• 'sevilmeye; hayran olunmamaya çalış'

    oruç aruoba'nın 'ile'sinde doya doya açıkladığı deyim. şöyle ki;

    'hayranlık' zavallı bir şeydir- çarpık birşey: çoğunluka, 'hayran' olunan , sahte bir büyüklük görünümü içindedir; 'hayran' olan da, yanlış bir küçüklük duygusu içinde...
  • 20.yy'ın belki de en anlaşılması zor fakat bir o kadar da en etkili filozofudur. bilinenin aksine witt'in geleneksel felsefeye karşı çıkması felsefeyi bitirmek amaçlı değil felsefeyi yeniden yaratmak amaçlıdır. bir etkinlik olarak gördüğü felsefeye yaptığı vurgu, aslında felsefenin problemleri çözmesi gerekmediğine inandığı, kaldı ki bu problemlerden bazılarının gerçekte zaten problem olmadığını gösterdiği gerçeğine dayanıyordu. örneğin,"ölümden sonraki yaşamın gerçek sorununun var olup olmadığı değil, var olsa bile, hangi sorunu gerçekten çözdüğü" fikri witt'in ilk anlamda felsefeye olan bakış açısı hakkında yolumuzu aydınlatır.

    witt'i gerçekten anlamak için erken dönem ve geç dönem düşünceleri arasındaki fikri değişimlerinin sebeplerine bakmak gerekir ki burada hayatını da iki ayrı parça olarak ele almak istiyorum: ailesiyle geçirdiği yıllar (erken dönem) ve cambridge yılları (geç dönem) özellikle aile hayatı bize bu konuda ciddi ipuçları veriyor.

    bilindiği gibi zengin ve aristokrat bir aileden geliyor ki ciddi entelektüel bir çocukluk ve gençlik dönemi geçiriyor. resim, müzik, edebiyat, heykel, felsefe gibi her alanda müthiş bir eğitim almış ve gerçekten de kabiliyetli bir insan. o dönemlerde evlerine sürekli dönemin en tanınmış sanatçıları misafir oluyor, yani öyle bir ortam var düşünün. hatta ünlü avusturyalı ressam gustav klimt'in margaret stonborough resmi witt'in kız kardeşinin düğün portresidir. az çok ortamı hayal edebiliyoruz. bir nevi entelektüel zehirlenme yaşıyorlar.

    entelektüel zehirlenme derken bu esasen kayda değer bir konu. aile çok kültürlü fakat bunun yanında psikolojik problemleri olan bir aileden bahsediyoruz. bunun en bariz kanıtı witt'in üç erkek kardeşinin intihar etmesi ki kendisi de intiharın eşiğinden dönmüştür. aile içinde bir sevgisizlik ve üst perdeden bir sıkıcılık hakim. bunun yanında witt'in birinci dünya savaşı'na katılması ve halen kendini gerçek anlamda olması gerektiği yerde görememesi bir nevi bunalıma sokuyor. 1912-1917 yılları arasında oluşturduğu ilk eseri tractatus'un alt zemininde; felsefeye olan ilgisinin ki özellikle kant gibi felsefeye bir sınır çekme isteğinin yanında 1912'de gittiği cambridge'de bertrand russell'dan etkilenmesi ve freud'un bilinçdışı teorilerinin etkilerini görürüz.

    witt, erken dönem felsefesinde en çok dili nasıl anlayacağı; dilin anlam ve dünyayla ilişkisi ile resmen boğuştu. başlangıçta dili dünyayı sınırlayan bir şey olarak görüyordu, çünkü felsefenin söylediği her şeyin anlamsız olduğuna inanıyordu. "dilimin sınırları, dünyamın sınırları demektir." dedi ki bu inancı daha sonra gözden geçirmiş olsa da, dilin gerçeklikle karmaşık bir ilişkisi olduğunu her zaman anladığı ve onu felsefe yoluyla anlamanın zorluğunu üstlenmeye çalıştığı açıktır. devamında "felsefe, dil aracılığıyla zekamızın büyüsüne karşı bir savaştır." diyerek felsefe dünyasına bir bomba gibi düştü.

    witt için düşünmek, anlamak her şeyden önce resim yapmaktı. bu noktada freud'dan etkilendiği çok bariz ki freud'da "resimlerle düşünmenin" önemini ve ilkelliğini her zaman dile getirmiştir. freud gibi, witt de rüyalarımızın bize bir dizi imge sunduğu fikrini ele aldı; bu imgelerin yorumlanması, zihnimizin bilinçsiz kısımlarına indirdiğimiz düşünceleri açığa çıkaracaktı. witt bununla ilgili şöyle söyler: "freud'un rüyaların yorumlanmasına ilişkin teorisinde bir şey varsa, bu insan zihninin resimlerdeki gerçekleri temsil etme biçiminin ne kadar karmaşık olduğunu gösterir."

    şimdi erken dönem felsefesinde bir kasvet, bir bunalım hali ve kendini daha çok bilinçdışı süreçlerle ifade etme eğilimi görüyoruz. bunun yaşadığı ortamla ilgili olması kuvvetle muhtemeldir ki 1930'ların başlarında cambridge'de aileden uzaklaşması adeta olaylara farklı perspektiflerden bakmasını sağlar. hatta bununla ilgili iki anekdot var ki witt'in geç dönem felsefesinin temellerini oluşturan süreçlerin içindedir.

    erken dönem düşüncesinde önermelerimizin ancak gerçekliği resmettiği müddetçe anlamlı olacağını düşünmesine rağmen geç dönem düşüncesinde ise önermeleri anlamlı kılan şeyin onun karşılık geldiği olgu durumları değil; ifadelerimizin sahip olduğu kullanım olduğunu düşünmeye başlar. geç dönem düşüncesindeki meşhur ifadesiyle söyleyecek olursak: ''bir ifadeyi anlamak, onun nasıl kullanıldığını anlamaktır.''

    esasında erken dönem tractatus'tan geç dönem felsefi soruşturmalar eserine geçiş her ne kadar geçmişe dönük eleştirel ifadeler barındırsa da bu diyalektik bir geçiştir bence. eski düşüncelerine ciddi eleştiriler getirmiştir ki bu yaşadığı değişim ile ilgili sıkı bir witt takipçisi amerikalı filozof norman malcolm'un biyografisinde witt ile ilgili şu iki anekdot geçer;

    ''bir gün sanıyorum trende giderken wittgenstein durmadan bir önermenin ve o önermenin betimlediği olgusal durumun aynı mantıksal biçime sahip olması gerektiği üzerinde ısrar edince, pierro sraffa (cambridge'de witt'in akademisyen arkadaşıdır) artık dayanamayıp bir elinin parmak uçlarıyla, napolilerce bezginlik ve aşağılama anlamında çenesinin altını kaşır ve şöyle sorar: 'peki benim şimdi önerdiğim şeyin mantıksal biçimi nedir?' sraffa’nın sorduğu bu soru karşısında wittgenstein, bir önermenin ve o önermenin betimlediği şeyin aynı biçime sahip olması gerektiği konusunda ısrar etmesinin saçma olacağını fark etmiştir. ve bu durum onu önermenin gerçekliğin resmi olduğu fikrinden uzaklaştırmıştır.''

    yine bir diğer malcolm biyografisinde; ''wittgenstein’ın bir gün yanından geçmekte olduğu bir tarlada futbol oynandığını gördüğü ve o an dilin sözcüklerle oynanan bir oyun olduğu düşüncesinin zihninde ilk kez canlandığı'' ifade edilir.

    witt, fikirlerinin değişimi noktasında bu olaylardan kısmi de olsa felsefi soruşturmalar'da bahseder. witt, hakkındaki büyük resme baktığımda farklı hayatlar yaşayan bir insanın düşüncelerinin değişebileceğidir. aile ortamından uzaklaşan ya da kendini gerçek anlamda ifade edemediği bir ortamdan çıkaran witt'in cambridge'e geçtikten sonra oradaki hayatında üzerindeki melankolik havayı da atarak kendini bir anlamda bulması olarak görüyorum. felsefeye kattıkları, felsefede açtığı yeni tartışmalar ve insanların kendilerini ifade etmede çığır yaratan fikirleriyle her zaman konuşulacak bir filozof olarak kalmaya devam edecektir.

    çok sevdiğim birkaç sözü ile yazıyı noktalamak istiyorum;

    * itiraf, yeni hayatınızın bir parçası olmalıdır.

    * hayata, ata binen kötü bir binici gibi ata biner gibi otururum. şu anda üzerinden atılmamamı yalnızca atın iyi doğasına borçluyum.

    * insanlar aptalca şeyler yapmasaydı akıllıca hiçbir şey yapılamazdı.

    * bir aslan konuşabilseydi onu anlayamazdık.

    * bir kelimeyi söylemek, hayal gücünün klavyesine vurmak gibidir.
  • wittgenstein'in 1929'dan 1951 yılında ölümüne değin yazdığı ancak ancak yayınlamadığı notları, düşünceleri ilk kez 1977 yılında kitaplaştırılmıştır. bu kitap 1999 yılında altikirkbes yayınevinden oruc aruoba çevirisi ve almanca asılları birlikte yan değiniler adı ile yayınlandı.
    "bir insan kilitli olmayan, ama içeriye doğru açılan bir kapıyı boyuna itiyor, çekmek aklına gelmiyorsa, odada hapistir."
  • "dilimin sınırları, dünyamın sınırlarını belirler" diyen neokantçı filozof.
  • tuhaf ve karizmatik adam. görsel

    wittgenstein'la ilgili tuhaf olan şey felsefenin ilgilendiği temel sorunlar olan;
    + hür irademiz var mı?
    + bir şeyi kesin olarak nasıl bilebiliriz?
    + neden hiçbir şey yokken şeyler var?
    + ne yapmalıyız?
    gibi sorularla ilgilenmemesiydi.

    felsefe hakkında hiçbir şey bilmiyorsanız, muhtemelen wittgenstein'ı anlamak için ideal bir konumdasınız. wittgenstein felsefeye çok tuhaf bir kapıdan girdi. mühendislik okuyordu ve çalışmasının bir parçası olarak matematiğe ilgi duymaya başladı. matematik çalışmasının bir parçası olarak matematiksel mantıkla ilgilenmeye başladı. matematiksel mantık çalışmasının bir parçası olarak felsefeyle ilgilenmeye başladı. özel ilgi alanı dildi ve kariyerinin ilk bölümünde, filozofların dili başka hiç kimsenin kullanmadığı ve kesinlikle hiçbir şey ifade etmeyen bir şekilde kullandığı düşüncesindeydi. gerçekliğin acil mantıksal sorunları ve bunların nasıl çözüleceği ile daha çok ilgileniyordu.

    filozoflar bugün hala kelimelerin nasıl anlam kazandığını ve bir kelimenin herhangi bir anlama sahip olmasının ne anlama geldiğini tartışıyorlar. wittgenstein bütün bunları yırtıp attı ve kelimelere anlam verenin kullanım olduğunu ve bu nedenle kelimelerin hiçbir anlamı olmadığını yazdı. son 2400 yılda filozofların ardı ardına çözmeye çalıştığı büyük felsefi problemlerin çoğunun dilin yanlış kullanımından kaynaklandığı için çözülemeyeceğini söyledi.

    anlaşılmasının zorluğuyla ünlenmiş kitabı tractatus logico-philosophicus anlamlı ifadelerin sınırlarını tanımlama girişimiydi. wittgenstein, bu sınırların gerçekten de çok dar olduğunu düşünüyordu. daha sonraki çalışmalarında büyük felsefi sorunların çoğunun dilin farklı kullanımları hakkındaki yanlış anlamalardan kaynaklandığını savundu. bazı ifadelerin anlamlı olduğu ve diğerlerinin olmadığı fikrini bıraktı; bunun yerine tüm ifadelerin dil oyunları olarak adlandırdığı çeşitli farklı söylem türleri içinde bir tür anlamı olduğunu savundu.

    ona göre felsefe böyle bir dil oyunudur. "bunun bir ağaç olduğunu biliyorum" ifadesi sıradan konuşmalarda biraz tuhaftır ama felsefede konuşmacının gerçeklik algısı hakkında bir şeyler söyler.

    onunla ilgileniyorsanız, ilk önce ray monk'un biyografisi ludwig wittgenstein* 'u okumanızı öneririm. çalışmalarının neye benzediği hakkında bir fikir edinmek istiyorsanız, tractatus'u veya daha sonraki çalışmalarını en iyi özetleyen bitmemiş kitabı felsefi araştırmalar'ı deneyebilirsiniz.

    okuyup anlayamadığınız için üzülmeyin. defalarca defalarca ve defalarca...sonunda bir yerden yakalayınca zevkli olacak. bu dünyadan böyle büyük beyinler, böyle dehalar, böylesine etkileyici fikirler gelmiş geçmiş. şahit olmak, tanışmak, anlamak gerekli.

    debe editi: "dünyadaki başka insanların bana dünya hakkında söyledikleri, benim dünya deneyimimin çok küçük ve önemsiz bir kısmıdır."

    ayrıca tractatus için (bkz: #130725440)
  • "anlamsız olan daha büyük bir sayının daha küçük olana göre sonsuza daha yakın olduğunu düşünmektir" demiş ve bence insaoğlunun dili ve düşünceyi ne kadar yanlış algıladığını, kullandiğini neredeyse kusursuz olarak ifade etmis mihenk tasi feylozof.
  • "sadece kendinizi geliştirin, dünyayı iyileştirmek için yapabileceğiniz tek şey budur."

    ludwig wittgenstein’ı sevmek için birçok nedeniniz olabilir. benim için en keyifli nedenlerden biri orta yaşlarında kendi çabasıyla klarnet çalmayı öğrenmesi, hatta piyanist arkadaşı ile haydn, mozart, beethoven, schubert, brahms bestelerinde düetler yapabilecek kadar kendini geliştirmesidir.

    viyana’da varlıklı bir aile olan karl ve leopoldine wittgenstein’ın evi johannes brahms, gustav mahler, josef labor, pablo kazalas, rudolf von alt, gustav klimt gibi sanatçıların sık sık ziyaret ettiği bir yerdi. müzik, resim ve tiyatroya ithaf edilen gecelerin düzenlendiği sanatla iç içe bir evde ailenin bütün çocuklarının, doğal olarak, sanata büyük bir ilgisi vardı. hal böyle olunca ailenin en küçük bebesi olan ludwig wittgenstein için şiir ve müzik felsefeden çok daha önemli bir hal aldı. hatta daha sonraki yazılarında bunu bir hastalık olarak tanımlayacak kadar ileri gitti. çocukluğunda herhangi bir enstrüman çalmayı öğrenmese de ailesinin geri kalanı gibi, müzikal olarak çok yetenekliydi ve çevresi için alışılmışın dışında bir enstrüman olan klarnete merak saldı. hiçbir eğitim almadan kendi çabası ile öğrenmesi mükemmeliyetçi ve atarlı karakteriyle birleşince klarneti kusursuz çalmayı takıntı haline getirmiştir. öyle ki düetler yaptığı piyanist arkadaşına “my clarinet never plays a false note” diyerek eleştiriye tahammülü dahi olmadığını açıkça belirtmiştir. gustav mahler gibi bir besteci bile onu “çok modern fakat aksi düşünen herkesle şiddetli tartışmalara giren biri” şeklinde tanımlamıştır. tam bir demir leblebi olan düşünürümüz klarneti ne kadar mükemmel icra ediyordu bilinmez ama onu tanıyanlar “en etkileyici müzikal başarısı ıslık çalma yeteneğiydi” diyormuş.*
  • ...ancak kendinde devrim yapabilen devrimci olabilir.

    sözünün haklı sahibi.
  • bartleby ve şürekası'na çokça misafir olmuş feylezof.

    onu sevmek için elli neden:

    --- spoiler ---
    kaynak

    1) çünkü dikiş tutturamamış aristokrat rolünü benimsemişti.
    2) çünkü hiçbir zaman heidegger gibi “heil hitler” yazmamış, sartre’ın yaptığı gibi komünist partisi’nin kuyruğuna yapışmamıştı.
    3) çünkü dostluğa inanıyordu. bir dost, diyordu, anlamsızlık alanında birlikte kilometrelerce yol alabileceğiniz biridir.
    4) çünkü, kendinden nefret etmenin sıkıntılı ve başarısızlığa yargılı peygamberi otto weininger’in hayaleti, yaşamının sonuna kadar ona eşlik etti.
    5) çünkü onu avrupa’nın en zengin insanlarından biri yapan aile mirasını geri çevirdi.
    6) çünkü yaşamının son yıllarında öğrencilerine pek ender olarak verdiği ahlak derslerinden biri şuydu: “insan, kafasının içini boş şeylerle doldurmamalı.”
    7) çünkü birinin çıkıp, entelektüel dünyanın augias ahırlarını temizlemesi gerekiyordu. wittgenstein, bu işi yapmak için kendisinin seçilmiş olmasına her zaman şaşırmıştı.
    8) çünkü bertrand russell ona, bir dünya barış ve özgürlük örgütü kuracağını haber verdiğinde, wittgenstein bıyık altında gülmüştü. “öyle sanıyorum ki, demişti bunun üzerine russel, siz kendi adınıza bir dünya savaş ve kölelik örgütü kurmayı yeğlerdiniz.” wittgenstein bu düşünceye ateşli bir biçimde katılmıştı: “evet, ben daha çok böyle bir örgütü yeğlerdim!”
    9) çünkü felsefenin hiçbir düşünce toplumunun yurttaşı olmadığını ileri sürüyordu. hatta wittgenstein’ı filozof yapan, bu köktenci tuhaflığıydı.
    10) çünkü tractatus logico-philosophicus’u yayımlayan editöre, okuduklarından hiçbir şey anlamayacak olan okurun kinini kusabilmesi için, kitabın sonuna on-on iki boş sayfa eklemesini önermişti. ayrıca yıldız falına inananların, yıldızların kendisi hakkında ne söylediğini öğrenmelerini sağlamak için, kitabın kapağına doğum tarihinin ve saatinin konmasını da istemişti…
    11) çünkü onun ülküsü, bir dilbilgisi damlasının içinde bir felsefe bulutu yoğunlaştırmaktı.
    12) çünkü kendi kendine sürekli şu soruyu soruyordu: yalnızca belli bir yeteneği varsa ve bu yetenek de yok olmaya başlamışsa, insan ne yapabilir? en iyisi, bu yetenekle birlikte yok olmak değil mi?
    13) çünkü prostat kanserine yakalandığını öğrendiğinde, üzüldüğü şeyin bu tanı değil de, doktorunun ona, bu hastalığın kesin olarak tedavi edilebileceğini söylemiş olmasıydı. “yaşamayı sürdürmeye hiç de hevesli değilim,” cevabını yapıştırmıştı ona.
    14) çünkü şöyle diyordu: “benim düşüncelerim, ingiliz garlarında bilet gişelerinin üzerine yapıştırılan şu afişe benzer: “bu yolculuğu ille de yapmanız gerekiyor mu?” bunu okuyan birinden şöyle bir cevap beklenebilir: “ikinci kez düşünecek olursam, hayır.”
    15) çünkü yaşamı boyunca hiç kravat takmamıştı.
    16) çünkü atom bombasını acı fakat sağaltıcı bir ilaç olarak görüyordu.
    17) çünkü schopenhauer’a sadık kalarak, çocuk yapmanın suç olduğunu düşünüyordu ve kendisine tutkun bir genç kıza bir gün, bunun gerçekte bu sefil dünyaya yalnızca bir varlık daha bırakmaktan başka bir işe yaramayacağını söylemişti. ayrıca, insanların bu dünyada çok uzun süre yaşadıklarını düşünüyordu.
    18) çok günah işlediğinin ve bu günahların hiçbir şekilde bağışlanmayacağının bilincindeydi. onun gözünde tanrı acımasız bir yargıçtı; tanrı’yı başka türlü düşünemiyordu.
    19) çünkü her türlü felsefi kanıt getirmenin sıradan bir edim olduğunu düşünüyordu. russell’a itirafta bulunarak, bir çiçeği çamurlu elleriyle kirletmek istemediğini söylemişti.
    20) çünkü kendine şu soruyu soruyordu: “şimdi, geçmiş olduğu zaman nereye gidiyor ve geçmiş nerede?” işte, diyordu, felsefede insanın başına en çok dert açan sorulardan biri.
    21) çünkü wittgenstein ile thelonious monk arasında tuhaf yakınlıklar var. ona da, monk’a da öykünmeye olanak yok – ikisi de çok karmaşık, çok kendine özgü. ikisi de sessizliğin müzikçisi.
    22) çünkü ıngeborg bachmann, doktora tezini onun üzerine hazırladı.
    23) çünkü ısabelle huppert, werner schroeter’in malina başlıklı filminde, wittgenstein’ı konu alan bir ders veriyor.
    24) çünkü michael haneke’nin bir rastlantının zamandiziminden 71 parça başlıklı filmi, doğrudan onun felsefesinden, ingiliz derek jarman’ın wittgenstein filmi de onun özyaşamöyküsünden esinleniyor.
    25) çünkü freud’u yalnızca bakış açımızı değiştiren biri olarak değil, yeni bir bakış açısı yaratan, modernliğin en büyük estetik tanrılarından biri olarak görüyordu.
    26) çünkü felsefe alanında yarışı kazanan, diyordu, en yavaş koşmasını becerebilen kişidir. ya da: varış noktasına en son ulaşan kişidir. “filozofların,” diye yazıyordu, “birbirlerini şöyle selamlamaları gerekir: ‘ağırdan al!’ ”
    27) çünkü, neden felsefe yaptığı sorulduğunda, felsefe yapmanın hiçbir işe yaramadığını, ayrıca, bunu yapmakla insanın kendisinden başka kimseye zarar vermediğini, söylüyordu.
    28) çünkü vazgeçiş okulu’nun bir başka schopenhauerci yandaşı olan ve gelip geçenlere cehennemin yolunu soran, ayrıca kendi kendini aldatmaktan korktuğu için itiraflarını yakan louise brooks’la aynı ailedendi.
    30) çünkü kötü haberleri her zaman iyi haberlere yeğ tutuyordu –karanlık önsezileri böylelikle doğrulanmış oluyordu– ve gottfried keller’in şu cümlesi, en sevdiği alıntılar arasındaydı: “her şey yolunda gidiyorsa, bunun böyle olması için hiçbir neden olmadığını unutma.”
    31) çünkü verdiği unutulmaz konferanslardan birinde, karl popper’ı uzun bir maşayla tehdit etmişti.
    32) çünkü o olmasaydı, wittgenstein’ın yeğeni’ni, thomas bernhard’ın o başyapıtını tanımamış olacaktık. 33) çünkü ünlü mind dergisinde çıkan felsefe yazılarını okumanın saçma olacağını, street and smith’in yayımladığı polis romanlarının bu konuda çok daha doyurucu olduğunu ileri sürüyordu.
    34) çünkü en beğendiği deyişlerden biri şuydu: “o lânet olası şeyi rahat bırak!”; bu deyişi fiyakalı bir abartıyla söylüyordu ve bu sözler yaklaşık olarak, şeylerin olduğu biçimiyle iyi oldukları, bir şeyleri değiştirmeye özellikle kalkışılmaması gerektiği anlamına geliyordu.
    35) çünkü, üniversitede dersini bitirir bitirmez, en yakındaki sinemaya koşup bir western ya da müzikli komedi izliyordu. her zaman da en ön sıraya oturuyordu.
    36) çünkü felsefe üzerinde çalışmanın, insanın öncelikle kendi üzerinde çalışması anlamına geldiğinin bilincindeydi. insan hangi noktaya erişmişse, ancak o düzeyde yazabilir.
    37) çünkü çevresine şunu salık veriyordu: “bir başkasının derinlikleriyle sakın oynama!”
    38) çünkü şöyle diyordu: “avaz avaz saçmalamak seni özellikle utandırmasın! dikkat edeceğin tek şey, kendi ağzından çıkan saçmalıklar olmalı!”
    39) çünkü üniversitede yapılan felsefe eğitimini hor görüyor ve orada “dürüst bir çalışma yapılabilmesinin mucize olduğunu” söylüyordu.
    40) çünkü söylemlerindeki göz boyama oyununa direnmekte uzmandı. diogenes, soytarıların dilini kullanarak filozofların dilini çürütmüştü; wittgenstein da bizim felsefi şişinmelerimizin altına yerleştirdiği odunları tutuşturdu.
    41) çünkü insanın anlamasına olanak bulunmayan şeyleri anladığını sanmasına yol açan felsefi basitleştirmelerden iğreniyordu.
    42) çünkü elli yaşını geçtiği halde, gençlerle korkunç karmaşık aşk ilişkileri yaşayabiliyordu. 43) çünkü kendi yaşamını düşünmenin ya da düşünmeye çalışmanın, mantık problemlerini çözmekten hem daha zor, hem daha dürüst bir davranış olduğu kanısındaydı. “bir insan bile olamadıktan sonra, mantıkçı olmak neye yarar?” diyordu kendi kendine.
    44) çünkü başarısız bir keşişti – bu özelliği, yaşamöyküsünü en iyi yazan kişinin gözünden de kaçmamıştı … monk’un adına yazgılı bir keşiş.
    45) çünkü gilles deleuze’ün öfkelenip başkalaşmasına, savcıya dönüşerek onu felsefeyi katletmekle suçlamasına yol açmıştı.
    46) çünkü birinci dünya savaşı sırasında en tehlikeli görevlere gönüllü olarak katılmıştı. korkunun, dünya üzerindeki varlığımız hakkında yanlış düşünmemizden kaynaklandığı inancındaydı. siperlerde tolstoy’u, schopenhauer’ı ve nietzsche’yi okuyordu.
    47) çünkü filozofların sorunlarını, onların düşündüğünden daha çılgın şeyler düşünerek çözebileceğimizi söylüyordu.
    48) çünkü, pozitivizmin en köktenci yuvası olan viyana çevresi’ne bir konferans vermek üzere çağrıldığında, dinleyicilere rabindranath tagore’dan mistik şiirler okumayı yeğlemişti. 49) çünkü ün peşinde koşma özleminin, düşüncenin ölümü olduğu kanısındaydı.
    50) çünkü norveç’te tek başına iki yıl yaşama kararından sonra onu caydırmaya çalışan russell’a, akıllı insanlarla konuşarak akıl fuhuşu yaptığı karşılığını vermişti. “orada karanlıklar içinde kalacağını söyledim,” diye anlatıyor russell, “o da bana ışıktan nefret ettiğini söyledi. bunun üzerine, ona deli olduğunu söyledim, o da bana: ‘tanrı beni zihin sağlığından korusun!’ diyerek karşılık verdi.” wittgenstein, bütünüyle işte bu sözlerdedir.
    --- spoiler ---
  • "modernitenin büyük bir aldatmacası, tabiat kanunlarının evreni açıkladığıdır. tabiat kanunları evreni tarif eder, düzeni tarif eder. ama hiçbir şeyi açıklamaz" sözünün sahibidir. ayrıca mealen "modern insan, yere çizdiği düşmanının resmine mızrağını saplayan yerliye güler. ama sonra cüzdanından çıkardığı çocuğunun resmini öpmekte beis görmez. oysa temelde ikisi de aynı şeydir." demiş ve beni benden almıştır.
hesabın var mı? giriş yap