• sosyal ortamlarda asık suratlılığı düstur edinmiş, insan ilişkilerinde soğukluğu milli gelenekleri arasında sayan ingiliz halkına bile illallah dedirtecek, yaka silktirecek kadar mendebur, mesafeli, merdümgiriz* bir şairdir philip larkin; vatanı ingiltere dışındaki anglofon ülkelerde pek tanınmamasının, ve özellikle amerika’da şiirlerinin okunmamasının, adının duyulmamasının esas sebebi de budur kanımca. öylesine kimsesiz (tamamıyla seçilmiş bir kimsesizlikdir bu), öylesine insan kaçkını ve yabani bir ingiliz ruhudur ki onun ki, kendisini bir guru, bir yol gösterici olarak görme hatasına düşebilecek hayranlarına şu içten fakat acımasız satırlarla cevap verir meşhur this be the verse şiirinde, hayat görüşünü şöyle özetler kendisinden geleceğe dair bir söylem, bir hayat dersi bekleyen şiir düşkünlerine:

    get out as early as you can,
    and don’t have any kids yourself.
    (mümkün olduğu kadar çabuk kaçıp gidin bu hayattan,
    ve çocuk yapmayın sakın.)

    hayattaki tüm değerlerine, tutumlarına ve tavırlarına mutlak bir olumsuzluk, karşıtlık hakimdir; belki de fanatiklik derecesinde negatiftir larkin; pek çok insanın – özellikle de sanata eğilimli kişilerin - heves ettiği, fakat çok azımızın hakikaten hayata geçirebildiği marjinalliğe, “hayat karşıtı”* duruşa hiçbir çaba göstermeksizin, sırf karakterinin gereği olarak ulaşmıştır*. philip larkin’in ethos’undaki bu manevi sefalet öylesine doğal, öylesine gösterişsizdir ki, şiirlerinin ve yazılarının her satırına bu sevgisizliğin, bu hayat karşıtlığının, bu ruhani kuraklığın kokusu sinmiştir. kitapçılarda ve kütüphanelerde “kişisel gelişim” gibi bir de “kişisel gerileme” veya “kişisel çöküş” bölümü bulunsa, bu bölümün baş köşesine eserlerinin dizilmesi gerekecek yazar larkin’dir.

    ikinci dünya savaşı sonrası ingiliz şairleri arasında john betjeman ile birlikte en beğenilen, en sevilen olmasına rağmen, larkin ne savaş sonrası ingilteresinden, ne de başka herhangi bir şeyden sevgiyle bahsetmez şiirlerinde; ona göre ölümün olduğu yerde sevgi yersiz, hatta gülünç kaçmaktadır.* larkin için “geçmiş geçmiştedir, gelecekse muğlak”, ve “hayat önce sıkıntı, daha sonra da korkudan” ibarettir (life is first boredom, then fear). larkin’in ruhundaki bunca karanlık, iç sıkıcı unsurun birleşip eserlerinde böylesine güzellikler doğurması, beklenmedik bir mizahla* okuyanlara benzersiz bir haz vermesi de larkin’in hayatının ve sanatının merkezindeki ironi, özündeki çelişkidir.

    tahayyül edemeyeceğiniz kadar merak duygusundan yoksun, ilgisiz ve dünyadan kopuk (açıkçası bağnazlık mertebesinde antientelektüel) bir kişilik olan larkin, asla bir yere gitmek, veya bir şeyler yapmak hevesine kapılmamıştır. “hayatımda ne amerika’ya gittim, ne de başka bir yere” cümlesini telaffuz etmesi üzerine kendisine çin’e gitmek isteyip istemeyeceğini soran gazeteciye, “günübirlik bir yolculuk yapıp akşam evime dönebilmem şartıyla neden olmasın?” diye cevap vermiştir. asla şiirlerini panellerde, toplantılarda, fuarlarda okumadığı gibi, ne şiir sanatı üzerine ders vermeye, seminerler düzenlemeye, ne de başka bir şekilde sanatını gelecek nesillere öğretmeye tenezzül etmemiştir. tüm hayatını hull adında, ulaşılması neredeyse mümkünsüz olan sahil kasabasında geçirmiştir (ıraklık bakımından ben diyeyim assos, siz deyin hopa havasında gibi bir yerdir bu hull.)

    derler ki münzeviliği kadar huysuzluğuyla da nam salan larkin’in evinde bilinçli olarak misafir odası veya oturma odası olmadığı gibi, yemek masasında da asla birden fazla sandalye bulunmazmış; olur da eskaza davetsiz bir misafir gelecek olursa yemeğe kalmaya kalkışmasın, oturacak yer bulunmamasından feyz alıp çabucak evi terketsin, larkin’in başına eksimek gibi gafil bir niyeti varsa derhal vazgeçsin diye. yılbaşı, christmas, doğumgünleri, ve eşe dosta hediye alınmasını gerektirebilecek diğer günler (bayram, seyran, vs.) için yaptığı tanım ise the devils dictionary’e yakışacak cinstendir: “diğer insanlara kayıtsızlığımın ve umursamazlığımın faal bir nefrete dönüşmesine yol açan yıllık törenler bütünü”.

    para ve maddiyat meseleleriyle olan ilişkisi de karmaşık ve tamamıyla hazdan, zevkten mahrumdur philip larkin’in. ömrü boyunca hiç geçim sıkıntısı çekmemesine, yokluk bilmemesine ve zaten hayatta onu para harcamaya sevkedecek, uğruna sterlinglerini sular seller gibi akıtacağı dünyevi zevkleri, uğraşları olmamasına rağmen, her fırsatta faturaları hakkında homurdanan, “fatura” (bills) sözcüğünü adeta şiddetli bir küfürmüşçesine telaffuz eden bir insandır hatta. şöyle der tercüme etmeye kalkışmayacağım bir şiirinde:

    quarterly, is it, money reproaches me:
    “why do you let me lie here wastefully?
    i am all you never had of goods and sex.
    you could get them still by writing a few cheques”…

    parayla arası nahoş olmasına rağmen, hull üniversitesindeki işine, üniversite kütüphanesinin müdürlüğüne rahiplerinkini aratmayacak bir ciddiyet ve sadakat ile bağlıdır. olmak istediği hiçbir şey olamamış ve olmamak istediği her şeyi olmamayı başarmış bir insan olarak ona yakışan da kütüphaneciliktir zaten. stoik ve vakur bir tavır içersindedir mesleğine karşı; onun için işi “hayatının ortasına çömelip yerleşmesine izin verdiği kara kurbağası”dır*, onu koluna girip mezarlığa götürecek yol arkadaşıdır:

    what else can i answer,
    when the lights come on at four
    at the end of another year?
    give me your arm, old toad,
    help me down cemetery road.

    yüzden fazla personeli denetlediği işinde fazlasıyla da başarılıdır larkin, tüm yaratıcılığına, sanatçılığına rağmen özellikle angarya denebilecek rutin işlere karşı tuhaf bir kabiliyeti vardır, ve bu angarya işlerden, bürokratik zevzekliklerden de başka hiçbir uğraştan almadığı kadar müthiş bir keyif alır.

    larkin’in ebediyen bekar kalmayı seçtiğini, evlenmek şöyle dursun, hayatının hiçbir evresinde nişanlanmak veya sözlenmenin bile yakınından geçmediğini öğrenmek, entryi buraya kadar okuyan kimseyi şaşırtmayacaktir, doğal olan, ona yakışan da budur zaten. evlilik hayatını, anlamayı ümit bile edemeyeceği korkunç bir muamma olarak görmüş, evlilik kurumunun kendisinde yarattığı bulantıyı şu alaylı sözcüklerle ifade etmiştir:

    he married a woman to stop her getting away
    now she’s there all day,
    and the money he gets for wasting his life on work,
    she takes as her perk
    to pay for the kiddies’ clobber and the drier
    and the electric fire…

    buna rağmen şiirlerinde farklı bir romantizmin izleri görülebilir: larkin’in romantizmi ironiktir, mesafelidir, hariçten bakanın, tutunamayanlarin romantizmidir. onun söylediği buğulu gözlerin, ipek saçların, narin ellerin değil, yetimhanelerin, meczupların cirit attığı parkların, ambülansların, alışveriş merkezlerinin romantik türküsüdür.

    çocuklara karşı tutumu da genel dünya görüşüyle tam bir ahenk içindedir, nadir ropörtajlarından bir tanesinde, çocukken çevresi hep yaşıtlarıyla çevrili olduğu için herkesten nefret ettiğini düşündüğünü, fakat büyüyünce hoşlanmadığı, tahammül edemediği insanların aslında sadece çocuklar olduğunu fark ettiğini itiraf etmiştir. kendi çocukluğunu “unutulmuş bir bıkkınlık devresi” olaran tanımlamakla yetinmemiş, diğer tüm çocuklar için de şu unutulmaz betimlemeyi yapmayı ihmal etmemiştir: “children are very horrible, aren’t they? selfish, noisy, cruel, vulgar little brutes.” (çocuklar ne kadar berbat yaratıklar, öyle değil mi? bencil, gürültücü, zalim, vahşi küçük kabadayılar.)

    ölümü de hayatı kadar huzur ve rahatlıktan mahrum bir ölüm olmuştur. son günlerinde ona yoldaşlık edecek, yanında bulunarak ona insan temasının sıcaklığını hissettirecek bir ailesi olmadığı gibi, sınırlı sayıdaki arkadaşlarının da ziyarete gelmemelerini nasihat etmiştir. hayatı boyunca kendisini ölümüne, soyunun tükenişine hazırlamasına rağmen, azrail kapıya dayandığında, ölüm anı gelip çattığında yine de hazırlıksız ve çaresiz yakalanmış, ölümle hesaplaşıp huzura kavuşamamıştır. deat be not proud demeyecektir o, kendisini tedavi eden doktorlarına kendisine hastalığı hakkında hiçbir bilgi vermemelerini, ona sürekli yalan söylemelerini tembih etmiştir. ömrünün son demlerinde güne üç kadeh portekiz şarabı* ile başlamayı adet edinmiş, bu yeni huyunu da kingsley amis’e karşı konulamayacak bir mantıkla “sabah yataktan kalkmak için bir sebebim olmalı, öyle değil mi?” diyerek açıklamıştır. ölümünden önceki son hafta sadece cin tonik ve ucuz kırmızı şarap içerek yaşayan larkin, arkadaşlarının “bari pahalı, kaliteli bir kırmızı şarap alsaydın kendine” eksenindeki sitemlerini dahi kaale almamış, son günlerini de konforsuz, sıkıntılı, korku ve şaşkınlık hislerinin hükmettiği bir sarhoşlukla geçirmiştir. kadim dostu kingsley amiş bile ölümünden sonra “philip larkin’i tanıdığımdan şüphe ediyorum.” demis, en yakınının bile philip larkin’e yaklaşamadığını itiraf etmek durumunda kalmıştır.

    derler ki, evelyn waugh’nun snobluktan öldüğü gibi, philip larkin de bedeni bir utançtan, varolmanın ebedi mahcubiyetinden ölmüştür.

    philip larkin’in hayatını yargılayacaklara, “vaaay, depresyon hırkası giymiş, marjinal takılmış, şekil yapmış” diyeceklere son sözü yine larkin söylesin istiyorum:

    reporter: do you feel you could have had a much happier life?
    philip larkin: not without being someone else.
    (gazeteci: daha mutlu bir hayat yaşayabilir miydiniz?
    philip larkin: başka bir insan olmadan hayır.)
  • şöyle bayılası bir şiiri de mevcuttur:

    they fuck you up, your mum and dad.
    they may not mean to, but they do.
    they fill you with the faults they had
    and add some extra, just for you.

    but they were fucked up in their turn
    by fools in old-style hats and coats,
    who half the time were soppy-stern
    and half at one another’s throats.

    man hands on misery to man.
    it deepens like a coastal shelf.
    get out as early as you can,
    and don’t have any kids yourself.
  • "niye daha zor, neden,
    o sözcükleri bulmak, hem sevecen, hem içten,
    ya da en azından, ne kırıcı, ne de yalan."

    şavkar altınel roni margulies kardeşler çevirisiyle

    yatakta konuşmak'tan...

    (bkz: talking in bed)
  • sanıyorum ki, ingiltere'de edebiyat derslerinde bu şair-i azamların en bir sevdiğimini "dark, grim, hede" diye belletiyorlar çoluğa çocuğa, çünkü ne zaman edebiyatla çok da fazla ilgisi olmayan bir ingilizle konuşsam bu sıfatlar dökülüyor ağızlarından. "yes, i like larkin, isn't he a little bit grim, though?" "evet canim, i like it that way" demiyorum nedense, belki demeliyim. kotumser olabilir, ama sıkıcı asla. yukardaki beatlesla ilgili sözlerini okuyunca şu dizeleri geldi bir de aklıma:

    sexual intercourse began
    in nineteen sixty-three
    (which was rather late for me)
    between the end of the chatterley * ban
    and the beatles' first lp.

    (bkz: annus mirabilis)
  • varış

    orda yaklaşmakta bir akşam
    kırların üstünde, kimsenin daha önce görmediği,
    hiçbir lambada ışık yok.

    uzaktan ipekten gibi görünür, ancak
    dizlerin ve göğsün üstüne örtüldüğünde
    huzur getirmiyor hiç.

    nereye gitti o ağaç, kilitleyen
    yeri göğe? nedir ellerimin altındaki,
    bir türlü duyumsayamadığım?

    nedir ellerimi külçe gibi kılan?

    philip larkin

    çev: kenan hanok
  • "when you get to the top, there is nowhere to go but down, but the beatles could not get down. there they remain, unreachable, frozen, fabulous." repliginin sahibi ki$i.
  • "deprivation is for me what daffodils were for wordsworth"
  • wants

    beyond all this, the wish to be alone
    however the sky grows dark with invitation-cards
    however we follow the printed directions of sex
    however the family is photographed under the flagstaff-
    beyond all this, the wish to be alone

    beneath it all, desire of oblivion runs:
    despite the artful tensions of the calendar,
    the life insurance, the tabled fertility rites,
    the costly aversion of the eyes from death-
    beneath it all, desire of oblivion runs.

    gibi bir şiiri yazabilmiş ve dahası high windows gibi bir şiir kitabının şairi olabilmiş (wants o kitapta değil, ikinci kitabı olan the less deceived'de *yer alır ) yalın, güçlü, güzel şiirlerin şairi. imgesel anlatıma sahip şiire aşina olanlar için şiirinin barındırdığı atmosferi anlamak ilk başta biraz zor olabilir ama hikayeci anlatıma yatkın olanlar için şiirinden etkilenmemek çok zor olsa gerek. türkçe şiirde yarattığı kısıtlı etkiyi görmek içinse şavkar altınel ve roni margulies'in şiirlerine göz atmak yerinde olur. benim için ise jazz sarhoşluklarının, vazgeçişlerin, hep uzakta kalan gökyüzüne özlemle bakmanın ve ölüm karşısındaki çaresizliğin şairidir. sevilesidir.
  • malum şiirindeki "they fuck you up, your mum and dad" dizesinin üstüne yapisma ihtimalinden tedirgin olmuş; "new oxford dictionary of quotations'da adım 'they fuck you up, your mum and dad' alintisiyla mi geçecek diye merak ediyordum. sağlam bir kaynaktan, onlara en iyi dizemin bu olduğunun söylendiğini duymuştum ve annemle babamı sevmediğim düşünülsün istemiyordum" demiş, arkasından gelen 'they may not mean to, but they do' dizesi bu açıklamayı yapıyor aslinda.

    [bu anektodu çıkıp gitme meselesini irdelerken aktarmış adam phillips, "larkin'in bu kayda değer şiirini, çekip gitmenin kolaylıkla suni bir mutlak bilgi biçimi addedilebilecegini söylemek için bir vesile olarak kullanmak istiyorum. çekip gittiğimizde, sanki çok biliyoruzdur: kalırsak neler olacağı hakkında, bilebilecegimizden çok daha fazlasını biliyormuş gibi davraniriz" diyerek söze başlamış ve : "ne istemediğini bilmek ne istediğini bilmek anlamına gelmez" diyerek bitirmiş. çıkıp gitmenin varsayimsal mutluluğuna kafka da bir şerh düşmüş: "dünyanın acılarından uzak durabilirsin, bu ihtimal sana açık ve mizacına da uygun düşer, ama belki de bu uzak duruş kacinabileceğin yegane acıdır." şerh dedim ama balyoz da olur.]
  • papyonunu, gözlüklerini takıp efendi efendi işine, kütüphanesine giden, sonra da this be the verse gibi bir şiiri yazan, bununla da yetinmeyip poet laureate olan çelişkiler yumağı şair.
hesabın var mı? giriş yap