• 2009 yılına gireceğimiz bu günlerde hala hayvanlar gibi sömürüldüğü bilinen ülke. bir belgeselde izlediğim kadarıyla ülkede çok önemli altın rezervleri vardır hatta sokaklarda açıktan altın külçeleri el değiştirebilmektedir.

    ancak ülke tamamen avustralya ve britanya'ya bağlı olduğundan tüm kaynaklar bu büyükler tarafından sömürülmektedir. hatta idari olarak ingiltere kraliçesine bağlıdır. sokakta insanlar çıplak ayakla dolaşabilmekte, başkentte yamulmuyosam 4-5 adet internet kafe bulunmaktadır. ülkenin endonezya ile arasındaki karasal sınır avustralya tarafından kapatılmış, hatta kendi şehirleri arasında bile ulaşım çok kısıtlı tutulmuştur. ülkenin gelişmesi bilinçli bir şekilde engellenmiştir. böyle şeyleri gördükçe insanın çok canı sıkılıyor dostlar, bir tarafta ekonomik kriz reçetesi olan trilyon dolarlar diğer tarafta açlıktan ölen sömürülen insanlar. gerisi de masal zaten.
  • 2019 yılında bu ülkeye iki haftalık turistik bir ziyaret yaptım. gözlemlerimi paylaşmak isterim. çok uzun bir entri olacak. durumu olmayan okumasın :)

    hakkında az entry girilmiş bir başlık, hakkında çok az şey bilinen bir ülke. hatta yamyamlık rivayetleri falan insanı tırstıran ülke.

    ilk başta şunu söyleyeyim: 1961 yılında henüz 23 yaşında iken katamaranı ile papua yeni gine sahilinde kaza geçiren meşhur rockefeller ailesinin veliahtı michael rockefeller dani kabilesi tarafından yenmiş. evet adamı resmen yemişler lan. national geographic editörü carl hoffman kitabında 1973’te dani kabilesi’nin lideriyle konuştuğunu belirterek “mızrakla öldürülen beyaz adam, sudan çıkarılıp parçalara ayrıldı. orada yakılan bir ateşte, uzuvları pişirilip yendi” diye yazmıştır.

    muz cumhuriyeti mi lan burası? evet muz cumhuriyeti. bu ülkeye türkiye'den giden insan sayısı taş çatlasın iki basamaklıdır. nedenini entriyi okuyunca anlayacaksınız.

    gezmek bir virüstür, bir tutkudur. bu virüsü kaptınız mı artık işler geri dönüşü olmayan bir şekilde değişir. hayatınızı buna göre şekillendirmeye başlarsınız. italya, venedik, paris, eyfel kulesi, new york ile başlar, aman bir safari yapayım, ümit burnu'na da gideyim, çölleri de aşayım derken sınırların tam anlamıyla kaybolduğu yerlere gitmek için planlar yaparken bulursunuz kendinizi. zaman, para ve sağlık işidir. ve artık giderken "gidip de dönmemek var, gelip de bulmamak var" denilen geziler başlar. işte papua yeni gine de tam olarak böyle bir yer. başka bir kıta, başka bir iklim, başka bir çağ, başka bir gezegen yani bize benzeyen, bizim gibi olan hiçbir şey yok. zaten artık amaç da farklılıkları keşfetmek olduğu için tam olarak aradığım yer. uzun bir zaman buraya gitmenin planlarını yaptım. kapalı bir seyyah gurubumuz var. ekstrem seyahatler için buluşup planlar yapıyoruz. bu şekilde çok farklı coğrafyalar gezdim.

    şimdi gelelim bu papua yeni gine'ye.

    1. yol: bu ülkeye en kolay avustralya ve singapur üzerinden gidiliyor. ben avustralya üzerinden gittim. port moresby'den bir acente ile irtibata geçtik. bu işler altı ay kadar sürdü. kafamızda bir güvenlik problemi var. acenteden de bu konuda tam bir güvence alamıyoruz. burada sorun şu; orta papua yeni gine topraklarında ve west papua denilen özerk bölgedeki ilkel kabileleri görmek istiyoruz. ve bu bölgeye ulaşım çok zor. hatta şöyle bir rota çiziyorlar; istanbul-abu dabi-sidney-port moresby-goroka bu kısım uçak. goroka'dan sonra ormana kadar 4x4 araçlar. ordan sonra artık yol yok yalnızca yerel rehber eşliğinde yürüyerek kabilenin yaşadığı bölgeye gidilecek. bu yürüme kısmı için garanti veremiyorlar. ve yol toplam 3-4 gün sürecek.

    2. vize: vize olayı büyük problem. zira konsolosluk yok. bu tip ülkelerin genellikle fahri konsolosları olur. ya da kapı vizesi falan olur. orda sınırda ya da havaalanında alınır. ama papua yeni gine öyle değil. vize istiyor. araştırdık en yakın vize alabileceğimiz yer belçika. pasaportlar ve evraklar brüksel'e kargo ile gönderildi. brüksel'den kapı gibi papua yeni gine vizesi basıldı geldi. içinize baygınlık geldi farkındayım. ama neden bu ülkeye giden türk sayısı totalde iki basamaklıdır diyorum anlayın işte lan bu kadar uğraşsam isveç'ten oturum alırdım ahahaha.

    3. seyahat: evet o gün geldi çattı. geride kalanlarla vedalaşıldı, helalleşildi. havaalanında buluştuk. emirates ile abu dabi aktarmalı sidney'e güzel ve çoook uzun bir uçuş ardından, air new guinea ile port moresby'e bomboş bir uçakla üçlü koltuklara yayıla yayıla güzel bir yolculuk. sabah erken uçak indi. resmen artık papua'dayız. var anasını diyoruz yolun yarısına geldik. burada bizi yerel acente karşıladı. ama başkentte çok fazla işimiz yok şöyle bir şehir turu atıp domestik uçuş ile kabilelerin yaşadığı yere en yakın noktadaki goroka şehrine uçacağız. öğleden sonra bu iç uçuş için tekrar havaalanındayız. uygulamalar o kadar komik ki. sümerbank gibi elle fişler kesiliyor, bagajlar için bir damgayı 3 kişi el birliği ile basıyor falan. neyse bindik. uçak dediğime bakmayın. kırşehir kaman arası minibüs bunun yanında özel jet kalır. daracık bir uçak ve hayatımda ilk defa kapısı yukarda kalan bir uçak gördüm. merdiveni var aşağıya doğru iniyorsunuz uçağa girmek için. içeri rüzgar giriyor. takır takır sesler çıkıyor. ama atr denilen bu pırpırlı uçaklar düşmezmiş, öyle diyolla. aşağıya baka baka vardık goroka'ya.

    inince bizi asıl rehberlik edecek olan ekip karşıladı.(bunlar iki kişi. biri şoförümüz biri ormanı bilen neandertal adamımız, biri de port moresby'den bizimle birlikte gelen yerel rehberimiz olmak üzere ekibimiz 3 kişiden oluşuyor ve aynı zamanda bu kişiler bizim bodyguardımız ve porterımız) kendilerine endişelerimizden çekine çekine bahsettik. yamyam hikayelerini okuduğumuzu, yabani hayvanlardan korktuğumuzu falan. yamyam hikayelerinin geçmişte kaldığını artık insan yemeyi tercih etmediklerini -ahahahhahahhahahah- söyledi. domuz daha lezzetliymiş. bu hikayeleri avustralya hükümetinin kasti olarak gündemde tuttuğunu kendilerinin gelişmesini istemediği falan filan dili döndüğünce anlattı.
    neyse artık kabile ile aramızda kara yolu var. onu da aştık mı ver elini cilalı taş devri.

    4. macera başlıyor: goroka hava alanında indik. artık bu noktadan itibaren zaman, mekan mefhumunu yitirdik. neredeyiz, ne zamandayız, noluyor falan. goroka öyle bir yer ki o uçaktan indiğimiz andan itibaren tüm hayat durdu, tüm şehir bize bakıyor. yol kenarları insanlarla dolu. papua yeni gine'de insanların yaptığı tek faaliyetin yolun* kenarında oturup o bölgeye özgü kafa yapan bir bitki olan areka cevizi* çiğnemek olduğunu öğrendik. toprağa yatıp tozun toprağın içinde bunu çiğniyorlar. herkesin ağzı dişleri kıpkırmızı, yerler, yollar sokaklar caddeler çiğnenip çiğnenip tükürülmüş posalarla dolu. bir ceviz (büyüklüğü fındık kadar) yarım gün çiğneniyormuş bu arada. bizi bekleyen bir 4x4 araçlar var. ormanın içinde bir lodge'a yerleşip bir gece burada konakladık. bu konaklamaya dair aklımda kalan tek şey gekko denilen sürüngenlerin ve sivri sineklerin çığlık çığlığa bağırma olayı. gece karanlık olunca bağırıyor bunlar. neden bilmiyorum. gürültü patırtı falan dinleyecek halimiz yoktu yorgunluktan ve uyuduk. ertesi sabah kabileye doğru yola çıkacağız ve saatlerce yol var.

    5. kabile: bu ülkeye geliş amacımız 21. yüzyılda tarih öncesi çağları yaşayan insanlarla tanışmak ve bir nevi zamanda yolculuk yapmak. ziyaret edeceğimiz 2 kabile var. biri papua yeni gine topraklarında asaro vadisi'nde yaşayan çamur adamlar kabilesi diğeri de özerk bölge west papua'da yaşayan dani kabilesi. yaptığımız araştırmalara göre çamur adamlar kabilesi danilere göre daha medeni(!)ymiş. yani dönem dönem başka insanlarla karşılaştıklarından kırılma olmuş. daniler ise tamamen izole ve gerçek anlamda prehistorik yaşıyorlarmış.

    asaro vadisi'ne ulaşmak hiç kolay olmadı. arabanın gidebildiği yere kadar arabalarla gittik. sonrasında kah sırat köprüsünden, kah bataklıklardan, patikasız orman içlerinden geçerek çamur adamlara ulaştık. ilk kez 1957'de bu insanlar dış dünya ile karşılaşmış. bu insanlar kapitalizmle tanışmamış. kadınlar sadece kasıklarını kapatacak şekilde bitki saplarından yapılmış etekvari bir şeyler giyiyorlardı. üst kısımları çıplaktı. erkekler ise bir çeşit kabak ile kendilerine külot yapmışlardı.(içi oyularak kurutulmuş kabak, pipisini içine yerleştiriyor, iple beline doluyor) yüzlerini ve vücutlarını çeşitli boyalarla boyayıp hayvan tüyleri ile süslemişlerdi. para kavramını çok yeni öğrenmişler. ağaçtan evlerde yaşıyorlar. evlilik akdinin olmadığı bir sosyal yapıları var. bir kadının çok fazla çocuğu var ve köyün ortak çocuğu herkes birlikte büyütüyormuş bu çocukları. yalnızca ihtiyaçları kadar tarım yapıyorlar. herkesin kulübesinin arkasında küçük bir bahçe vardı. burada sebzeler otlar yetişiyor. tavuk ve domuz besliyorlar. bizim geleceğimizi biliyorlardı. o yüzden köy meydanında domuz pişirmişlerdi. yerde açılmış bir oyuk içine domuz yekpare yatırılmış üstüne yaprak üstüne odun kömürü. o şekilde tandır usulü. haşlanmış sebzeler var. bizden yiyen oldu, yemeyen oldu. ben yemedim. meyve tercih ettim. ama kabile reisi çok özenmişti. kulübelerde eşya sıfır. sadece otlardan yatak vardı. çamur adamlar kabilesi denmesinin sebebi kil yataklarının yakınında yaşamaları ve kilden eşya vs yapmaları. kim tabak çanak tarzı şeyler vardı. kadınlar gösteri dansı yaptı, erkekler ateş yaktı. taşı taşa çakarak yakmıyor, keten iple yakıyor. 30 sn sürdü. ben denedim yakamadım. onların çiğnediği o kafa yapan cevizden verdiler. çiğne diye.

    bir de hayatımda ilk defa kendimi dalyan gibi hissettim birbuçuk metreyi az geçen boyumla ahahahaha. adamlar bildiğin ufacık.

    bir günü bu kabile ile geçirdik. kadınlarla makrome ördüm. ot topladım, tavuk kovaladım, köpekleri sevdim. kedisi yoktu köyün. başkentte bozdurduğumuz para hala cebimizde. harcayacak hiç ama hiçbir yer yok. bir süper market olsa, soğuk bir şey var mıdır acaba? ama yok. hapishane gibi demirli bir takım dükkanlar görür gibi olmuştum ama açıkçası ben cesaret edip içerisine giremedim.

    west papua ve dani kabilesi'ni bu seyahatin devamında ziyaret ettim. ama west papua endonezya topraklarında kaldığı için bu entrinin konusu değil, endonezya ya da west papua diye ayrı bir başlık açıp orada yazmalıyım:)
  • gittim, gördüm geldim.
    sonuç: sıradan turistler için uygun değil, çok tehlikeli, çok pahalı, çok sakat bir yer.
    ancak gidip görme imkanı olanların asla pişman olmayacakları güzelliklerle dolu bu ülke.
  • gerikalmış ülke örneği verileceği zaman akla gelen ülkelerden biri.
    diğerleri de etiyopya,zimbabve,uganda
  • istanbul'da fahri konsolusluğu bulunan ülke.

    akaretler'in beşiktaş girişinde hemen solda kalıyor. sebebini bilmiyorum ama her önünden geçişimde bayrağı görür görmez saçma bir sempati ile gülümsüyorum.
  • (bkz: #112069247) numaralı entry'e jared diamond şu şekilde cevap veriyor:

    "fakat dillerin sayıları ve dilleri konuşanların sayısı gibi böyle bir tartışma, bu bölümün başında yeni gine'deki kamp ateşinin başında yaptığım dil anketimi anlatırken karşıma çıkan ve sizin de soracağınızı tahmin ettiğim şu soruyu sormaya bizi zorlayacaktır: farklı bir dil ile bir dilin lehçeleri arasındaki fark nedir? komşu nüfuslar arasındaki konuşma farklılıkları tamamen geçişli haldedir. komşular birbirlerini yüzde 1 00, yüzde 92, yüzde 75, yüzde 42 anlayabilirler ya da birbirlerinin ne dediğini belki de hiç anlayamayabilirler. genellikle keyfi olarak, karşılıklı anlaşmanın yüzde 70 oranında olduğu durum, dil ile lehçe arasındaki ayrım noktası olarak kabul görür. yani, farklı konuşma biçimleri olan komşu nüfuslar birbirlerini yüzde 70 oranında anlıyorlarsa, bu o zaman (bu tanıma uygun olarak) onların aynı dilin farklı lehçelerini konuştukları anlamına ve bu oran yüzde 70'in altındaysa faklı
    diller konuştukları anlamına gelir. fakat bu kadar basit görünse de, diller ve lehçelerin çok keskin dilsel tanımlamaları uygulamada bir takım belirsizlikler yaratabilir.

    lehçe zincirleri de pratik bir zorluk yaratır: komşu köylerden oluşan abcdefgh şeklinde bir dizilimde her köy kendisine bitişik iki köyü anlar, fakat zincirin iki en zıt ucunda yer alan a ve h birbirlerini hiç anlayamayabilirler. diğer bir zorluk da, bazı
    konuşma çiftlerinden oluşan toplumların birbirlerini asimetrik olarak anlamalarından kaynaklanır: a, b'nin söylediklerinin çoğunu anlar, fakat b, a'yı anlamakta zorluk yaşar. örneğin, benim portekizce konuşan arkadaşlarım, ispanyolca konuşan arkadaşlarını iyi anladıklarını söylerlerken, ispanyol arkadaşlarım portekizceyi anlamakta daha fazla zorluk yaşamaktadırlar.

    lehçelerle diller arasındaki çizgiyi çizmede karşılaşılan bu iki sorun tam olarak dilbilimsel zemindedir. daha büyük bir sorun ise dillerin sadece dilbilimsel farklara dayalı olarak değil de, aynı zamanda siyasi ve kendi kendini tanımlayan etnik diller halinde de ayrılabiliyor olmalarından kaynaklanmaktadır. bu gerçek, dilbilimciler arasında sıklıkla bir şakayla dile getirilir: "bir dil, kendi ordusu ve donanmasıyla desteklenen bir lehçedir." örneğin, ispanyollar ve italyanların konuştuğu diller, belki de birbirlerine göre farklı dil olabilmek için gereken yüzde 70 testini geçemeyebilir ve birer lehçe olabilirler: ispanyol ve italyan arkadaşlar bana özellikle de az bir alıştırmayla birbirlerinin ne dediğini anlayabildiklerini söylerler. fakat dilbilimcilerin yüzde 70 testinin ne dediğinden bağımsız olarak, her ispanyol ve italyan ve diğer herkes ispanyolca ve italyancanın farklı diller olduğunu hiç çekinmeden söylerler. çünkü onların binlerce yıldır kendi orduları ve donanmaları, artı farklı hükümetleri ve okul sistemleri vardır.

    bunun tersine, birçok avrupa dilleri bölgesel biçimleriyle güçlü bir şekilde farklılaşırlar ve hükümetler bunları bu bölgelerden insanlar birbirlerini hiç anlamasalar bile üstüne basa basa sadece lehçeler olarak kabul eder. benim almanya'nın kuzeyinden olan arkadaşlarım güneydeki bavyera'nın kırsal kesimlerinde yaşayanları ile yazı tura atabilecek kadar bile anlaşamazlar ve italya'nın kuzeyinden olan arkadaşlarım da sicilya da kaybolabilirler. fakat onların ulusal hükümetleri bu bölgelerin kendi orduları ve donanmaları olmaması konusunda çok katı bir tutum izlediğinden, onların konuşma şekillerini lehçe olarak etkilemiştir ve karşılıklı anlaşabilme kriterinden söz bile edemezsiniz.

    avrupa ülkeleri içindeki bu bölgesel farklılıklar 60 yıl önce çok daha büyüktü, ta ki televizyon ve iç göç uzun süredir yerleşmiş olan "lehçe" farklılıklarını kırmaya başlayana kadar. örneğin ingiltere'ye 1 9 50 yılında yaptığım ilk ziyarette ebeveynlerim, kız kardeşim suzan'la beni east anglia' nın beccles kentinde yaşayan aile dostlarımız grantham-hill'leri ziyarete götürmüştü. ebeveynlerim ve arkadaşları sohbete dalmışlarken, kardeşim ve ben sıkılıp bu harika kentin merkezini dolaşmaya çıktık. birkaç kez sağa dönüp de saymayı da unutunca kaybolduğumuzu anladık ve caddedeki bir adama aile dostumuzun evini nasıl bulabileceğimizi
    sorduk. adamın, yavaş ve tane tane konuştuğumuz halde bizim amerikan aksanımızı anlamadığı belliydi (biz öyle düşünüyorduk). fakat, sonra bizim çocuk olduğumuzu ve kaybolduğumuzu anladı ve "grantham-hill, grantham-hill," diye tekrarlamaya başladı. bize birçok yön göstererek bir şeyler söyledi. ancak kardeşim suzan'la ben bunların tek kelimesini bile anlayamıyor, onun ingilizce konuşmadığını düşünüyorduk. neyse ki, sonunda bize bir yönü işaret etti, oraya doğru gittik ve yarı yolda grantham-hills'lerin evini görerek rahatladık. beccles'in ve ingiltere'nin diğer bölgelerinin bu eski yerel "lehçeleri" televizyon evrenselleştiğinden beridir homojen hale gelme ve gittikçe bbc ingilizcesine dönüşme sürecindedirler.

    lehçeyi, tamamen dilbilimsel tanımı olan yüzde 70 anlaşılabilirlik oranı kriteriyle ele alırsak -hiçbir kabilenin ordusu ya da donanması olmadığı yeni gine'de kullanmak zorunda olduğunuz bir tanımlamadır- sadece birkaç tane italyan "lehçesi" dil olarak değerlendirilebilir. bazı italyan lehçelerini bu şekilde dil olarak yeniden tanımlasak bile italya ile yeni gine arasındaki dilsel çeşitlilik farkını sadece biraz kapatabiliriz. bir italyanca lehçesini konuşanların ortalama sayısı, yeni gine dillerini konuşanların ortalama sayısı olan 4 bin kişiye eşit olsaydı, o zaman italya'da konuşulan dillerin sayısının 10 bin olması gerekecekti. italya'nın lehçelerini dil olarak tanımlamaya meraklı olanlar italya'da belki birkaç düzine dil bulabilirler, fakat kimse bu ülkede 10 bin farklı dil konuşulduğunu iddia edemez. kısacası, yeni gine' nin italya'dan çok daha geniş çaplı bir dilsel çeşitliliğe sahip olduğu bir gerçektir."
  • bir lisenin basılıp, orada yatılı kalmakta olan 12 kızın kaçırılarak tecavüz edildiği ülke*.

    http://www.milliyet.com.tr/…11/11/son/sonyas03.html
  • tam bir afrika ülkesi olacakken yanlışlıkla avustralya'nın kuzeyinde yer almış gibi.
  • türkiye'nin 110. sırada olduğu demokrasi endeksinde 74. sırada,
    türkiye'nin 154. sırada olduğu basın özgürlüğü sıralamasında ise 46. sırada olan ülke.

    ayrıca 1 papua yeni gine kinası 2,02 türk lirasıdır.
hesabın var mı? giriş yap