinize. gir canım sen" diye itiraz etti. "inseydik" diye mırıldandım. gençken tanışsaydık, "evlenin artık" diye ısrar edenler kervanına katılması kesin olan bu çift, kahvelerini içene kadar "neden bir araba almıyorsunuz, bu zamanda şart" diye ısrar ettiler. "haklısınız düşünüyorum" dedim geçiştirmek için. biz erkekler kahvelerimizi alıp balkona çıktık sigaralarımızı yakıp onun almak istediği yeni araba üzerine konuşurken, ona tapan karısı "aman bu erkeklerin araba, maç, askerlik sohbeti başladı mı bitmek bilmez" diye tek çoraplı eşimi mutfağa dedikodu için götürdü. kadınlar gidince durup dururken "aslında bir ara rus yapmak lazım, şöyle hep beraber" dedi. "seks olarak mı" dedim. göz kırptı, dirseğiyle dürttü, bıyığı titredi. beklediği coşkuyu göremeyince "bakma ben de pek sevmem para vererek yapmayı ama bunlar bi başka ya. içkini içiyorsun, meyveni yiyorsun, muhabbetini ediyorsun. sevgili gibiler be" dedi. keyfinden bi sigara daha yaktı. "aslında içmemek lazım" diye konuyu değiştirdim. nihayet gittiler.

    tek çorap yatmaya gitti, ayağımı biraz daha izleyip yanına gittim. uyumamıştı. "ne zaman evleneceğiz" siye sorduğu ses tonuyla, ne zaman o bebeği alıp paralı yolda bir mermi gibi gideceğimizi sordu. sonra kavga etmeye başladı.o arabayı çok istiyordu, toplu taşımdan nefret etiğini söyledi. hakkı vardı yıllardır minibüslerde uyuyan çocuk taşıtmıştım ordan oraya. belli bir zaman sonra uyudu. kalktım sigara içtim, kızıma baktım uyuyordu. kah ayağımı, kah televizyondaki 1952 yapımı sonradan renklendirilmiş müzikali izlerken uyuyakalmışım.

    sabah olta takımını almak için menderes dayımlara uğradım. kapıyı kızı busem açtı. çocukları çok severim, "baban nerede zilli" dedim, koşarak salona girdi. kanepede uyuyan babasına öpücükler kondurdu. o da sarıldı ona. "oo hoş geldin umut" dedi. "dayı şu oltayı verecen mi? çinekop akını başladı diyorlar. atıyorsun gerdanlık gibi alıyorsun diyorlar" dedim. gitti oltayı getirdi. yengem de uyandı. "günaydın" diyerek çayın altını yaktı. "otur bi çay iç" diye ısrar edilince dayanamadım kaldım. haberleri açtık, gündelik siyaset üzerine konuştuk, çayın kaynamasını bekleyen yengemin de bize katılmasıyla bir muhabbet, bir şakalaşma aldı gitti. sonra dayım birden ciddileşip " ee ne zaman senin nikahına geliyoruz umut, ulan var ya sonunda bizim ekrem bey gibi tek başına ölüp gideceksin bu dünyadan. bak bi büyüğün olarak söyliim; evlenmeden para tutamazsın, bak bize birikmişimiz var biraz, yakında araba taksidine giricez. artık maceranın zamanı değil" dedi. bütün neşem kaçmıştı, yine evlenme muhabbeti başlamıştı. susup yere baktım. bir müddet dayımın dairesel hareketlerle dönen deri terliğine ve yengemin tek çorabına bakıp "kısmet..." dedim.

    benim de söyleyeceklerim var! (iki) s. 50 - 52.
    (bkz: umut sarıkaya)

    not: metnin orjinal hali tam olarak şurada: (bkz: asksiz bir erkek hicbir seydir)
  • - naber damat? 4023'e hoş geldin. biz de seni bekliyorduk.
    - "kafamda atlar tepişiyor sanki. bu adam da kim? operatör olmalı."
    - kaynanan seviyormuş. en sevdiğin yemeği yaptı sana. imambayıldı.
    - "imambayıldı mı? imambayıldı ne? bu koku, sesler. bi yerden tanıdık geliyor."
    - senin planı duyunca biz de çocukları yalnız bırakmayalım dedik, zeytinliği, bahçeyi sattık, bu işe yatırdık.
    - "zeytinlik mi? neden bahsediyor bu adam? bu yüz, hayır, hayır, olamaz, nasıl olur?"
    - süpriz olsun diye senden önce çözülecek şekilde kaynananla kendimizi dondurduk. nasıl olmuş? mutlu oldun mu?
    - "hayııııııııır!!!!!!"
  • ..

    aynadan yansıyan görüntüsüne bir an gözü takıldı. zaman denilen yanılsamanın ondan ne çok şey götürdüğü ilk kez bu kadar dikkatini çekmişti. saçları ne kadar da beyazlamıştı sahi. göz çukurları da iyiden iyiye belirginleşmişti artık. tam o an, içine daha önce hiç hissetmediği türde bir hüzün doldu. kendi gözlerinin içine bakıyordu. nefesi aynada sıcak bir buğu bırakacak kadar yakındı kendisine. sonra dudaklarından belli belirsiz bir cümle döküldü. öyle ki kendisi bile tam olarak anlayamamıştı ne söylediğini. "boş ver" der gibi devirdi gözlerini ve henüz birkaç dakika önce kalktığı yatağına tekrar uzandı. gözleri ağır ağır kapanırken uzaklardan kulağına tanıdık bir melodi geliyordu.

    "her şey güzelmiş sonunda, hatta bozgunlar bile"
  • "gel" dedi.. "gel bu gece amstel nehri'nin oradaki çimlere çöküp suya bakalım.
    isimlerimizi sormayalım, hikayemizi bilmeyelim. sadece geçen gemileri izleyelim.."
  • sen artık başkasına, ben artık başkasını.
    sen artık başkasının, ben artık başkasına.
    tren.
  • iki ayağı, yerdeki, kırmızı hakim sivas kilimi kaymasın diye kilimin üzerine çıkarılmış, babasından kalma ayakları oyma barok bir masanın başında, kafası öne eğik bir sürü müsfettenin arasında hiçbir değeri yada farkı olmamasına rağmen seçilmiş bir başka müsfetteye birşeyler yazıyordu.

    arkasında ve sağ yanında dükkanını kapatan bir bakkaldan kalma, nerdeyse bedavaya aldığı paslanmaz raflara gelişi güzel üst üste alt alta koyulmuş kitaplar, adamın üzerine devrilip zarar vememek için imtina ediyormuşcasına duruyordu,

    masanın sadece sağ tarafında diğer hiçbir şeye uymadığı için, -ben eskiciden alındım- diye bağıran bir çekyat takımından parçalanarak satılmış, üzerine açık kahverengi kılıf geçirilmiş tek kişilik bir çekyat duruyordu,

    oturduğu sandalyede biraz doğrulup iki eliyle beline bastırıp gerindi, tekli çekyatta uyuya kaldığında, odanın bi köşesinden kendini izlediğini görmüştü rüyasında, çirkin bir tablo gibi, üzerinde rengi solmuş mavi hırkası ve bir yemek masasından zorla koparılmış gibi duran sandalye ile, masanın o züppe zengin havasına kıskanç kıskanç bakan kadınlar gibi duruyordu, sonra deprem olmuş ve kitaplar üzerine devrilip sıkıştırmıştı rüyasında, can havliyle uyanıp kendisini cenin pozisyonunda tekli çekyatın iki kolçağı arasına sıkışmış bulduğundan beri daha şiddetli ağrıyordu beli.

    gerinirken, kendisini odanın köşesinden, izliyormu diye baktı, sonra sağ tarafındaki rafları süzdü ve kağıda tekrar gömüldü.

    hızlı yazdığında yazısı iyice okunmayacak hale geliyordu, bunu biliyor olmasına rağmen hızlı hızlı yazmaya devam etti “eczacılar doktor yazısı okuyamaz, sadece isimlerini ezberledikleri ilaçların adlarını yakalayabildikleri üç beş harften tahmin ederler, ama bir yazarın kötü yazısını kimse okuyamaz” diye yazdı, sonra daha bitmeden söylemek istediklerini kağıdı eline aldı masanın üzerindeki müsfetteleri koluyla sağa doğru süpürdü.

    kağıtlardan bazıları masaya sığmayıp yere doğru uçuştular, açılan boşluğa kağıdı koyup sağ ve sol kulaklarını iyice özenle katladı, yavaş ve düzgünce bir kağıt uçak yaptı, katladığı yerleri keskinleştirmek için tırnağıyla ezdi, tırnağına hafrlerin tozları bulaştı, uçağı sol elinin baş ve işaret parmağı arasında ileri geri salladı, dengeli gibi görünüyordu uçak.

    çok güç harcamadan uçağı yukarı doğru fırlattı, uçak biraz ileri gittikten sonra havada daire çizmeye başladı, tam bir tur attıp ucu adama döndüğünde adam sandalyesini biraz geri itmişti, sonra tekrar tam bir tur attığında adam çekmeceyi açmıştı, uçak pencerenin kenarından ıslık çala çala gelen rüzgara kapılıp duvara doğru yönelip sert bir şekilde nemden küflenmiş duvara çarptı, tam o anda güçlü bir patalama sesi yankılandı.
  • yüzümü döndüm,
    -mona, dedim en kalın tonumla. dönüp bakmadı bile.
    -mona, dedim, mona ne olur yüzüme bak.
    duymadığını düşündüm. şu benim kaltak iyimserliğim.
    bal gibi duyuyordu.
    benim sesim diğer seslerden ayrılmıyordu zihninde, şu an bir gürültüden fazlası değildim. o muhtemelen benim böyle hissetiğimin farkında bile değildi. buna daha çok sinirleniyordum.
    insan yine de, karşındakinin aklında varolan özelliği her saniye belli olsun istiyor benim durumumda.
    sonradan farkına vardım; kelimelere bu kadar yüklenince hepsi aynı sese bürünüyor. karşımdakini yeterince öldürmüşüm meğerse. haklıydı yüzüme bakmamakta.
    benimse şikayet belirtmeye gücüm yok. o an bir hakkım olsun istedim ve eğer bir durum seçebilseydim yemin ederim sakinliği seçerdim. o kadar güçsüzüm ki büyük kelimelerimle, o kadar sinirli ve yıkık; tanrım tek bir cümlesiyle yıkabilecekken beni giderek daha da güçsüzleşmemi istiyor gibi.

    -mona, yüzüme dokunma tamam ama bak bir kere.

    susmak hiç aklıma gelmedi. kırgındım çünkü. ama yine de açıklamaya öyle devrilmişim ki devam ettim söylemeye.
    suçluymuşcasına, sesimin inceliğinden küçük bir yarık açıldı bastığım toprağın üzerinde.
    onun yüzündeyse daha sert bir ifade. sırtının bana dönük olması bu ifadeyi gizlemese keşke. musallat oldum resmen ona. bırakmadım. kendi ellerimle özbenliğimi daha ne kadar kırabilirdim acaba.
    giderek suçlu oluyordum karşısında. hatta tam arkasında sırtıyla haşır neşir, paltosunun ilmeklerini bir bir ezberlerken, 5 yaşında bir çocuktan daha küçük ama bin katilin suçunu üzerinde taşıyan masumiyete isyan etmiş bir pisliğin tavrıyla.

    - mona, dedim. mona, tamam bakma yüzüme. susacağım da elbet. belki bugün değil, ama mutlaka susacağım sana söz. ama beni tamamen yok etmeden gitme.
  • odanın aralık penceresinden tatlı bir esinti geliyordu. küçük kız gelen esintiyi hissedip piyanosunun başından kalktı. pencereye doğru yürüdü, bahçeyi izlemeye başladı, camdan ağaçları, kuşları izlemeyi çok severdi. ağaçların altında uzansa, bir bulutsuz gökyüzüne baksa mutluluktan ölürdü. hastaydı, zamanının çoğunu odasında geçirmesi gerekmişti yıllardır. zamanla o da alışmıştı bu duruma. bütün öğretmenleri eve gelir, az sayıda arkadaşını evin içinde görürdü ama dışarıyı çok severdi. kendinden esirgendiğinden mi nedir, doğaya âşıktı. hayatın bizden aldıklarına ya da vermediklerine karşı hassastık galiba. tam pencereyi kapatırken cama bembeyaz bir kırlangıç kondu. arada kuşları beslerdi ama hiç böyle güzel bir kuş görmemişti. dokunmak için elini uzattı kuş uzaklaştı biraz. korkutmak istemedi uzak durdu, gitti kırlangıç. sonra her gün camda kırlangıcı beklemeye başladı. bazı günler beyaz kırlangıç gerçekten de geliyor biraz camda durup ekmek kırıntılarını yiyordu, bazı günler de küçük kız piyano çalarken sesini dinliyor camın önünde oyalanıyordu. uzaktan kırlangıcı gören küçük kız daha mutlu çalmaya başlıyordu. çok yaklaşamıyordu kırlangıca korkuyordu onu kaçırmaktan. bir iki sefer cama doğru yaklaşmış hatta bir seferinde tutmuştu onu. yumuşacık, uzun, parlak çok güzel tüyleri vardı büyülemişti küçük kızı. avuçlarında usluca oturmuş sanki küçük kız gibi kırlangıç da onu incitmemek için hiç çırpınmamıştı. günler böyle geçerken küçük kız günün çoğunu camın önünde kırlangıcı bekleyerek geçirmeye başladı. belki içeri girer umudu ile camı kapatmıyordu. kırlangıcın her gelişinden sonra esen rüzgar yüzünden hastalanıyor, iyileştikten sonra tekrar camın önünde beklemeye başlıyordu. bir yandan kalmasını istiyor diğer yandan onu gittiği, uçtuğu gökyüzünden ayıramayacağını biliyordu. böylece zaman aktı kış geldi, yine uzun bir bekleyişin arkasından hastalandı kız, bu seferki çok ağırdı, iyileşmesi uzun zaman aldı. o uzun, ateşli, nöbetli hastalık geçti ama çok yoruldu küçük kız camı kapatmazsa bir dahaki hastalıkta ayakta kalamayacağını fark etti. kapattı camı, anlamış gibi bir daha cama gelmedi beyaz kırlangıç. önce çok üzüldü sonra alıştı küçük kız, kırlangıç için bütün güzel dilekleri diledi arkasından gönderdi gökyüzüne. sonra büyüdü, iyileşti ve her fırsatta çimlere uzanarak gökyüzünde süzülen güvercinleri, ebabilleri, leylekleri izledi. ama bir daha hiç beyaz bir kırlangıç görmedi.
hesabın var mı? giriş yap