• 71. cannes film festivalinde, altın palmiye almış hirokazu koreeda filmi.

    edit: filmi izledim. aşağıya yorum yapacağım.

    öncelikle filmekimi sağolsun, filmi avm sinemasında, en az 10 dk'lık reklamlar sonrasında izleyebildik. hani sözde bir sanat, ve sanattan beklediğin de eleştiri gücüdür değil mi? ı ıh! vakti zamanında bir münevverin de dediği gibi katı olan her şey buharlaşıyor! ve sen sevgili tüketici; o kapitalist ideolojinin yüzer geçer reklamlarına da, üç kat çıkarken tüm o meta bombardımanına da, en kazık fiyattan içeceğe de maruz kalmak zorundasın. ha sorarlarsa eleştiri gücü falan dersin kim bilecek?

    film hakkında uzun uzadıya yazmayacağım. filmi beğenmedim! elbette bunun sebeplerini açıklamadan önce filmin üzerine oturduğu bağlamı anlamamız lazım. film arakçılık yaparak geçinen lokal bir japon ailesini anlatmıyor. film, sayıları her geçen yıl kat be kat artan prekaryayı anlatıyor. bağlam bu. tabi mühim olan filmin prekaryayı nasıl vurguladığı.

    öncelikle şundan bahsetmem lazım. dev bir tüketim canavarı haline gelmiş orta sınıfın, birincisi yoksulların yaşamına dair, ikincisi de bu yoksulların sistemle kurduğu ilişkiye dair doğru, sağlıklı bir bilgi edinebilme şansı yok. bu bilgiyi kaçınılmaz olarak medya aracılığıyla, kültür endüstrisi aracılığıyla bir ideoloji kılıfı altında özümsüyorlar. sonuçta fakirler orada, ve tüketmek dışında bir gayesi olmayan bu orta sınıf mensublarının, bu insanlara dair bir fikir edinmesi lazım. heh işte, o fikir manipüle edilmiş, çamurdan, gerçeklikle ilişkisini kaybetmiş bir niteliğe tabi.

    koreeda, prekaryayı merceğine alıyor, fakat onları aşırı derecede sevimlileştiriyor, gerçek-dışılaştırıyor, yaşamlarına estetik bir değer atfediyor. halbuki gerçeğin sertliğinin öyle estetikle falan pek bir işi olamaz. buna demirkubuz ve yılmaz güney sinemalarından aşinayız. elbette bu ideoloji kumkuması yönetmen, her şeyi de gerçekdışılaştıramaz, öyle olsa film karikatürleşir. ne yapıyor? 7 tane yalan söylüyorsa, 3 tane de doğru söylüyor. mesela baba rolündeki adamın güvencesiz çalışmasına falan değiniyor, ama sadece değiniyor. iş bulamayan kadının seks show yapmasına, ve kapitalizmin yabancılaştırdığı erkeğin onun kollarında ağlamasına değiniyor, ama sadece değiniyor. bu meselelere asla derinlemesine eğilmiyor, yüzeyselce geçiyor ve filmi bir duygusal iklime hapsedip, sistemin çelişkilerini normalleştiriyor.

    çok ilginçtir, bir yandan ailenin marketleri soymasına değinirken, öte yandan bu soygunun nesneleri olan insanların dahil olduğu tüketim toplumu olgusunu hiç ele almıyor. prekaryayı, yani güvencesiz, sınıf dışı aileyi ise adeta yeşilçam filmlerindeki gibi "fakiriz ama mutluyuz" alt metni ile gösteriyor. herkes o kadar mutlu ki! işten atılan mutlu. iş kazası ile bacağını kıran mutlu. ulan kadın hapse giriyor, o zaman bile mutlu! bir de göz falan kırpıyor. hollywood'dan aşinayız böyle yaralı kahraman anlatılarına da, japon kardeşleri de geri kalmamışlar işte. denizde adeta bir orta sınıf gibi eğlenmeler, yağmur yağarken yapılan erotik tandanslı seks... bir de aile sürekli bir tıkınma halinde. bir sahne yok ki höpürdete höpürdete yemek yemiyor olsunlar. yoksulluğun dibinde değil de, "rahat rahat yaşıyor bunlar kardeşim" denilebilecek bir resim çizilmiş. orta sınıfa ait ne kadar değer varsa tamamı anakronik bir şuursuzlukla yoksul aileye atfedilmiş.

    ben size o insanların nasıl yaşadığını kısaca anlatayım. baba genelde geçici işlerde çalışır, iş güvencesi yoktur. 2 ay sonra işsiz kaldığında geleceği belirsizdir. anne zaten kolay kolay iş bulamaz. el işi ürünler yapıp onları satmaya çalışır yok pahasına, zaten kimse de almaz. beslenme ve yaşam şartları çok kötü olduğu için aile sürekli hastalıklarla boğuşur. fakat hastaneye, muayane olmaya gidecek paraları da yoktur. sigorta olmadığında, -prim dolmamışsa- devlet hastanesi de olsa para ister. koca karı metotlarıyla böyle ufak hastalıkları geçirmeye çalışırlar. hastaneler ancak ölme seviyesine geldiklerinde bakar. he onda da acilde bir sedyede sokak köpeğine yapılan bir muameleye maruz kalırlar. fakir oldukları için kimseden saygı göremezler. alışverişlerini halk pazarlarından yaparlar. öyle orta sınıfın bulunduğu mekanlara pek giremezler. girmek de istemezler zira kendilerini giyimlerinden, fakirliklerinden, konuşmayı bilmemelerinden ötürü aşağı hissederler. apartmanda yaşayan insanlar onlara göre zengindir, kaloriferli evde yaşayan adamın keyfi tıkırındadır. bundan öte zenginlik bilmezler. seks mi? hiç öyle yağmur altında sırttan pırasa emmeli, göbekten üzüm yemeli falan olmaz. genelde tek göz odaya ortasından bir battaniye ya da örtü geçirilir. o örtünün arkasında mecalleri varsa yaparlar bir şey garipler. fakat orta sınıf gibi cinselliğe vakit ayıracak bir keyif ve enerjiye sahip değildirler. yani bizim atfettiğimiz değeri atfetmezler. çok daha merkezcil dertleri vardır. komşuluk ilişkileri önemlidir. diğer fakir ailelerle stratejiler geliştirip mutualist bir yaşam idame ederler. ne nerde ucuz, nerede ne imkan var bilirler. yani filmde gördüğümüz üzere sırtı tok karnı pek değillerdir. öyle arakçılıkla falan hayatlarını idame ettiremezler. aralarında mecburiyetten hırsızlık yapanlar olsa da eninde sonunda yakalanıp yakayı ele verirler. filmdeki gibi sonsuz bir haz içinde yaşayamazlar. ilginç bir nokta, bu marketlerde kamera ne alemde koreeda efendi?

    yine bir diğer nokta, devlet, suça bulaşmış zavallı çocuğu şefkatli kollarıyla saran bir mekanizma olarak gösterilmiş. devlet, bu çocukları ıslahevinde terbiye etmeye çalışır, başka bir gayesi yoktur. fakat toplumun bu sınıf dışı kesimini ekonomik alana dahil edemeyeceğini bildiği için de, tekrar suça bulaşacaklarını bilmektedir! yani bu insanların kaydı devlette vardır. 354238 tane suçtan sabıkalı adam nasıl dışarıda dolaşıyor sanıyorsunuz siz? foucault'ya göre devlet, küçük yasadışılıklar için bir ekonomi oluşturur. böylece bir yandan muhbirleriyle alanı denetim altında tutarken öte yandan da büyük yasadışılıkları kontrol altına alır. bu yüzden kapitalist sistemde ne hapishaneler boşalır, ne de dışarıda gezen sabıkalı adamlar...

    kısaca film saçmalık. bunu izleyeceğinize bir doz babamın kanatları izleyin. ya da hiç olmazsa i daniel blake izleyin. böyle macera romanı gibi bir fakir tipolojisi olamaz. prekarya oluk oluk acı çekmektedir. peki filmin izleyicisi kimdi? cevap vereyim, şu eğitimli orta sınıf, küçük burjuva. bu adamlara yoksullar böyle anlatılıyor. büyük bir ideolog olan koreeda da, şampuan firmalarının fonladığı cannes tarafından ödülünü alıyor. sistem böyle işliyor.

    eğer masal dinlemek değil de gerçekleri öğrenmek isterseniz, aşağıda birkaç kitap önerisinde bulunacağım;

    michel foucault- hapishanenin doğuşu
    necmi erdoğan- yoksulluk halleri
    ışık & pınarcıoğlu- nöbetleşe yoksulluk

    özellikle son kitabı okursanız, yoksulluğun üstesinden gelinebilir bir şey değil, bir kader olduğunu öğrenmiş olacaksınız. kapitalizmin çelişkileri ilk günkü gibi canlıdır. emek-sermaye çelişkisi yoğunlaştıkça ve daha fazla insan güvencesiz hale geldikçe de daha da katılaşmaya devam edecektir. koreeda'nın sattığı ise bir film değil, kendi vicdanıdır.
  • daha önce iki filmini seyretmiş olduğum japon yönetmen hirokazu koreeda'nın altın palmiyey'yi kucaklayan son işi. film küçük hırsızlıklarla hayatını sürdüren bir ailenin, sokakta buldukları bir çocuğu eve almalarıyla yaşanan olayları konu ediniyor. umarım en kısa zamanda izleme fırsatı bulurum. aynı yönetmenin dare mo shiranai adlı filmini izlemiş, darmadağın olmuş ve bir daha asla izlememeye yemin etmiş biri olarak korkmuyor da değilim.
  • japonya'da bir ay içinde 29.2 milyon dolar hasılat yapıp, rekor kırmış, ödüllü hirokazu koreeda filmi.
  • türkiye vizyon tarihi 17 ocak 2019 olarak gözüküyor. ımdb puanı 8.1
    filmekibi 2018 festivaline katılamayacağım gibi duruyor. o yüzden vizyon tarihini beklemem gerekiyor.

    edit: yorumum burada.
  • harika film. filmin ilk dakikasından itibaren doğallığın getirmiş olduğu bağlayıcılıkla sanki film izlemiyor da karakterlerin etrafından onları gözetliyorsunuz ve her şey gözünüzün önünde yaşanıyor hissini veren sıcak bir film yapmış hirokazu koreeda. filmde oyunculuk yok ve her şey gerçekmiş gibi. bunu bir filmde yapmak gerçekten zor. bu durumu asghar farhadi filmlerinde de çok görüyorum. burada da görmek çok hoş oldu. inanılmaz sıcak ve dokunaklı bir film ve verilmek istenen mesaj hikayenin altına çok güzel yedirilmiş. sonsuza kadar sürseydi bu film yine izlerdim sıkılmadan herhalde.
  • hirokazu koreeda nın filmografisinin en tepelerinde kendine yer bulabilecek, yönetmenin sinema sanatı için ne kadar özel biri olduğunu gözlerimizin içine sokan film.

    tüm olayların doğal bir akış içerisinde hiç bir abartı ve zorlama olmadan geliştiği bir yapıya izleyiciyi 2 saatte inandırmak gerçekten olağanüstü. salondan ayrılıp kadıköyde yürürken yönetmenin sizi çektiği dünyada, japon gettolarında dolaşır gibi bir his yaratmak çok büyük bir yetenek ve çalışma ister diye düşünüyorum.

    sadelik ve basitliğin bu kadar ustaca yorumlanmasında oyuncuların payı muazzam. ancak bu doğallık içerisinde bile kusursuz mekanlar, planlar ve kurgu ile izleyiciyi oraya ait hissettirmek, basitin içine ustalığı gizlemek, çok ama çok değerli.
  • başıma bir iş gelmeyecekse beğenmediğim film.

    cannes film festivalinde ödül aldığını haberlerde okuduğumda ve fragmanını seyrettiğimde büyük bir merakla gösterime çıkar çıkmaz sinemaya seyretmeye gittim. (hazır da japonya'da yaşıyorken)

    kırkbeş dakikada anlatılabilecek bir hikayeyi iki saate yaymışlar. fragmanı seyrettiğimde filmde daha akıcı bir hikaye bekliyordum. fotoğrafvari sahneler güzeldi ancak süreklilik yok. süpermarket sahnesi, otoparkta araba soygunu sahnesi, ya da kayıp çocuğun bulunduğu sahne. o kadar yavaş ilerliyor ki. ne anlatmak istediğini anlatamadığını düşünüyorum. sürekli bir belirsizlik var.

    yönetmen hirokazu koreeda'nın tarzını bilmiyorum. ilk kez seyrettiğim filmi manbiki kazoku oldu. ancak beni pek sarmadı.

    shinjuku incident, map of the sounds of tokyo veya enter the voidfilmleri (yabancı yönetmenler tarafından çekilmiş olmasına rağmen) mekan seçimleri, renkler ve kurgu açısından daha başarılı olduğunu düşünüyorum. japonya ise japonya. getto ise getto .suçsa suç. hepsi mevcut. en azından akan bir hikaye var. manbiki kazoku'yu izlerken içim daraldı.
  • henuz izlemeye firsatim olmadi cunku bulundugum yerde vizyona girmedi; fakat yazilanlardan anladigim kadariyla yonetmenin tarziyla ortu$en film.

    ilk dikkatimi ceken kirin kiki oldu. yonetmenin diger 2 filminde de vardi. yine boyle diger filmlerinde olan oyuncular var. adam hep benzer kadroyla calisiyor, yani tarzindan pek vazgecmiyor.

    boyle odul alan yonetmenlerden ilk izlediginiz filmi odul aldigi film olursa genelde husran olur. eger ilk filmiyle odul almamissa, once yonetmenin tarzini ogrenmek icin baska filmlerinden baslamak en iyisi.
  • sayesinde turkce'de manbiki'yi (ingilizce shoplifting) ifade eden bir kelime olmadigina sahit oldum.

    filmi de bir aile işi diye cevirmisler zaten.
  • seni sevdiği için bağırdığını söyleyenlere asla inanma repliği ve sonrasındaki sarılmadan sonra koyverip sinemada sesli ağladığım koreeda filmi. 10 tl'ye 2,5 saat teraphi. bu arada japon duygusallığının öğeleri nasıl bu kadar benzeşebiliyorum? heralde çocuklukla ve olgunlaşmayı reddetmekle ilgili bir şey olsa gerek
hesabın var mı? giriş yap