• ingiliz edebiyatının shakespeare'den sonra en büyük şairi kabul edilen john milton'un başyapıtı. 12 kitaptan oluşan bu epik şiirde tevrattaki genesis bölümü, yani şeytanın tanrıya karşı açmış olduğu savaş, şeytan ve asi meleklerin cehenneme atılışı ve son olarak da adem'le havva'nın yasak meyvayı yiyip cennetten kovulmaları anlatılır. şairin yaratmış olduğu inanılmaz karizmatik ve güçlü şeytan karakteri eleştirmenleri epey şaşırtmıştır. bu durum hakkında yapılan en ilginç yorum ise william blake'in yapmış olduğu yorumdur. blake, milton'ın tanrıdan ve cennetten bahsederken "elinin kolunun bağlı" oluşunu, fakat şeytandan ve cehennemden bahsederken ise "tüm şairliğini konuşturmasını" milton'ın gerçek bir şair olmasına ve farkında olmadan şeytanın tarafını tutuyor olmasına bağlar...
  • john milton'un, bitirip gözleri kör olana kadar içinde yasattigi uktesi. destansi bir eser meydana getirmek istemis hep. yazmak için kendini hazirlamis bu önce, dünyanin tüm ünlü yapitlarini özgün dillerinden okumus (bir sekilde paradise lost'u kendi kendine siparis vermis gibi görünüyor ya neyse). ibrani yazininin yunan ve latin yazinindan üstün olduguna karar vermis bu arastirma neticesinde. bu karar sonucunda tevrat'in buna sundugu yaratilis, meleklerin savasi ve ilk günah konularinin verimli bir memba oldugunu görüp baslamis yazmaya. öyle..
  • john milton tarafından kaleme alınan , beni derinden etkilemiş epiktir. zamanında ''paradise lost'' üzerine bir yazı yazmıştım, bugün harddiskimi karıştırırken denk geldim. buraya da ekleyeyim dedim, sözlüğe naçizane bir katkımız olsun.

    incil'e alternatif bir bakış açısı olarak paradise lost: anlatım tekniklerinin okur algısı üzerindeki etkileri ve kahraman bir figür olarak ''şeytan''

    ‘’did i request thee, maker, from my clay
    to mould me man? did i solicit thee
    from darkness to promote me?’’
    paradise lost (x. 743-5)

    mary shelley’in frankenstein kitabındaki açılış sözleri bunlar. victor frankenstein üzerinden insanın kendi eseri olan bir şeye karşı dahi duyabileceği nefret ve yabancılık temasını en mükemmel şekilde işleyen kitaptır bana göre. öyle ki koskoca kitapta victor frankenstein’in kendi laboratuvarında hayat verdiği canlının bir adı yoktur. hepimiz bahsederken ‘’frankenstein’’ deriz; fakat bütün kitapta ona ‘’monster’’ şeklinde hitap edilir. insanın kendinden olmayan, kendine benzetemediği her türlü şeye yapıştırdığı bir etikettir ‘’monster’’.

    fakat kutsal kitaplar ve paradise lost okudunduğunda bunun sadece insana özgü bir şey olmadığını; evreni, cenneti, cehennemi, insanı, melekleri yaratan tanrı’nın dahi kendi yaratıklarına sırtını dönerek onları ‘’şeytan’’ veya ‘’isyankar’’ olarak damgalama eğilimi olduğunu görebiliriz. paradise lost’u okurken tasvir edilen tanrı ve victor frankenstein arasında oldukça fazla benzerlikler olduğunu düşündüm. bu çizgi üzerinden ilerleyerek şeytan- insan- tanrı ilişkisini yorumlamak başlangıç için faydalı olabilir. tabi john milton’ın anlatımtekniklerinin okuyucuyu nasıl yönlendirdiğini ettiğini de göz önünde bulundurarak.

    elimizde çok aşina olduğumuz bir hikaye var; adem ve havva'nın düşüşü. incil’de de paradise lost’ta da anlatılan bu düşüş hikayesi, genel olarak birbirine benzer şeylere odaklanıyor gibi görünseler de onları birbirinden çok sert bir şekilde ayıran bir etken var; dil kullanımı. incil'deki klasik adam and eve’e baktığımızda kimin iyi, kimin kötü, kimin masum veya kimin kurban olduğunu kendi içimizde yapacağımız minik bir vicdan mahkemesiyle kolayca saptayabiliriz. çünkü karşımızda mutlak iyi olarak anlatılan bir tanrı, tamamen hırs ve kibirle hareket eden kötü bir şeytan ve bu şeytanın kandırdığı masum adam ve eve var. tanrı’nın bakış açısıyla yazılan bu hikayede okur olarak bel bağlayabileceğimiz tek kişi yine tanrı’nın kendisi. yani herkesin içinde bulunduğu şartları, ne yaptıklarını sadece ondan öğrenmek durumundayız, çokseslilik yok. fakat john milton, paradise lost’da bir değişiklik yaparak bize şeytanın gözünden olayları anlatıyor. burada john milton düşüşün alternatifini sunuyor bir anlamda. çünkü daha önce kendi içinde ne düşündüğünü, nasıl iç çatışmalar yaşadığını hiç bilmediğimiz satan ilk defa söz hakkına sahip oluyor. bu 17. yüzyıl standartlarında ciddi anlamda gelenekleri yıkan bir şey. incil’i esas alarak yine onun hikayesini okumak ve algılamak için başka bir yol gösteriliyor. bu bağlamda milton’ın yaptığına geleneği kullanarak geleneği yok etmek de denebilir. eliot’ın kulakları çınlasın, gerçekten hiçbir eserin gelenekten tamamen bağlarını koparması mümkün görünmüyor.
    john milton’ın kullandığı bir takım edebi tekniklerle, doğduğumuzdan beri doğru olarak kabul ettiğimiz şeylerin sorguya ve yoruma açık olabileceğini görüyoruz. bu tamamen yazara ait bir başarı, çünkü kelimelerin kimyasıyla oynayarak okurun algısını yönlendirmek veya değiştirmek kolay değil, hele ki ‘’satan’’ gibi kötülüğü su götürmez bir varlık bir çeşit kahraman olarak sunuluyorsa. bunu yaparken milton bol bol dramatic language ve monolog kullanıyor. bu yolla şeytanın içindeki çatışmaları, asıl niyetini, onu kötü olmaya zorlayan şeyin ne olduğunu öğrenme şansımız oluyor. böylece satan için çizdiğimiz siyah çizgiler yavaş yavaş grileşmeye başlıyor. paradise lost’taki monolog kısımlarının ve yarattığı iç çatışmaların, vicdanının sesinin söz konusu karakteri sempatikleştirme durumunun bir benzerini ben ''suç ve ceza'' okurken raskolnikov karakterinde de görmüştüm. gerçekten işe yarıyor, çünkü raskolnikov durup dururken yaşlı bir kadının evine girip onu öldürüp paralarını aldıktan sonra bile onu haklı bulabiliyorsak eğer, raskolnikov bunu tamamen kendi içinde yaptığı konuşmalara ve dostoyevski’nin kelimeleri kullanma tekniğine borçlu. çünkü bizler okur olarak karakterlerin iç seslerini onların samimi düşünceleri olarak değerlendiriyoruz ve duruma bir de onların gözlerinden bakıyoruz, empati kurmamız kolaylaşıyor. bizi ikna ediyor bir anlamda. hal böyle olunca raskolnikov’un gözünü para hırsı bürüdüğü için değil, o yaşlı kadının parasının daha faydalı amaçlara ve bu parayı daha doğru kullanacak insanlara hizmet edebileceğini düşündüğü için öldürdüğünü savunuyoruz, haklılık payı olduğunu düşünmeye başlıyoruz içten içe. aynı şey satan için de geçerli, hiçbir sebep yokken adam ve eve’e veya tanrı’ya düşman kesilmiyor, kendine göre sebepleri var ve biz bu sebepleri onun monologlarıyla ve dramatic language’i ile öğreniyoruz. neden intikam hırsına kapıldı, onu bu duruma getiren kırılma noktası ne oldu, bunlar gayet üzerinde düşünülmesi gereken şeyler. çünkü epiğin dönüm noktası burası, satan’ın geçirdiği değişim. kendine acımaktan intikama doğru değişen durumu, adam ve eve’in kaderini değiştiriyor, kendisininkini de tabi ki.
    bunun yanında satan’ı kahraman olarak görmemizi sağlayan başka yönleri de var. birincisi, klasik adam and eve hikayesindeki otoriter tanrı’nın aksine, satan oldukça demokratik ve farklı düşüncelere açık bir figür burada. takipçileriyle beraber tanrı’ya karşı strateji geliştirirken şunları söylüyor mesela;
    ‘’what best way…whether of open war or covert guile. we now debate; who can advise may speak’’

    durum oldukça açık. hiyerarşinin gözümüze sokulduğu bir düzen yok satan’ın grubunda, herkes konuşuyor, herkes fikirlerini ortaya atabiliyor, herkesin eşit olduğu bir ortam var. bu onu okurun gözünde yücelten bir şey. satan’ın ikinci kahramanvari özelliği ve bana göre en etkileyici olanı adam ve eve’i kandırırken yaptığı konuşma. onları bilmeye, sorgulamaya itiyor. adı üstünde ‘’tree of knowledge’’. kötüyü bilmezseniz iyiliği nasıl bileceksiniz, tanrılar’ın bilgisine ulaşın gibisinden onların akıllarına giriyor. bu durum aslında bir çok açıdan tartışmaya müsait, çünkü mutlak gücü olanlar bu gücün bilgisini başkalarıyla paylaşmak istemezler. o bilginin kendisine has olmasını isterler. zaten bu yüzden değil mi zeus’un prometheus’u kafkas dağları’na zincirletmesi? çünkü ateş bilinç demekti, bilgi demekti. prometheus bu biricik biliyi insanlara vererek tanrılar’a tehdit oluşturmasına zemin hazırladı. zeus insanların bunu kullanarak kendilerine yaklaşmasını istememişti. bu yüzden ‘’bilgi’’ her zaman şeytani bir şey olarak sunulur bize, hala bugün bile. hatta türkçe’de sık duyduğumuz bir söz vardır; ‘’fazla okumaktan kafayı yemek’’ gibi. bilginin şeytani olarak gösterilmesinin en net işlendiği bir başka örnek de faust olabilir. çünkü bilgide sınır tanımayan faustus’un daha fazla bilgi için ruhunu mephistopheles’e satması var. bu durum witchcraft olaylarında da pek değişmiyor. büyünün bilgisi için kadınların ruhunu şeytana sattığı iddia ediliyor.yani bilgi eşittir şeytan, bilim eşittir evil. paradise lost’ta da ‘’bilgi’’ kavramının peşinden koşmanın bedeli ortada. satan’ın eve’i yoldan çıkarırken üzerinde çok durduğu bir çatışma cehalet ve bilgi.

    bir yanda itaatkar bir kul olup mutluluk içinde garden of eden’de yaşamak var; öte tarafta sahip olunanla yetinmeyip daha fazlasını isteyerek bilginin peşinden koşmak ve akabinde cezalandırılmak var. satan’ın işi burada ciddi anlamda zor, çünkü mükemmel bir yerde yaşayan, istedikleri her şey o anda olan, sadece kendilerinden o ağaca dokunulmaması istenen bir çift insan var. buna rağmen içindeki merak duygusunu uyandırıp onları baştan çıkarmak özel bir yetenek gerektiriyor, bunu da direkt olarak satan’ın kullandığı dile bağlamak mümkün. retoriği çok iyi kullanıyor, eve’in aklına girmeyi başarıyor. yüzeysel bir kritikle antik çağdaki sofistler’e benzetilebilir, sonuçta onlar da o zaman diliminde ‘’konuşarak insanları kandırma’’ sanatını iyi yapmakla suçlanmış ve sürülmüşlerdi yunanistan’dan. çünkü sıradan halkın da aristokratların oğulları gibi önemli yerlere gelebileceğini iddia ediyorlardı, insanların gözünü açıyorlardı. zenginlerin çocukları dururken çiftçinin, heykeltraşın, çömlekçinin oğlunun ne işi vardı devlet kadrolarında? paradise lost’daki satan’ın sofistik etkiler taşığını düşünmek yerinde bir çıkarım olabilir. sonuçta zengin çocukların babaları gibi, burada da tanrı sıradan insanın kendi bilgisine ulaşmasını istemiyor. tarih tekerrürden ibaret ne de olsa, edebiyat da pek değişmiyor, mitoloji de. yani demek istediğim dilin etkisi böyle bir şey, tabi onu kullanmayı bildiğimiz sürece. bu epikte cehalet- bilim temaları üzerinde yapabileceğimiz kolay bir çıkarım var; gerçekten de ‘’ignorance is bliss.’’

    bunlardan ayrı olarak satan’ı kahraman yapan bir nokta daha var; inandığı şeylerin peşinden gidecek ve bizim sorgulamaya çekindiğimiz şeylere dile getirebilecek kadar cesur oluşu üstelik neyle karşılaşacağını bile bile. ve bütün bunların sonucunda yine de gururlu ifadesinden vazgeçmemesi; ‘’better to reign in hell than serve in heaven’’. yani yaptıklarının sorumluluğunu kaldırabilecek kadar güçlü ve kararlı olması da onu çekici yapıyor okurun gözünde. kısacası milton burada hem kahraman algımızı, hem de satan algımızı yıkıyor. amacı direkt satan’a sempati duyup onun hizmetine girmemiz olmasa da (kendisi için dindar biri olduğu söyleniyor), en azından olayı bir de ondan dinlememizi istiyor. bunu yaparken edebiyatın ve kelimelerin ona bahşettiği küçük ama etkili hileleri kullanıyor. işe yaramadığını söylemek doğru olmaz, kelimelerin gerçekten hakkını veriyor. son olarak aristoteles’in bir sözü var ve bizim satan’a adıyorum bunu;

    ‘’a man cannot become a hero until he can see the root of his own downfall.’’

    düzenleme: terim anlamlı kelimelerden bazılarını türkçe olarak düzelttim.
  • "zihnin kendi mekânı vardır. orada cenneti cehenneme, cehennemi cennete çevirebilir."
    (john milton, "kayıp cennet")
  • karl marx'in ünlü üretmeyen işcilik (abstract labour) örneğine konu olmus john milton tarafindan yazilmis hikaye. marx bu göndermeyi hem alman ideolojisi'nde hem de kapital de yapar. marx'a göre milton'un bu ürünü bir ticari ürün (mal) degildir. milton'ın paradise lost'u yazmasi, ipekböceginin ipek yapmasi gibi birseydir. madde kullanarak ürün üretmek degildir. milton'un bir üretici olabilmesi icin, bu eserini saat basi calismasi, paradise lost'u üretirken her sayfada esere yeni bir deger olusturmasi, ve bunu fabrikavari bir ortamda, mekanik bir düzende yapmasi gerekmektedir, ve yaptigi sey kafasindakileri yazmak degil, yeni bir sey uretmek olmalidir. marx'in bu örnegi hem cok degerli, hem de cok spekülatiftir.
  • müzikal risk alma konusunda rakibi olmayan, denediği her tarzı hakkıyla yapan ve metal müzik alanında doom/death metal ve gothic metal'i borçlu olduğumuz yüce grup.

    seksenlerin sonunda celtic frost, candlemass, morbid angel gibi grupların etkisiyle kurulan paradise lost, doksan senesinde çıkardığı lost paradise albümüyle oldukça yavaş bir death metal formu ortaya atarak yeni bir tarzın doğumunu başlatmış, üstüne gothic albümüyle gothic metal'e de can vermiştir. sonrasında gelen amele doom metal güzelliği shades of god, black album etkileşimli muhteşem icon ve bir modern gothic metal şaheseri olan draconian times ile isimlerini oldukça büyütmüşlerdir öyle ki kerrang gibi dergiler grubun çok daha büyüyeceği yönünde kehanetler ortaya atmaya başlarlar. ama bu durum ne yazık ki hiç gerçekleşmeyecektir.

    1997 senesine gelindiğinde paradise lost'un kariyerindeki köklü bir değişim başlar. grup one second adlı albümü çıkartır ve tarzına electonica ile synth-pop etkileri ekler. grubun temel kitlesinden farklı tepkiler gelse de albüm gruba birçok yeni hayran kazandirir ve gothic metal'in geleceği açısından önemli bir albüm olur, zira çok sık taklit edilir. grubun en radikal adımı senesinde yayinlanan host ile olur ve grup cidden oldukça negatif tepkilerle karşılaşır. bunun nedeni tabii ki host'un gruptan beklenmeyecek derecede elektronik ve hatta pop olan bir albüm olmasıdır. aslında hiçte kötü bir albüm değildir ama yobaz metalci kafasının engellerini aşamamıştır.

    grup ikibinli yıllara gelindiğinde believe in nothing albümünü yayınlar. albüm, elektronik etkileri bulundurmasına rağmen daha rock altyapılı bir albümdür. albümü 2003'te symbol of life takip eder, elektronik etkilerin yanında grubun tekrar metal müzik dönemlerine gönderme yaptığı bir albüm olur. gregor mackintosh'un eşinden ayrıldığı dönemde yazıldığı için, ilişkiler üzerine sözler içeren ve müzikal açıdan karanlık bir albüm olmuştur. grup 2005'te paradise lost adını taşıyan albüm ile bir nevi eski günlerine dönüş yapar, albüm genel olarak beğeni kazanır ve grup tekrar müziğini tam anlamıyla metal tabanına çeker. son iki albüm, in requiem ve faith divides us/death unites us, grubun tekrar gothic metal tarzına dönüşünü müjdeleyen, ama deneysel takıldıkları dönemlerden de etkiler taşıyan işler olarak öne çıkmaktalar. grup, bu sene ilk bahar aylarında yeni albümleri tragic idol ile tekrar sahalara dönecek.

    paradise lost, metal gruplarında nadir görülen stabil kadro sorununu pek yaşamayan bir gruptur. grubun başını çeken vokalist nick holmes ve gitarist gregor mackintosh grubun olmazsa olmaz isimleridir. genelde davulcu problemi yaşayan grup, şu an kadrosunda cradle of filth eskisi adrian erlandsson'u bulundurmaktadır. nick holmes'un grubun kariyeri boyunca birçok tarzda kullandığı sesi grup için artık bir marka değerine ulaşmıştır. gregor mackintosh'un, farklı gitar hakimiyeti ve gothic metal gruplarının genelinin aksine solo atmaktan kaçınmaması, hatta çatır çatır sololar yazması, grubu yine türdaşlarından ayırmaktadır.

    türkiye'de anathema'nin bu kadar pohpohlanmasına rağmen paradise lost'un pek bilinmemesi bence ayıptır. paradise lost, direk özgün bir tarz yakalayıp, kendisini takip ettirmiş ve sürekli belli bir kaliteyi korumuştur. kutsal ingiliz üçlüsünün de öncül grubu olduğundan ayrı bir saygıyı haketmektedir. çok subjektif bir yorum olarakta, hayatımın gruplarından birisidir.
  • bir john milton eseridir kendisi.

    bu epik eseri anlayabilmek için öncelikli olarak eski ahit'teki tekvin bölümünün yani genesis bölümünün bilinmesi gerekir zira milton eserini bu üç bölüm üzerine kurmuştur. aslında hemen hemen hepimizin bildiği konulardır genesis'de anlatılan, adem ile havva'nın elmayı yemesi ve ayrıca şeytanın tanrıya karşı gelmesi, cennetten kovulmaları ve akabinde gelişen olaylar...

    milton, bu eserinde genesis bölümünü alır ve onu 12 bölümlük bir yapıt haline getirir. şu an ismini hatırlayamadığım bir yazar/düşünür incil için "bir din kitabı olmaktan çok bir edebiyat eseri gibi" şeklinde bir açıklamada bulunmuştu, sanırım bunun en bariz örneği paradise lost'ta karşımıza çıkıyor. sanki milton, genesis bölümüne tekrar ele alıyor, ama satan yani şeytanın gözünden bu defa.

    şu an diyeceklerim aslında fazlaca kişisel olabilir fakat, sanki milton bu eserinde "haydi bir de bu taraftan olaya bakalım" dercesine tutum sergilemekte. bu eserde satan öylesine ön plana çıkar ki, sanki kutsal kitap'ta lanetlenmiş bir varlık değil de, hakkını arayan bir edebiyat karakteri, sıklıkla karşımıza çıkan "kurban" karakteri gibidir.

    villain yani hain karakteri gibi çıkar önce karşımıza. bunun örneklerini sinema camiasında bulmak daha kolaydır. bu sıklıkla karşılaştığımız "kötü adam" neden kötü olmuştur, onu bu olumsuzluğa yönlendiren nedir? "victims victimize"diye bir kalıp vardır, kurban edilen kurbanlaştırır gibi oluyor türkçesi. işte bu eserde satan kendinin kurban edildiğini düşünen, hakkının yendiğinin düşünen bir karakter olarak belirir karşımıza, ve kurban edildiğini düşündüğü için ademoğlunu kurban etme yoluna gider.

    ve acaba nasıl kurban etsem diye bir parlamento kurar, evet parlamento. burada milton neyi anlatmak istemiştir çeşitli açılımlar elbet ki bulunmakta. kimileri tanrı'nın monarşik bir yapısı olduğunun, istediğini cennetten kovduğunu ve lanetlediğini söyler, bu açıdan bakıldığında ise satan'ın bir parlamento kurarak, çevresindeki diğer varlıkların da düşüncelerini dinleyerek, daha demokratik bir yapısı olduğunu söyler. bir yandan ise tam tersi, parlamentoyu şeytan ile özdeşleştirerek farklı bir şey demeye çalışıyor da olabilir, ki bunların hepsi ayrı bir tartışma konusu.

    bir de alakasız ama ek bir bilgi, yine bir romantik dönem şairi olan william blake de milton'un paradise lost'una illüstrasyonlar hazırlamıştır.

    http://bit.ly/pe1nws
  • bir zamanlar delicesine metal gruplarının hangi tarzlardan kimlerden etkilendiklerini merak eder , röportajlar okur , kişisel sayfalarına girer araştırma yapardım.

    işte o araştırmalarımın ortak paydasıdır paradise lost. sayısız gruba ilham vermişliği olan bir efsanedir.

    ve yine bir ortak nokta olarak tabiki underrated'dir.
  • abd'deki kütüphanelerde bazi eserler anahtar'dir, bunlari kimlerin okudugunun kaydi tutulur. milton'ın paradise lost'u gibi. (bkz: seven)
  • 35 yıllık kariyerlerinde birçok tarza yelken açtığı halde hiçbir albümü boş olmayan belki de tek grup. gothic metal diye bir janra varsa onlar sayesinde var. keza peaceville three bileşeni olarak doom&death denilen janranın oluşumundan da büyük ölçekle pl sorumludur.

    lost paradise'dan obsidian'a bütün albümleri klasik bana kalırsa. herkesin hakkını yediği believe in nothing benim ilk beşime çok rahat girer mesela. yine meşhur "sellout" albüm host da synth-pop olarak ortalamanın fersah fersah üzerinde bence.

    bir dönem yakaladıkları mainstream popülaritesini bildiklerini okuyarak ve yapmak istedikleri müziği yaparak ellerinin tersleriyle itmeleri bile ne kadar saygı duyulası bir müzik oluşumu olduklarına delalettir. bu esnada davayı sattı denildi, pop oldu bunlar denildi, yumuşadılar denildi, o bu şu denildi ama adamlar nihayetinde adım adım yumuşadıkları gibi, adım adım sertleşerek çemberi tamamlayıp eski günlerine dönmesini de bildiler...

    dile kolay 35 yıl ve 16 albüm. bir dönem trend belirleyenler iken şu an kıyıda köşede görünseler de sarsılmaz bir müzik devi kendileri. son albümleriyle bunu bolca ispatlasalar da bence obsidian ile hali hazırda efsane statüsünde bir grup iken daha üzeri bir statüye vardılar bana kalırsa. kariyerlerinin en innovatifi olmasa da bence en iyi albümleri.

    bu aralar icon'u yeniden kaydetmekle meşguller. her ne kadar bu zamana kadar yeniden kaydedilen albümler hep trişka olmuş gelse de, şimdilik önden yayınladıkları şarkılar ile bile farklarını belirlemiş durumdalar.

    hayatımın son 25 yılına iyisiyle kötüsüyle eşlik ettiler. o yüzden hayatımın grubu dersem yanlış olmaz.

    hep var olsunlar.

    ps: aralık'taki konserlerine gidecek olanları acayip kıskanıyorum...
hesabın var mı? giriş yap