• büyük sürmeli hotel'in bulunduğu bayır.
  • ayça şen'in 10 mart 2006' da çıkacak ilk romanının ismi. merakla bekliyoruz.
  • akıcı, eğlenceli, komik, hüzünlü, seksenli yıllarda çocuk olanlarla ilgili olanı başta olmak üzere saptamaları ile çarpıcı ayça şen romanı.
  • kitap ile ilgili röp.

    http://www.hurriyet.com.tr/cumartesi/4060163.asp

    kötü yazdım, kötü

    röp: ezgi başaran

    radyo ve tv programcısı, röportajcı ayça şen’in gariplikleri anlatmakla bitmez: bir dinleyicisini "aloov, iyi akşamlar efenim, ben erol evgin, inanmazsanız bakın size bir şarkı okuyayım" diye işletmişti. bu aralar internette "sayın abonemiz, siz de bizim gibi üzgünseniz lütfen 1’e basın" diye başka bir şakası dolaşıyor. ayça şen süper komik, bazen çok sivri, hep çok zeki. radyo programları, radikal’deki röportajları, ayça şengen adlı köşesi, ntv’deki programı bağımlılık yaratıyor.

    gelecek hafta okuyanus’un yayımlayacağı saatçi bayırı, yazarlıkta da iddialı olduğunun kanıtı. çocukluk, aile, aşk ve zor kararlar üzerine güzel şeyler söyleyen kitabı, işleri ve oğlu memo’dan arta kalan zamanında, kimi zaman sabah 04.00’lerde uyanıp yazmış.

    nişantaşı kafelerinde sohbeti eksik bırakan, gergin bir şey var. itzhak perlman usta gelse garsonları ayrı, müşterileri ayrı ayrı keman gibi çalabilir, hatta yaylılar orkestrası kurabilir. öyle bir disiplinli gerginlik söz konusu olan. ayça şen’le, kitabının dört saatlik redaksiyon çalışmasını yaptığı semtte, bir kafede buluştuk. "havayı mı kokluyorsun abicim, gel bir mozaik pasta ısmarlayalım güzelleşelim, bu ortam anca öyle düzelir" dedi. ardından bir keresinde yoğun uğraşlardan sonra yaptığı mozaik pastaya şeker yerine tuz koyduğunu, bu acı hatırayı aklından bir türlü çıkaramadığını anlattı. ama, tuzla şekerin tanecikleri çok farklı, birbirlerinden ayırmak kolaydır, gibi bir şeyler gevelediğimde kaşını kaldırıp doğrudan cevap verdi: "ben böyle acayibim işte, ayıramadım!" aslında, "sen kaç yaşındasın kızım, ablaya ukalalık yapılmaz" da diyebilirdi...

    romana nasıl başladığını merak ettiğimden ona latife tekin’in bir sözünü hatırlatıyorum: yazı yazmaya heves etmek aşık olmaya heves etmek kadar acıklı bir şeydir. çünkü ya vardır ya da yoktur. "bende olduğunu biliyordum" diyor ayça şen: "daha gazetede yazmaya başlamadan biliyordum, çok eskiden. sadece, kafamı toparlamam lazımdı. toparladım, yazdım." kitabını okuması için verdiği yakın arkadaşları, son sayfaya gelene kadar birkaç kez ağlamaktan bitap düşmüş, ruhlarına serum bağlatmış. sonra da "arkadaşım yazar oldu" sevinci ve gururunu yaşamış. ayça şen ise "abartmayın yahu, kötü yazdım, kötü" deyip duruyor. peki neden?

    "utanıyorum yahu, tevazudan da değil, bir roman yazmak çok büyük bir şey be. bir de çok çok özel..." aslında haklıydı utanmakta. utanılacak kadar iyi yazmıştı. ne dese olmazdı.

    sirk gibi aile

    saatçi bayırı’nda birden fazla kahramanın öyküleri iç içe geçmiş. romana anneannesinde büyüyen, tuhaf teyzeleri ve amcaları olan, babası erken ölen, aşık olduğu adam tarafından terk edilen, çok zor bir karar vermek zorunda kalan oya’nın hikayesi denebilir. yoğun bir uyuşturucu ve kaybedilmiş gençlik döneminden sonra hidayete eren kuzeni ebru’nun, ya da spastik olmasına rağmen çevresinde olup biteni herkesten iyi tartan, fiziksel yetersizlikleri yüzünden hayata ve çevresindekilere karşı bazen gerçekten çok kötü olabilen komşu cem’in hikayesi de. belki de kıskanç kocasının bir gün otomobilinin direksiyonunu sinirle kırmasıyla büyük bir kaza geçiren ve güzelim yüzünün sol tarafı tamamen parçalanan suzi’nin hikayesidir. ailede herkesin ördek teyze dediği örnek’i, çok zeki olmasına rağmen bir baltaya sap olamamış, annesinin evinde küçük bir odada yaşamaya mahkum olan mucit dayı’yı anlatıyor da denebilir.
    aslında şenlikli, küçük büyük her toplantısı cirque du soleil gösterisini andıran bir ailenin öyküsü bu. her sayfada okuruna "her aile bir dünya" klişesini düşündürüyor, sonra da bir tokat yapıştırıyor. öyle maskesiz bir şekilde çizilmiş ki karakterler, öyle sarih anlatılmış ki ilişkiler öncelikle durup kendinizi, çevrenizi yeniden değerlendirmeniz gerekiyor: teyzem, yeğeninden hoşlanmayan roman kahramanı ülkü’ye benziyor mu acaba, beni gerçekten sevmiş miydi? annemin üzüntüsünün gerçek nedeni, oya’nın annesinin çocuğundan kaçmasına sebep olan şeye benzeyebilir mi? karşı komşumun kapısının ardında da suzi’ninki gibi trajik bir hayat yaşanıyor mudur? kimliğimizi belirleyen en önemli etmen, gerçekten ailemiz mi?

    onu korkutan laflar

    "mutlu bir çocukluk geçirdim diyenlerden çok ürküyorum" dedi ayça, kahveden sonra "kanımızı temizler" esprisiyle ısmarladığımız yeşil çayını karıştırırken. "bir kere bu büyük bir yalan bence. mutlu çocukluk ne demek? yoktur öyle bir şey. sadece neler yaşadığını, çevresinde, en yakınında gerçekten neler olup bittiğini fark etmeyen biri vardır. o cins beni ürkütüyor."

    saatçi bayırı bir otobiyografi değil. yine de ayça şen’in hayatından kesitler taşıyor. bazen hatırladıklarını olduğu gibi yazıyor, bazen kurguluyor. bazen uçuyor, bazen yere iniyor. "aslına bakarsan, çocukken inatçı değildim. kolaydım yani, dert olmadım. ama bizim ailede de teyzeler ve halalarla bir sürü şey yaşandı. bazı çocukluk günlerim o kadar taze aklımda ki, bütün detaylarıyla yazdım."

    bugün 30’larında bir kadın olarak ayça şen’in gençliğinin en parlak tabelaları, o dönem gençlerinin aralarında konu yaptığı tüm işaret levhaları var kitapta. "birkaç yerde bahsi geçen commodore 64 çok önemlidir mesela bizim hayatımızda" diyor "efendime söyleyeyim, yehova şahitleri çok konu olmuştur. esrar kullanmak her dönem gençleri gibi bizim aramızda da muhabbeti dönen bir şeydi. bu tip şeyleri koydum kitaba. ama özellikle bunu da burada geçireyim diye düşünerek değil. romanın doğal sürecinde gelişti."

    baş karakter oya kendisine benziyor

    roman kahramanları ortak arkadaşlarımızmış gibi bahsettiğimiz, neredeyse "eee suzi’nin morali düzeldi mi? mucit dayı’yla maydonoz enişte neler yapıyor" noktasına geldiğimiz bir anda, konu ayça’ya fazlasıyla benzeyen karakter oya’ya geldi. "evet abicim doğru anlamışsın, oya, başına gelenler bakımından benzer bana" dedi. oya, ümit adında bir adama aşık oluyor romanda. ondan hamile kalıyor ama doğurmadan kısa süre önce, ortadan kayboluyor ümit. gidiyor ve bir daha hiç haber alınamıyor. "böyle bir hayat yaşayan oya’nın sonu mutlu olamazdı. zor olacaktı" diyor ayça. tam beş yıl önce, süper oğlu memo’ya hamileyken zor bir karar vermek zorunda kalmıştı o da. tek başına bu işi başarabilir miydi? yapmalı mıydı? bir yandan ne gerek vardı, bir yandan ne güzel olurdu? kitapta sevdiği adamın çocuğuyla kalakalan oya’ya kuzeni şu öğüdü veriyor: "erdemli yaşamak aslında iki uç arasında sürekli karar vererek yaşamak demek. değerlerini savunup, yaşananlara teslim olarak yaşamak demek. düşün bunu oya; o adam hayatından şimdi çıkıp gitse ne karar alırdın? yine de doğururdun değil mi? işte aslında her an doğma ve doğurma halindeyiz."

    "ben," diyor ayça "istedim bu oğlanı, yaşayacağım zorlukların hepsini hesaba katmadım bile. annem süper kadındır. hep yanımda oldu. yaptın bir iş, oldu olacak soyadını da ver, dedi. serttir yani. ama ben istemedim, sonra zorluk çekmesini istemedim." hayatının en büyük kararı bu mu, diye sordum. "budur abicim, aynen" dedi. "tek başına anne olurken iki şeyi düşünmelisin. biri para. çok lazım oluyor, inan. bir de çocuğu yaptığın adam iyi kalpli olsun. aşkı, neşesi, zevki geçiyor da iyiliği kalıyorsa doğru adamdır. o kadar yani başka düşünecek bir şey yok."
  • üzerinde bulunan "göktürk sokak"ta hayatımın en güzel iki yaz tatilini geçirdiğim gayrettepe bayırı.
  • merak içerisindeyim.. okumaya başlayacağım günü beklediğim kitap.

    tanııtım yazısından da kopi peyst yapalım...

    "... bir sene önce girdiğim bu okulda girdiğimin ikinci ayı anneme küfür ettiği için hayalarına tekme atıp müdüre kadar çıktığım yavuz denen çocuk yanıma yanaştı ve son derece üzgün "oya, senden özür dilemeye geldim. babanın ölümüne çok üzüldüm" dedi. o zaman başımdan aşağı kaynar sular döküldü. demek öğretmen beni sınıftan çıkarıp bütün sınıfa "bakın oya'nın babası öldü, ona iyi davranın" demişti. bu benim hayatımın ilk aşağılanmasıydı; neye uğradığımı şaşırmıştım. ve bu benim, hayatımın ilk neye uğradığımı şaşırmasıydı."
    (kitaptan)

    "hani o komik yazılar yazan kız", ayça şen, bu kez yazar olarak karşımıza çıkıyor. daha önce yanlarım ağrıyor adlı bir deneme ve babanız kim? adlı bir röportaj kitabı hazırlayan ayça şen'in ilk romanı bu.

    bildiğimiz "ayça şen" diliyle kurgulanmış bu roman iki farklı karakterin ağzından anlatılıyor...

    küçük bir kız çocuğunun, küçük olmayı, ergenlik sürecini, arkadaşlık, aşk, aile ilişkilerini keşfetmesinin hikayesi. 80 kuşağının tanıdık geçmişinden bir hikaye; bizden bir hikaye.

    tarzının zorluğuna inat alabildiğine akıcı bir dille akıp giden bu hikaye, ayça şen hayranlarının elbet merakını uyandıracak, fakat bugüne kadar döktüğü taşların fazlası var bu kitapta.
  • sabahında arabayla zavallı bir sokak kedisinin canına kıydığımız günün akşamüstüsünde, önüme ilk çıkan kitapçıdan satınalıp alel acele okumaya giriştiğim kitap.
    nedendir bilmem ama ağlamayı beceremeyen beni bile, ilk sayfalardan itibaren, burnumdan akmış bir çingene sümüğü ile ve gözümde akmaya utanan yaşlarla, dünyaya çamlıca gazozu şişesinden bakıyormuş gibi esir alan kitap.
    öyle acıklı değil bu kitap. fazla gerçek mi bilmiyorum ama çok dokundu bana.
  • "ayça şen'in saatçi bayırı'nı okurken çocukluk anılarım canlandı." dostoyevski
  • bana ben yazmışım gibi gelen kitabın adı.
  • radikal kitap ekinde ebru çapa'nın kitap hakkında ki yorumu;

    ev kokulu bir roman

    yalanım yok; hayatımda bu denli zorlanarak başına çöktüğüm bir yazı olduysa da hatırlamıyorum. birçok açıdan ofsayta meydan vermekten çekindiğim için, ayça şen'in saatçi bayırı adlı romanıyla ilgili röportaj yapmaktan ya da herhangi bir şey kaleme almaktan imtina ettim ilk başta.
    zira konum itibariyla bendeniz, saatçi bayırı'nı baskıdan maskıdan değil, bilgisayar printer'dan taze çıkmış hâliyle, dumanı üstünde okuma zevkine nail olmuş bir yakın dostum...
    yazarın, bu kitabı yazarken yaşadığı, kimi zaman bu kitapta anlattığı şeylere vakıfım; kitabın yazılış sürecinde yaşananlara da tanık oldum.
    ayça'nın ergenliğini 80'lerde yaşamış, biz yaşlarda iki akraba-arkadaş kızın/kadının hikâyesini, birbirinden farklı karakterlerin eşliğinde anlattığını, başından beri biliyordum.
    dolayısıyla bu satırları kaleme alan kişi ile kitabın yazarı arasındaki hukukun, aradaki ilişkiye dair bilgiye vakıf okur nezdinde, ayça şen'in yazarlığına halel getirmesinden dehşetle korktum. allah biliyor ya, hâlâ da korkuyorum.
    bir yanılgıya sebep olmaktan; bunu bir 'kanka okkalaması' olarak algılanabilme ihtimalinden; benim şu tutuk dilimle sarf edebileceğimden çok daha büyük iltifatlara layık bir esere zararımın dokunmasından...
    neden sonra, düşününce, bu hâlin kendisine, ayrıca öfke duydum. adalet duygusu diye bir şey varsa, insanın sevdiklerini kayırıyor paranoyası yaratmaktan ürkmesi, başka türden bir haksızlığa yol açıyor zira.
    çünkü bir yandan da kitabı okumaya başlarken, hayal kırıklığına uğramaktan ne kadar korkuyorduysam, şimdi de o denli kıvanç ve saadet doluyum.
    kıvanç kelimesini dost sıfatıyla kullanıyorsam; saadeti, uzun zamandır ilk kez bu denli ağız tadıyla, 'içime dokunan, içimi okuyan, içime işleyen, için için katılarak gülmemi sağlayan ve içimi dağlayan,' bir şey bulup da okuyabilmiş okur ceketimle söylüyorum.
    yukarıda allah var; sağ beklerken soldan fena bir yumruk yemiş gibiyim. saatçi bayırı'nı beklerken; böyle bir şey beklemiyor, hatta ne beklediğimi bile bilmiyormuşum.
    şimdi yüksek müsaadenizle, derin bir nefes alacağım ve kitabın tanıtımından çalan (buyrun bakalım, bu bile kafadan haksızlık!) bu uzun girizgâhı kesip, saatçi bayırı'na sapacağım.

    bir dostluk destanı
    her şeyden önce, biz, ergenliğini 80'lerde heba etmiş, 30'lu yaşlarının ileri dilimini sürmekte olan kuşak elbette ayrı bir tat alacaktır ama; saatçi bayırı'nın sadece bizim kuşağın 'iki seksen' serilmiş ahvalini anlatan bir kitap olduğunu söylemek, eksikten öte, cüce kalır.
    çünkü 'aynı zamanda' bir dostluk destanı, 'aynı zamanda' -bu gibi durumlarda kalabalık italyan ailesi tabiri kullanılır ama, tam da 'ev' kokan- bir türk ailesinin dallı budaklı, çok boyutlu öyküsü, 'aynı zamanda', farklı çocuk gözlerinden görülen olayların, farklı çocuk elleriyle tutulmuş günceleri de denilebilir bu kitap için.
    çocuk gözü dediğinizden bakmak, görmek ve gördüğünü dile getirebilmek, asla ve kat'a azımsanamayacak derecede meşakkatli iştir, bilirsiniz.
    bir çocuğun saflığını, yanaktan kesme alma numaralarına yatmadan; o saflığın nasıl bir tarafıyla hain, kurnaz, acımasız, matrak; bir tarafıyla her şeyin, her hâlin detaylı fotoğrafını çekebilecek derecede dikkatli bir şey olduğunu anlamadan bu işe soyunmak, insanı şeytan çekici gibi zeki bir çocuğun karşısında 'agucu gugucu' yapıp gülünç olan salak yetişkin konumuna düşürebilir. tek gidiş, direkt hat...
    saatçi bayırı'ndaki karakterlerin hiçbiri kakofoniye prim vermeyen 'tip'ler... her biri gerçek birer insan, karakter... en kötüsüne hak verdiğiniz anlar, en iyi niyetlisine uyuz olduğunuz zamanlar gani. bildiğiniz insanlık hâlleri...
    ilerki yaşlarda alzheimer olup, iyiden iyiye 'enteresan' bir tipe dönüşen müzeyyen hanım'ın kızlarının, oğullarının, torunlarının, komşularının, uzak tanışlarının hikâyesi bu.
    kedigiller familyası diyelim meselâ; kimisi vaşak, kimisi ev pisisi, kimisi arslan, kimisi kaplan, kimisi çita, kimisi panter ki kesmekte fayda var; bu böyle gider de gider...
    oya, burcu, ebru; müzeyyen hanım'ın farklı evlatlardan üremiş torunları... her biri farklı şehirlerde, hatta farklı ülkelerde serpilmişler. kendi hayat çizgilerini takiben, türlü dönemeçler almışlar, farklı yollardan, terbiyelerden, tecrübelerden geçmişler.

    çeşit çeşit kahraman
    bir çocuğu tek başına büyütüp büyütmeme seçiminin eşiğindeki hamile oya... her türlü itliği kopukluğu denedikten sonra, bütün fanatikler marjinallerden çıkar ya, hidayete ermiş ebru... almanya'da büyüyen ve kendisi de anlam veremese de kalkıp bir polise filan 'veren' burcu... bunların 'sadece sevdiklerinin dedikodusunu yapan', aile içinde birbiriyle kavgası bitmeler bilmeyen ama yabancı biri laf uzatmaya kalktığında kümesine hâkim savaşçı tavuk kesilen anneleri... yani ülkü, serap, örnek (ördek) teyze...
    ah, şurda olsa da oturup iki kadeh rakı tokuştursak dedirten mucit (oktay) amca...
    bir zamanlar dünyalar güzeliyken, kıskançlık yüzünden meydana gelen bir trafik kazasında yüzünün yarısını yolda bırakmış komşu suzi; onun esas kendi zihnimizdeki spastikliğimizi yüzümüze vuran, baldan tatlı gözlemciliği ve zekâsıyla spastik oğlu cem...
    insan ilişkilerinin 'insani' bir şekilde algılandığı, almanın ve vermenin hakkının verildiği, tüm düzlüğüyle, gerçekliğiyle tadından doyulmaz bir ilişkiler ağı, kitabı esasen lezzetli kılan.
    oya, uzunca bir süre yanında kaldığı anneannesi müzeyyen hanım'dan şöyle bahsediyor meselâ:
    "babam öldükten sonra anneannem iyice garipleşti. hanımefendiliğinden eser kalmadı. sadece yabancılara karşı anlayışlı oldu iyiden iyiye. mesela ishak doktora karşı hep nazik oldu ama viskiyle birlikte uyku ilacı içtiğini sakladı. beyni günden güne erimeye başlamıştı aslında ama biz bunu hiç fark edemedik. olmayacak senaryolar yazıyor, küçüklüğünde ölen köpeğini defalarca anlatarak beni ağlatıyor, ağladığımı görünce hoşuna gidiyor ve ertesi gün yine anlatıyordu. on kereden sonra ben de ağlamaz oldum artık küçük mimi'nin ölümüne.
    (...)"
    ama bunların dışında da öyle iyi bir anneannelik yaptı ki bana, öldüğünde hiçbir his duyamadım. yani sevinmedim çünkü, iyi tarafları çoktu. yani üzülmedim çünkü kötü tarafları daha çoktu. onunla belki de aramızı en çok pekiştiren şey, ekmeğin iç kısmını onun, kabuğunu da benim sevmemdi. mükemmel bir uyumumuz vardı anneannemle."
    o hamasi söylemde pek kutsal (!) aile mefhumunun, gerçekten böyle üç kez öpüp başa konulacak derecede, böylesine gerçekçi bir şairanelikle dile geldiği bir kitaptan söz ediyoruz.
    yoksa, yemişim 80'leri... konunun içinden 'commodore 64' geçirmekle roman çıksaydı; çok gördük zımbalı kotlu, vaktalı, big in japan'li kitaplar yani...
    ha, şimdi bu arkadaş kontenjanından 'hatır işi' ya (!), illâ ki kötü bir şey söylemeden içimiz rahat etmeyecekse; öylesine su gibi akan bir kitabın sonunda, bir miktar "eee?" diyor insan. (yani bu sayfada imzası olan insan dedi.)
    üzerinde bir yarım kalmışlık duygusu kalıyor. sonu sanki biraz aceleye gelmiş, "bunu burada kesmezsem, ahkâm kesmeye başlayacağım" endişesiyle bitirilivermiş gibi.
    bilemiyorum; belki de esasen, doğru bir tutumdur.
    zira, kitap zaten bir grup insanın aldığı yolu anlatıyor ve esasen kat edilen mesafedir yolu zevkli kılan; varılan duraktan ziyade.
    bakalım buradan nereye gidilecek diye bekliyorum, bir okur olarak, naçizane...
    sevgiden öte, saygıyla, hayranlıkla, hürmetle...

    ebru çapa
hesabın var mı? giriş yap