• gideon levy'nin bu film üzerine yazdığı ve 26.02.2009'da haaretz'de yayınlanan harika makalesinin, tarafımdan* yapılan naçizane türkçe çevirisi:

    pazar günü herkesin duaları oscar’ı kazanması için ari folman ve “beşir'le vals”in arkasındaki tüm yaratıcı sanatçılarla birlikte olacak... israil’e giden ilk oscar? neden olmasın?

    bununla birlikte belirtmek gerekir ki, film çileden çıkarıcı, rahatsız edici, aşırı kötü ve yanıltıcı. çizimleri ve animasyonları için bir oscar’ı hakediyor; fakat alt metnindeki mesajı için de aynı zamanda bir kepazelik damgasını... folman’ın, altın küre’yi kazandığında ödülünü kabul ederken, o sırada gazze’de alevlenmiş olan savaştan hiç bahsetmemesi kazara olmuş bir şey değil. o gün gazze’den gelen fotoğraflar dikkat çekecek derecede folman’ın filmindeki sahneleri andırıyordu. ama o sustu. bu nedenle folman’a, dolayısıyla da hepimize, methiyeler düzmeden önce bu filmin savaş karşıtı olmadığını ve de israil’e militarist ve işgalci bir ülke olarak eleştiri bile getirmediğini akılda tutmalıyız. bu film, biribirimizin sırtını okşamaya müsaade edip, dünyaya ne de sevimli olduğumuzu söylemeyi hedefleyen bir yalan dolan oyunu.

    hollywood mest olacak, avrupa alkış tutacak ve israil dış işleri bakanlığı filme ve yaratıcılarına, ülkenin iyi yüzünü göstermeleri için dünyayı gezdirtecek. ama gerçek şu ki bu film bir propaganda. stilize, sofistike, yetenekli ve lezzetli – ama propaganda. amos oz ve a.b. yehoshua’ya yeni bir kültür elçisi katılıyor artık; o da artık onlar gibi şaşılacak derecede aydın kabul edilecek – kontrol noktalarındaki kana susamış askerlerden, yerleşim yerlerini bombalayan pilotlardan, kadın ve çocukları top yağmuruna tutan topçulardan ve sokakları parçalayan istihkamcılardan hayli farklı olarak... filmde bunların yerine, tam zıtları var. hem de animasyon şeklinde. açık fikirli, güzel israil; kederli ve kendini beğenmiş, beşir'le ya da beşir'siz bir vals yapan. propagandacılara, subaylara, yorumculara ve “bilgiyi” nakledecek sözcülere ne gerek var ki? bizim valsimiz var.

    beşir'le vals iki ideolojik temele dayanıyor. ilki “biz vurduk ve ağladık” sendromu: ah, ne de çok ağladık bu kanı bizim ellerimiz dökmediği halde... buna bir parça soykırım anıları ekleyin, ki bu olmadan kurallara uygun bir israil işgali olamazdı, ve az miktarda da kurban olma sendromu –ki halk söyleminde olmazsa olmaz bir diğer malzemedir bu – ve voila! artık 2008 israil’inin yanıltıcı portresine sahipsiniz; sözcükler ve resimlerle!

    folman 1982’deki lübnan savaşına katıldı ve 24 yıl sonra bununle ilgili bir film yapmak aklına geldi. bir işkence içindeydi. ordudaki silah arkadaşlarına gitti, biriyle barda viski yuvarladı, bir diğeri ile hollanda’da esrar içti, terapist arkadaşını sabahın ilk ışıklarında uyandırdı ve psikiyatristiyle bir seansa gitti – bunların tümü peşini bırakmayan bir kabustan kurtulmak için. ve kabuslar hep bize* aittir; sadece kendimize.

    artık hayli uzak bir geçmiş olan lübnan savaşı ile ilgili bir film yapmak epey uygundu aslında: bunlardan birini, beaufort’u, zaten daha önce oscar yarışına gönderdik. hatta özellikle beyrut’taki sabra ve şatilla mülteci kamplarına odaklanan bir film yapmak daha bile uygundu.

    ta o zaman, kamplarda gerçekleşenlere karşı düzenlenen dev gösteriden sonra, bu katliamı gerçekleştirmeleri için uşağımız falanja yeşil ışık yakılması ve tüm bu katliamın israil işgali altındaki bir bölgede gerçekleşmesi gibi tüm yaşananlara karşın, sürekli tekrarlanan tek bir deklarasyon vardı: bu kanı döken zalim ve vahşi eller bizim ellerimiz değil. haydi hepimiz bilinen tüm beşir ve onun gibi acımasızlara karşı seslerimizi yükseltelim! ve evet, gözlerimizi kapattığımız hatta belki de onları cesaretlendirdiğimiz için, biraz da kendimize karşı. ama hayır: bu kan, bu kan bizim değil. onlar yaptı, biz değil.

    aslında jenin'den rafah'a, döktüğümüz ve hala dökülmesine izin verdiğimiz diğer kanlar ile ilgili, asla oscar alamayacak bir film de yapmadık henüz.

    beşir'le vals’te dünyanın en erdemli ordusuna mensup askerler bağıra bağıra şöyle şarkı söylüyorlar: “günaydın lübnan! artık ıstırab yaşamayasın! düşlerin gerçek olsun, kabusların son bulsun, tüm hayatın şükranla dolsun!”

    güzel değil mi? başka hangi ordu, savaşın ortasında, böyle bir şarkı söyler? ve şarkılarına şöyle devam ediyorlar: “lübnan, hayatımın aşkı, kısa hayatımın...” daha sonra içinden bu ulvi ve münevver şarkının fışkırdığı tank, başlangıç için bir arabayı ezip konserve haline getiriyor, sonra bir eve, onu neredeyse yıkacak gibi çarpıyor. işte biz buyuz. şarkı söylüyor ve harab ediyoruz. başka nerede böyle duyarlı askerler görebilirsiniz? kısık sesle şöyle bağırmaları çok daha uygun olurdu: araplara ölüm!

    filmi iki kere izledim. ilki sinemada; ve sanatsallığına şaşıp kaldım. nasıl bir tarz, nasıl bir marifet? çizimler mükemmel, sesler özgün, müzik çok şey katıyor. ron ben yishai’nin yarısı kopuk parmağı dahi aynı. hiçbir ayrıntı atlanmamış, hiçbiri bulanık değil. tüm kahramanlar kahraman gibi, müthiş stilize; tıpkı folman’ın kendisi gibi: konuşkan, çağdaş, sol görüşlü – hayli duyarlı ve kültürlü.

    sonra birkaç hafta sonra terar izledim. bu kez diyalogları iyice dinledim ve yeteneğin ardında beliren mesajı yakaladım. dakikalar ilerledikçe kendimi daha da hakaret edilmiş gibi hissettim. tam olarak, son derece hünerli bir şekilde kotarıldığı için, acayip çileden çıkarıcı bir film. savaş tıpkı çizgi romanlardaki gibi yumuşak, tatlı renklerle çizilmiş. kan dahi müthiş estetik ve çekilen acılar da çizgiye döküldüğünde çok acı gibi durmuyorlar. soundtrack arka planda içki, esrar ve barların arkasında çalıyor. savaşın kışkırtıcıları, kendi kendilerine şaşırma ve işkence etme hizmeti için seferber olmuşlar. boaz, her birini hatırladığı 26 sokak köpeğini öldürdüğü için harab olmuş durumda. şimdi “bir terapist, deli doktoru, shiatsu bi’ şey” arıyor. zavallı boaz. ve zavallı folman tabi ki: o da katliamda neler olduğunu gayet şeytani bir şekilde hatırlayamıyor. “filmler aynı zamanda psikoterapidir de..” bu aldığı ücretsiz önerilerden biri. sabra ve şatilla? “gerçeği söylemek gerekirse, benim sistemimde yok..” 2006’da, 24 yıl sonra boaz ile karşılaşmalarında ilk flashback geliyor; bu "muhteşem" filmin doğmasına neden olan flashback...

    bir arkadaşı aşk gemisi ile savaşa geliyor. bir diğeri yüzerek savaştan kaçıyor. biri üzerine patchouli döküyor diğeri omlet yiyor. vals’in sinemacı kahramanı folman o yazı büyük bir üzüntüyle anıyor: o yaz, tam da yaeli’nin onu terkettiği yaz. bütün bunların arasında da fark gözetmeksizin öldürüp yok ettiler elbette. komutan bir beyrut villasında porno izliyor. ben yishai’nin bile ba’abda’da , bir gece yarım bardak viskiyi yuvarladıktan sonra şaron’u çiftliğindeyken arayıp katliamdan bahsettiği, bir evi var. ve kahretsin ki, kimse bu yağmalanıp talan edilen evlerin kime ait olduklarını sormuyor; ya da sahiplerinin nerede olduklarını! ve en başta da bizim askerlerin orada ne işleri olduklarını! bunlar kabusun parçası değiller.

    onu çabucak sakinleştiren ve kahramanımızın kamplardaki katliamla ilgisinin başka bir katliamdan, anne babasının kurtulduğu kamptaki katliamlardan türediğini açıklayan terapistine giderken, folman geride kalanların halusinasyonlar ve bir korku deryası olduğunu söylüyor. bingo! nasıl da kaçırmışız? esasında biz değiliz, adları ve hatıraları silinesice naziler! böyle olmamızın bütün suçlusu onlar. “sen iraden dışında nazi rolüne soyunduruldun”, diyor moral vererek bir diğer terapist; golda meier’in “arapları bizi bu hale getirdikleri için asla affetmeyeceğiz.” sözünü hatırlatırcasına. peki biz neyiz? terapist “biz ışıkları yaktık ama katliama iştirak etmedik” diyor. oh, dünya varmış. tertemiz ellerimiz bu kirli işlerin bir parçası değil, hiçbir şekilde...

    kaldı ki bunu yapan hiç de biz değildik: başkalarının zalimliğini görmek ne iç açıcı. adları batasıca falanjın formaldehyde dolu kavanozlara doldurdukları kesik uzuvlar, işledikleri kıyımlar, kurbanlarının vücutlarına kazıdıkları haçlar. bir onlara bir de bize bak: biz asla böyle şeyler yapmayız. ben yishai beyrut kamplarına girdiğinde varşova gettolarından kareleri anımsıyor. aniden bir moloz yığını içinde küçük bir el ve tıpkı kendi kızınınki gibi kıvırcık saçlı küçük bir kafa görüyor. komutan amos megafondan “ateşi kesin, herkes evlerine dönsün!” diye sesleniyor. katliam birden sona eriyor. cut!

    sonra, aniden, ilüstrasyonlar yerini ölü bedenler ve harabeler arasında ağıt yakan kadınların dehşetlerinin gerçek çekim görüntülerine bırakıyor. filmde ilk kez, sadece gerçek görüntüleri değil gerçek “kurbanları” da görüyoruz. hala yaslı, hala evsiz, hala organsız, hala sakat olan kurbanları; anılarını unutmak için bir psikiyatrist ve alkole ihtiyaç duyanları değil. asıl kurbanlara hiçbir psikiyatrist, hiçbir içki yardım edemez. ve bu beşir’le vals’teki ilk ve tek “gerçek” ve acı anı..

    makalenin orijinali (babaerenler'e teşekkürler) : http://haaretz.com/hasen/spages/1065552.html

    (bkz: copy paste degil alin teri)

    düzeltme (link badem olmuş):

    http://www.haaretz.com/…othing-but-charade-1.270528
  • israil devletinin desteğiyle cekilmiş olması nedeniyle önyargıyla yaklaştıgım ancak devlet yardımı almıs bir film için olabilcek en nötr sekilde cekilmiş film...

    --- spoiler ---

    herseyden önce şunu söylemek lazım, israilliler bu filmde "olanlarda bizim bir kabahatimiz yoktu demiyor... evet, olanların en büyük suçlusu olarak bashir gemayel ve adamlarını gösteriyor ama lübnan'ın kontrolünü elinde tutan israil kuvvetleinin olaylara karşı göz yummasına, porno seyreden komutanın umursamazlığına, filmin ana karakterinin aydınlatma fişeklerini atmasına, ariel sharon'un uykudan uyandığı için söylenemesi gibi şeylere yer vererek bunları bir şekilde dengeliyor ve öz eleştiri de getiriyor...

    ha başka birileri tarafından çekilseydi gemayel ve adamlarının lübnan işgali sırasında israil tarafından palazlanmasına imkan verildiğini gösterir miydi? gösterirdi. veya israil'in lübnan içi fraksiyonların çatışmasını körüklediğine yer verir miydi? verirdi...

    ancak israil tarafından çekilen bir filmden daha fazlasını beklemek haksızlık olur...

    animasyon olarak düşünülmesi olayı hafifletmiyor tam aksine lübnan sahiline denizden cıkıp yürüyen askerlerin sahnesi başta olmak üzere pek çok yerde etkileyiciliği artırıyor...

    --- spoiler ---

    kişisel notum: 8/10
  • altz with bashir günümüzün ihtiyacı olduğu yapımlardan olmakla birlikte oldukça olumsuz ve tehlikeli bulduğum siyasi söylemleri de barındıran bir film.

    http://www.resetmagazine.net/…i28/sinema/waltz.html
  • sonunda ne zamandır hiç yaşamadığım uzunlukta toplu bir sessizliğe gömüldüğüm filmdir. bu filmi izlemek için ya konuyla ilgili hiç bilmemek hiç farkedememek ya da çok bilmek ve aradan valtz with the audience kısımlarını ayıklamak gerekiyor. katliamdan sonra ölüm sarılığı ve sessizliğine bürünen kamplar ve gece deniz sahnelerinin bıraktığı duygular insanın yaşamı boyunca çok az hissedebileceği üç boyutlu bir duygu yaratıyor.
  • yüzeysel bir bilgi için bile konuyla ilgili bilgisi olmayan kişilerin, film sonrası bu konuya en az 2-3 saatlerini vermeleri gerekmektedir. yoksa bu filmi izleyip de konu hakkında hiç okumayan insanların vay haline diyorum. çünkü filmin konuyla alakalı büyük tuzakları var gideon levy'nin bahsettiği gibi. filmin en büyük yararı da zararıda aynı diyebiliriz. en büyük yararı filmi izleyip de eğer "sabra ve şatilla katliamları" hakkında bilginiz yoksa bunları araştırıp dönemi öğrenmek, en büyük zararı ise; anlattıklarını salt olarak kabul etmek diyebilirim. yazılanları ve gerçekleri öğrenmeden filme 10 üzerinden 9 verilebilecekken; film hakkında yapılan bir iki adam akıllı eleştiriyi okumanın sonucunda verilen puan 5'e kadar düşüyor.

    filmde ron ben-yishai'nin aşağıda bahsettiği diyalogda geçen fotoğrafın linkini verelim.
    http://upload.wikimedia.org/…ghetto_uprising_06.jpg

    --- spoiler ---

    varşova gettosunda çekilmiş fotoğrafı bilir misin? hani şu ellerini havaya kaldırmış çocuğun olduğu fotoğraf? kadınlar, ihtiyarlar ve çocuklardan oluşan sıra da böyle görünüyordu.

    --- spoiler ---
  • dün izlediğim film. izin verin düşüncelerimi yazayım.

    filmi dün sonuna kadar soluksuz izledim. sonra hemen ekşi sözlükteki yorumlarına baktım ve gözlerime inanamadım. tam hah işte herkesin eleştireceği bir film buldum diyordum, aman tanrım. övgüler, anti-militarizm çağrıları, filmin ahlakı üzerine sayısız metihler falan. birkaç şey yazmalıyım dedim hemen, ama dün tüm entry'leri okumaktan elim olmadı, bugün yazabiliyorum anca.

    --- spoiler ---

    filmin mantığı bence, ne anti-militarizmdir, ne filistinlilerden özürdür. isterseniz en baştan alayım. dünyada insanın kanını donduran çok az sayıda katliam olmuştur. katliamdan kastım, bir politika olarak katliam. yoksa her savaşı katliam sayabiliriz. bahsettiğim bir process gibi ilerlemiş, bir makale gibi giriş gelişme sonuçla ilerleyen insan vahşetleri. bunlardan birisi sabra ve şatilla'dır, diğeri auscwitz'tir. yahudiler birinde zulüm görmüş, diğerinde zülmetmiş. fakat olan ile görülen arasında her zaman için fark vardır, ve bu farkı büyük bir oranda görsel bir şekil yaratarak oluşturursun. mesela kadınlar o kadar da güzel değildir özünde, ama ayna başına geçtikten sonra hepsi birer inci tanesi gibi dökülür, biz erkeklerin de dibi düşer. politika ve siyaset eylemler de insanlara görsel ilizyonlarla oynanarak değişmiş olarak gelir. nazilerin yaptığı katliamın niye bu kadar sükse yaptığı hakkında yapılan binlerce film, belgesel incelenerek anlaşılabilir. herneyse, dağıtmayayım konuyu, filmin mantığı diyorum ne antimilitarizmdir, ne filistinlilerden özürdür. film sadece auscwitz-nazi katliamından alınan derslerin bir ürünüdür. almanlar önce inkar politikasıyla ilerledi katliam sonrasında. olmamış gibi yaptılar. sonra oldu ama 6 milyon değil, 1.5 milyondu, zaten yarısı yahudi değildi alman çingenelerdi dediler. ikisi de yemedi. israil bu katliam sonrası katliamı şirin gösterme oyununu filmlerde şu başlıkta gösteriyor; katliam oldu ama biz israilliler olarak engel olamadık.

    bu başlığı ikiye ayırmışlar filmde, birisi asker tarafı, diğeri de asker olmayan insan tarafı. katliam sırasındaki askerlerin, daha doğrusu israilli askerlerin ellerinden bir şey gelmediğini, gelemeyeceğini bir psikologun bilimsel (psikoloji bir bilim midir diye tartışılırken üstelik) bilgileriyle anlatıyor film. filmde bir sahne var; psikolog, askere katliamın olduğunun farkındaydın değil mi diye soruyor. asker evet diyor, farkındaydım ama bir şey gelmedi elimden, ben zaten katliam yapan ekipte değildim, arka ekipteydim, amirim ne diyorsa onu yapıyordum, askere de zaten kız arkadaşımdan ayrılınca savaşta öleyim de kötü hissetsin diye girdim diyor. şu anda tekrar o anları yaşasan ne yapardın diye soruyor psikolog arkadaşı, muhtemelen yine aynısını diyor asker. .çünkü savaş alanında büyük bir olaya tanık olduğun aklının ucuna bile gelmiyor insanın diyor. bir başka asker ariel şaronu arıyor, bir şeyler oluyor diye, engelleyin diyor, ama engellenemiyor bir türlü bu insanlık suçu. asker başlığı 2 alt başlıkta yani, birisi farkında olmayan, askere gidip kültür şoku yaşayan zavallı israilli, diğeri de engellenmesini istese de elinden bir şey gelmeyen zavallı israil askeri.

    asker olmayan insan tarafı da, ki bunlar artık yönetmen, ya da şu anda israilde yaşayan insanlar genel olarak, katliam yaşandı evet, biz de onu göstermek durumundayız evet, ama elden ne gelir bu ölümler üzerine tavrında. ki bu söylev genel olarak, filistinliler hristiyan falanjistler tarafından öldürüldü diyor.

    ben filmi vizyonsal açıdan nefis buldum. çok büyük bir görsel şov. belli çok para harcandığı. aynı zamanda yukarıda bahsettiğim yığınla sebepten ötürü de çok zeki buldum. yine söylüyorum, almanyanın katliam sonrası saçmalamalarından büyük dersler alınmış, akıllıca işlenmiş bir politikadır bu film.

    --- spoiler ---
  • uzerine cok konusulan, konusulabilen ve tezlerin antitezlerin birbirini izledigi animasyondur. film; politik ve kisisel bir drami, uluslararasi trajedinin pesinde kovalarken yonetmeni "ne boklar yedik, biz serefsiziz." de dese "askerler masum, emir kuluyduk." da dese bu filme gider. muthis bir manipulasyon konudan bihaber seyircisini beklemektedir.
    klasik animasyon cizgisinin disina cikan filmdeki anlatim teknigi yorucu gelebilir ancak atmosfere cuk oturmustur. rotoscoping ve stencil kullanimi anlatilanlardaki kasveti 1'e 5 katlamistir. araya sokulan hayal ve detay betimleme sahneleri (doktorun ornek verdigi fotografli psikolojik arastirma ornegi ya da askerlerin sahile yerlesmeleri ) ise benim gibi cabuk sikilan seyircisini tutmak acisindan faydali olmustur.
    kopekli girise bayildigimi da soyleyip kapatiyorum dukkani.
  • gözlere zevk veren film. çizimler, renkler, kurgu insanın aklını başından alıyor; vaktin nasıl geçtiğini anlayamıyorsunuz. ta ki, o insanın kanını donduran tamamen "gerçek" finaline kadar. bu dikkatimi çekti. gerçek üstü, fazlasıyla süslü, durup düşünmeye vakit vermeyen bir anlatım; ve sonrasında gerçeğin çok ama çok acı kayıtları... arapça "araplar nerde, araplar nerde, buranın resimlerini çekip herkese gösterin !" diye kameraya ağlaya ağlaya bağıran kadın...

    bu film kesinlikle bir başyapıt. hiç şüphe yok.

    sinemayı seven herkese farklılığıyla bir bakış katacaktır. ortadoğu meselesiyle alakadar olanlar içinse bilgileri gözden geçirmek adına izlemekte fayda var.

    ancak dünyanın durduğu bu yerde, olanı biteni anlamak adına herkesin bir şeyler bulabileceği bir eser olmuş. bitince, başından kalkamıyorsunuz, kafanızda birikintiler dökülüyor, susup düşünüyorsunuz.

    dünyanın hiçbir yerinde resmi ideolojilere, sözümona "efkar-ı umumiye"ye kafa tutan film çekmek kolay değildir. devasa sinema sektörü olan amerika'da da böyle bu, tabii ki israil'de de... ari folman'ın da bu niyetle yola çıktığını söylemek yersiz olur zannımca.

    film "mazlumken nasıl zalim olduk ?" sorusunu soruyor. soykırımla avrupa'dan silinmiş bir ırkın çocukları kırk sene sonra yerleştikleri toprakların çocuklarının kıyımında yer almış. her ne kadar "esas katil falanjistlerdi" savını öne sürse bile, "susmak ikrardandır``"ı da söyleyiveriyor. (ariel şaron, yılbaşı gecesi olayların katliama dönüştüğü bilgisini ileten askere "bilgilendirdiğiniz için sağolun" deyip telefonu kapatıyor...)

    olayın yönetmenin muzdarip olduğu amnezi olgusuyla anlatılması, israil kamuoyunun ve politikalarının da muzdarip olduğu "unut gitsin"ciliği ele veriyor.

    en büyük eleştiriyse filmde mağdurun "öteki"leştirilmesi, içindeki insanın çıkartılarak, bir özneden çok nesneye indirgenmesi. bu konuda mutakıbım. doğrudur, "karşı"dakinin hikayesi yok bu filmde, ölenler adeta bir av hayvanı edasıyla öldürülüyor... kamplara tıkılı çiftlik hayvanları gibi ya da. bu bakış açısı acıdır ki, israil'in bakış açısını portrelemektedir.

    son olarak, filmde çok sevdiğim bir-iki şey var; onlardan da bahsedeyim:

    - filme adını veren beşir, yani falanjistlerin öldürülen liderinin bir pop idolü gibi görüldüğünün anlatıldığı kısım.

    - filmin başındaki köpeklerle, mülteci kampı önündeki başıboş, yabancı gördü mü havlayan köpeklerin bağlandığı kısım.

    özetle,

    bu film, sinemanın bu kıtlık döneminde bir vahadır. çoğu film "eh" dedirtirken, vakit kaybıyken bu film beklentileri ve daha fazlasını karşılamayı vaadediyor.
  • bir günah çıkarma filmi değil kesinlikle, yarattığı etkinin öyle antimilitarist bir bakış açısıyla ilgili olduğunu da sanmıyorum. geçmişini hafızasının derinliklerine gömmüş olmanın pişmanlığını yaşayan bir adamın filmi bu. filmin en rahatsız edici öğeleri de bu geçmişe dönme çabasında barınıyor, kahramanımızın şu klasik geçmiş günahlar için ruhu huzura erdirme seansları gibi görünen konuşmalarının çevresinde, insan ''var olmak'' için kendi trajedisini önce yoketmeye çalışır, sonra ''var olmak'' için yeniden yaratmaya çalışır, cümlesi dönüp dolaşıyor. yaşantısını anlamlandırmaya çalıştıkça, travmalarıyla yaşama tutunanlar için mutlak olan yolda yürüyor. belki de filmin en rahatsız edici tarafı bu. araplar nerde, araplar nerde, buranın resimlerini çekip herkese gösterin!, diye çığlıklar atan bir kadının o anından çok, yıllar yıllar sonra o buhranın etkisinden kurtulduğunda ne ile yaşayacağını sorgularken buluyorsunuz kendinizi.
    laf-ı güzaf bir yana, sanırım vals im bashir'in arka bahçelerini 2009 yapımı bir film olan five minutes of heaven ile gezebilirsiniz.
hesabın var mı? giriş yap