• evet, çeşitli kötülükler oluyor hakkaten, dünya çamurun içinde dönüyor, yuvarlandıkça daha da çamura batıyor, ama bundan biz ne kadar sorumlu olabiliriz? diye düşündükçe bir şeylerimiz ışıldayabilir.

    stanislaw lec demiş ki, düşen bir çığda, hiçbir kar tanesi, kendisini olup bitenden sorumlu tutmaz. hele ki o kar tanelerinin yarattığı nöron ağından sudur eden bilinç hepimizi ihata ediyorsa. ancak bunun farkında olmamak sorumluluğu yok etmiyor maalesef. farkındalık, elinde olmayan şeylerden dolayı da sorumluluk hissetmene neden olabilir, bunun belli belirsiz bir farkındalığı da, bir adım daha atmamayı hayat memat meselesi haline getirir.

    sorumlusun. kaçamıyorsun. ağzından çıkan ya da çıkmayan her kelimeden sorumlusun.
  • ozgurlukten ayrı düşünülemeyecek kavram.
  • önce buradan

    'benim adım insanların hizasına yazılmıştır'*

    ****************

    yatılı okula başladığımız ilk hafta, amasya anadolu öğretmen lisesine geçici olarak yerleştirilmiştik. oradaki usule göre, öğrenciler kendi odalarını temizlemekle yükümlü idiler. sabahları nöbetleşe olarak bir öğrenci, kahvaltı dönüşünde odanın yerlerini vileda ile silecekti. sabahları da, belletmen hoca gelip kontrol ederdi okula gitmeden evvel.

    net hatırlamıyorum ama ilk sıralarda görevi almıştım. evden talimli olduğum için zor gelmedi açıkçası. bir iki hafta sıra ile devam ettik. sonra, sanırım kontrollerin yeterince sık yapılmıyor olmasından cesaret alarak, aramızdan bir arkadaş nöbet kendisine geldiğinde yapmadı işini. sonraki arkadaş da, ertesi gün, ona kızıp yapmadı.

    yazılı olmayan, korku, çekingenlik ve belki de saygı hukuku esaslarına göre yapılmış olan bu akit; korkmayan, çekinmeyen ve eminim ki diğerlerine hiç saygı duymayan o çocuk tarafından tek taraflı feshedilmişti. ben, saygı çerçevesinde devam ettirildiğini sandığım bu düzeni öylesine sindirmiş, bundan kimseye söylemediğim halde öylesine derin huzur duyan ben, ikinci arkadaşın da "o yapmıyorsa, neden ben yapıyorum abi"siyle, kocaman bir hayal kırıklığı yaşamıştım. bu büyü, bu tılsım bozulana kadar ben, namazı yeni öğrendiğimiz yıllarda, kardeşimle sırasıyla imam olup cemaat yaparak kıldığımız namazın tadını alıyordum bu işten. ben, insanların bir birlerine saygı duymasına öyle aşık, öyle tutkuluydum ki, o işin yapılmıyor olmasına bile üzülememiştim. beni asıl yıkan şey; o salak beton duvarlar, demir ranzalar, aksi üst dönemler ve taş betona hapsolmuş 8 çocuğun bir aile olduğuna inanmış olmanın aptallık olduğunu anlamamdı.

    o çocuk işini yapmadı, sonraki çocuk da işini yapmadı, ondan sonraki de. kimse işini yapmıyor olmasına rağmen, sıra yavaş yavaş devretmeye devam ediyordu. ben ise her devredişte, bunun yalnızca bir görev olduğunu anlamamla birlikte, aptallığımı da kendi içimde tescilliyor; kendime karşı engellenemez bir öfke duyuyordum. aynı zamanda vakit daralıyor, sıra bana doğru yaklaşıyordu. o yaklaştıkça, odadaki ayak izleri artmaya, yatakların altındaki kocaman pamukçuklar birileri yanlarından geçtikçe odanın ortasına savrulmaya başlıyordu. bense içimde, "aceba, 'ben de yapmıyom lan' diyebilecek miyim"in mücadelesini veriyordum.

    sıra bana geldiği gün, geceden sabaha içimde tekrarladığım o cümleyi odanın ortasında gezen pamukçukların içine fırlatıverdim: "siz yapmıyorsanız, ben de yapmıyom lan". çok umursanmadı o cümlem. benim için büyük, odadakiler içinse çok küçük bir adımdı. herkes üstünü giyinmeye, dünden camın önünde kokusu gitsin diye bıraktığı soğuk çorapları ayağına geçirmeye devam etti. ta ki, koridorda o ses yankılanana kadar: "oda kontrolleri yapılıyor". odadaki arkadaşlarım, sorumluluklarını yerine getirmemekte gösterdikleri başarıyı, başkalarını öne sürmekte ve olayın içinden sıyrılmakta da göstermişlerdi. bir anda birlik olup, "bugün sıra senindi oğlum" korosunu kurdular. bense, henüz 'çirkeflik ve toplumsal krizleri yönetme' dersinde, beginner idim. ben, geceden sabaha ilk üniteye çalışmışken, adamlar sınava dünden hazırlardı.

    o sıra beynimden geçenleri ve korku ile karışık pişmanlığı tartacak bir terazi olsaydı keşke. benim için bir yıl, diğer insanlar için 2-3 dakika geçmişti ki; kapı açıldı, herkesin korktuğu o koca göbekli müdür yardımcısı odaya girdi. bir şey ararmış gibi sağa sola bakındı ve takındığı öfkeli surattan, aradığını bulduğunu oda ahalisi olarak anladık. malum soruyu sordu: "bugünün nöbetçisi kim?". o an, resmen odadaki arkadaşlarımın bu aptal sınavın soruları çaldığına inanabilirdim. adamlar sorulacak soruya yönelik altyapıyı hazırlamışlardı. bense, adalete inancımı henüz yitirmemiş bir ergen aktivisti idim. onlar beni ortaya atmadan, haklarımı savunabilir, durumu anlatabilirim diye düşünerek, "tamam nöbetçi benim ama, bu arkadaş geçen haftadan beri kendi sırasını..." diyerek, ihanet zincirini başlatan o arkadaşı gösterdim. müdür yardımcısının ise bizi dinleyecek, muhakeme edecek, adaleti tesis edip, zalimin zulmünü dindirecek vakti yoktu. onun ihtiyacı olan, üç beş kurban ve disiplini sağlayacak bir kaç efsane tokattı. lafımı bitirmeye gerek kalmadan, benim kulağımdan tutup kendisine doğru çekti, sonra parmağım öbür şerefsizi gösterdiği için "yanına bu da iyi gider" diye düşünerek onun kulağını da yakaladı. kulağımı tutup, kafamı diğer çocuğun kafasına vurmak üzere savurduğu o kısacık süre içerisinde, ilk defa yabancı birinin kulağımı tutuyor olmasından ötürü yaşadığım hayretle meşguldüm. süre çok çabuk geçti ve kafalarımız tokuştu. tokuşan kafalarımız bir birinden ayrılırken, müdür yardımcısı yetinemedi ve bir birinden uzaklaşan iki kafaya, iki eliyle birer tokat yapıştırdı. bu, savruluşumuzu daha da hızlandırırken, benim hayretim katlanarak artıyordu; önce kulağıma yabancı bir herifin şiddet maksatlı dokunması ve ardından kafamın arkasında hissettiğim kocaman el, tüm bunlar inanılır gibi değildi. babamdan çok dayak yemiştim ama bize bunu öğretmemişti. en fazla kavgada falan yabancı bir kaç çocuğun 'yumzuk' atmasına maruz kalmıştım ama insanı babasından başkasının dövmesi çok başka bir şeydi. şimdi düşünüyorum da, belki arsız bir çocuk olmayışımın sırrı da buradaydı. yeterli sayıda yabancı tokadı yemiş bir çocuk için hayatta artık hiç bir şey korkutucu olmasa gerek, kim bilir.

    müdür yardımcısının dayağından sonra 8 kişi birlikte odayı temizledik; biri vileda kovasını doldurdu, biri yatakların üzerini düzeltti, biri dolabın üzerindeki ekmeği aldı, biri ortalığı sildi falan. kimse kimseye bir şey demedi. artık saygının olmadığından, bunun tamamen korku olduğundan emindim. mutlak sessizlik içerisinde sadece yer değiştiren nesnelerin sesleri geliyor, kimse bir kelime dahi etmiyordu. aynı ekip işimiz bitince, aynı servis koltuklarına ve aynı okul sıralarına oturmaya devam ettik. öğlen arasına doğru, insanlar bir biri ile şakalaşmaya devam etti ve konu kapandı gitti.

    bir süre sonra ben ortamdaki insanlardan git gide daha da soğudum. alt katta, lise 2'lerden bir kaç tane abi ile tanışmıştım. onların duygusal olgunlukları beni daha çok tatmin etmişti. o yurttaki geçici misafirliğimiz bitene kadar da, arkadaşlarımla konuşmaya devam ettim fakat vaktimin çoğunu başka odalarda geçiriyordum.

    o döneme dair yazdığım bir entry de şuracıkta: (bkz: whatsapp/@turuncu gibi sari)

    eminim hepsi olayı unutmuştur. ya da en iyi ihtimalle, "müdür yardımcısı sizi nasıl çarptıydı lan" diye anlatacak kadar hatırlıyorlardır.

    bense o sürecin, başından sonuna her şeyi, o gün yaşadığım hali ile hatırlıyorum.

    o günden bu güne, 17 yıl geçti aradan. benimse sorumluluk bilincine dair, hatırladığım çekirdek anılarımdan biri budur. hayatımın devam eden her aşamasında şunu gördüm, ben sorumsuzlukla baş edebilecek, onun sonuçlarını doğru yönetebilecek ve en önemlisi bu sonuçlara katlanabilecek yetkinliğe sahip olamadım.

    evde, evliliğimde, işte, iş yerinde herkesi, her şeyi her zaman sırtıma alırım. bir şey sonra bana yük olur diye korktuğum her şeyi şimdiden sırtımdaki sepete yüklemeye çalışırım. tekrar yabancı bir elin kulağımdan çekmesinden, kafama vurmasından duyduğum korkuyu, önüme çıkan hemen her olayda hatırlarım. risk almamayı tercih ederim. başkalarının sorumsuzluklarından ötürü üzülmektense, sorumluluğu kendim almayı yeğlerim.

    sonradan sonraya; büyüdükçe, okudukça içimdeki merhameti de, zihnimin doğru yerine konuşlandıramadığımdan olsa gerek, sorumluluk ve merhameti bir birine karıştırır oldum. bazen öyle oluyor ki, merhametten mi, yoksa sorumluluğun getirdiği korkudan mı bilemediğim bir şekilde olayları kendi üzerimde buluyorum. her saat, her gün artarak devam ediyor bu. bir çeşit lanet gibi beni bırakmayan.

    bu şekilde başarılı ya da mutlu olabileceğimi de sanmıyorum. bu şey, beni içerden yiyip bitiren bir güve gibi. bu şey, insanların benim için bir şey yapmasına müsade etmemi engelleyen, insanları benden alıkoyan bir hastalık.

    her gece, başımı her yastığa koyduğumda bunu unutmak için kendimi parçalamama yol açan bu şey.

    bunun adı nedir?

    ****************

    'bir yaprak kapatıyorum hayatımın nemli taraflarına
    ölümden anlayan ciddi bir yaprak
    unutulacak diyorum, iyice unutulsun
    neden büyük ırmaklardan bile heyecanlıydı
    karlı bir gece vakti bir dostu uyandırmak'*
  • popüler ecnebi dillerinde yanıt sözcüğüyle ilişkili olarak kullanılır (ing: responsibility, fr: responsabilité, alm: verantwortlichkeit) türkçe'de ise soru sözcüğüyle. eskiden de mes'uliyet denirmiş ki, o da esasen su'al sözünden gelmektedir. öyle, o kadar yani. (bkz: ben bir tespit yapmak istiyorum sayın kırca)
  • varoluş ve psikiyatri'nin son bölümünde, engin geçtan'ın john page'den yaptığı alıntıyı alıntıladım!*:
    ''sorumluluk, kendimize olan sorumluluğumuzdur. insanın kendine yönelik en büyük sorumsuzluk biçimi, diğer insanlara ve olaylara ilişkin sorumlulukları, önüne çıkıverdikçe ve kayıtsızca kabul etmesidir.''
  • beş ay önce taşındığımız apartmanda henüz kimse aidat istemek dışında öğrenci evimizin kapısını çalmamışken, karşı apartmanda çalışan bir kadının (muhtemelen gündelikçi) öğle vakti elinde iki poşet dolusu yemekle beraber getirdiğidir.

    bir süredir içten içe "şu derslere artık bi'başlamak lazım, sakata gelecen lan!" diye düşünen, bugünlerde vicdanı okul açısından pek de rahat olmayan beni ciddi etkiledin teyze, sağolasın.

    sen sokağın öte tarafından ellerin dolu dolu gelip üstüne bir de "çamaşır makinanız var mı?" diye sordun ya, ben o kaleme kağıda daha sıkı sarılırım. dert görmeyesin.
  • sorumluluktan kaçmak gerektiğini ben askerde öğrendim.

    ilk başta toy askerken, her şeye atlardık...komutan sorardı, "şundan anlayan var mı, bundan anlayan var mı?"... biz de hemen öne çıkardık.

    sonra komutan, sonuna kadar faydalanmaya çalışırdı... derken derken...bizim gözümüz açılmaya başladı. askerde hiçbir şey bilmeyen, hiçbir şeyden anlamayan, her soruya "bilmiyorum, anlamam" diye cevap veren kimsenin en akıllı olduğunu kavradık. askerde ne kadar cahilsen, ne kadar sorumluluktan kaçarsan o kadar iyidir...

    normalde bu söylediklerim hep çirkin şeyler. ancak maalesef yapacak bir şey yok. adamlar düzeni o şekilde kurmuşlar. bizim de o düzene göre hareket etmemiz icap ediyor mecburen. farklı tavır göstermemizi istiyorlarsa, düzeni değiştirsinler...

    her neyse...asıl mevzumuz şu ki; askerdeki bu sorumluluktan kaçma, omuzlarımıza ağır yük almama prensibini tasavvufta da gördüm ben. ilginç bir korelasyon oldu.

    "lâ havle ve lâ kuvvete illâ billah" sırrıdır bu. maneviyat ehli "la havle, 99 derde devadır. en küçüğü kalpteki gamı gidermesidir" demişlerdir.

    niçin öyle söylüyorlar?

    çünkü bu tesbih; hem alemde hem de bizlerde yapan eden hep odur. bizler o'nun elinde enstrümanız. mülkün sahibi o'dur. fuzuli yere karışma, karıştırma. padişahın işine karışılmaz. madem yapan eden hep o. sen nötr bir gözlemci ol. senin görevin zaten o: şahit olmak, tanık olmak... omzundan sorumluluğu at demek oluyor.

    ancak islam'ın diyalektiğini de unutmamamız icap ediyor. yoksa fena halde çuvallarız. neydi prensibimiz?

    "gündüz kaderiyye, gece cebriyye ol". yani iş yaparken, her şey sanki bizim elimizdeymiş ve bizim irademize bağlıymış gibi yapıyoruz. elimizden geleni yaptıktan ve gece olup yatağımıza uzandıktan sonra ise her şeyin takdir-i ilahiye bağlı olduğunu düşünüyoruz. bu iki zıt kutuptan birinden birine saplanırsak, sırat-ı müstakim(doğru yol, orta yol)'dan sapmış oluruz ve diyalektiği işletip hakka doğru yol alamamış oluruz.

    zira zâhir ve bâtın iki deniz gibidir. aralarında perde vardır. birbirlerine karışmazlar. o yüzden biz de zâhirin gerekleri ile bâtının gereklerini birbirine karıştırmıyoruz.
  • bireyin sergilemi$ olduğu eylemin sonuçlarını ,yapacağı seçim durumunda kazanacaklarını ve kaybedeceklerini kabullenmesi durumudur.çünkü her tercih bir vazgeçi$tir.her seçim ile yeni bir hayat ba$larken,diğer seçenekte ba$lamayan hayatlar ölür.i$te sorumluluk da bireyin bu ölüm-kalım arasındaki çizginin insana yüklediği bir ağırlıktır ve bedeli tartı$ılamaz.
  • alınmaz ki verilir.
    sonra da "bunun sorumlusu sensin" denir.
    ne ala.
  • yapılan işin sonuçlarından doğrudan etki altında olma bilinci.
    sonuçları üstlenme bilinci.
hesabın var mı? giriş yap