• şimdi ben iskoçya'nın dağlarında hiç koşturmadıysam, üşengeçliğimden ve başka birkaç şeyden dolayı ayıp olacağına dair belli belirsiz bir hisse kapılmışımdır, elbet ondandır. bana hüsn-i zan ediniz. etmezseniz de canınız sağolsun. zaten eninde sonunda, her şey neyse odur.

    şarkının sözlerine üstün körü bakmıştım zamanında, anlamamak için çaba harcamadım. elbet bir hikaye vardır her zaman, orada bir şeyler olup bitmiştir, belki etkileri hala sürmektedir, mesela mark knopfler gibi gitar çalabilmek için de onun kadar çaba harcamadım hiçbir zaman, dolayısıyla onun kadar çalamadım, yerseniz. ben böyle kendime hüsn-i zan ederim hep. neysem o olmamak için biraz çaba harcadım, ama yıllardır dönüp dolaşıp bu şarkıyı dinlemekten kaçamadım. hani çok basit gibidir, sanki sen de yazabilirmişsin gibi, ortada pek de olağanüstü bir şey yoktur, neyse odur. mudur? it is what it is.

    basitlik demişken, erkek denen canlının basitliği üzerine ilk düşündüğüm ve ilk tiksindiğim anı hiç unutmam. lise birdeyim, okul çıkışı çanta bir omuzda, gömlek dışarı sarkmış, kravat kaykılmış, saçlarım karman çorman, ergen dünyamda dalgın dalgın eve doğru yürürken, dedenin biri yolumu kesti. üstünde en az kırk yıllık bir ceket, hırpani bir pantolon. zayıflıktan avurtları çökmüş. ağzında kalan birkaç diş sararmaktan yorgun düşmüş.

    bir şey sordu, anlamadım. muhtemelen yol soruyor diye düşünüp "anlamadım amca" dedim. tekrar sordu, tekrar anlamadım. okuldan mı geliyorsun, veya onun gibi saçma ve beklenmedik bir soru olduğu için muhtemelen. amcanın akıl sağlığının pek yerinde olmadığına ve sorduğu soruyu hiçbir zaman anlayamayacağıma kanaat getirince yürümeye başladım tekrar. peşime düştü. ilginç bir hızla yetişti, yan yana yürümeye başladık. tip tip bakmaya başladım.

    "hiç seviştin mi evlat" dedi. evet aynen böyle dedi. yavaşladım. gülsem mi, kaçsam mı karar veremedim. sapık mıdır, manyak mıdır, deli midir bunak mıdır anlaması zor. biraz bakınıp, bana herhangi bir zarar veremeyeceğine kanaat getirdim, şöyle hafifçe itsem beş takla atacak. bildiğin dede yahu.

    "yok amca daha nasip olmadı" dedim. "sen seviştin mi hiç?"
    "ben çok seviştim" dedi elini sallayarak. "çok sevgililerim oldu benim. zamanında uçanla kaçan kurtulurdu elimizden. arkadan önden, ne bulduysak yaptık." evet aynen böyle dedi, bu cümleleri hiç unutmuyorum. yüzünde hem o "hey gidi günler"in özlemi, hem de garip bir gurur vardı. "ama tabi geçti artık bizden."

    gülmeye başladım. adamın çükünü bırak yüzünde derman yok, karnı doymuş ama gözü doymamış, hala nasıl iştahla bakıyor etrafına.

    "kaç yaşındasın amca sen?" diye sordum. "78" dedi. allah senin belanı versin diyesim geldi, sonra zaten verdiğine kanaat getirdim, bir şey diyemedim. birkaç kelime daha konuştuktan sonra uzaklaştım yanından.

    bu yaşadığım şey birkaç yılda bir alakasız yerlerde aklıma gelir, mesela arkadaşlarla kahvede kağıt oynarken ve bir yandan da kadınlar ve seks üzerine muhabbet ederken, mesela alakasız bir üçüncü sayfa haberi okurken, mesela mark knopfler dinleyip sözlüğe alakasız bir şeyler yazasım gelmişken. ilk zamanlarda o adama karşı hissettiğim tiksinti, yıllar içinde bir acımaya evrildi, zaten her olumsuz duygulanımı bir şekilde hüzne dönüştürmeyi başarırım. bu kadar basit olmamalı derim mesela, ama bilirim ki bu kadar basittir. çünkü belki hayat ve insan ya da daha doğrusu erkek böyle bir şeydir. (bugünlerde üstünüze afiyet pek bir cinsiyetçiyim. ya da hadi gönlünüz olsun, erkeğin basit olması kadının zor olduğu anlamına gelmiyor. mihenk taşına kafa atmayın. siz bu parantezin içinde bekleyin bir yere ayrılmayın, ben mevzuya döneyim.) 78 yaşına gelip, dönüp arkana baktığında hatırlayabildiğin o belli belirsiz sevişmeleri, artık tekrar zihninde kurup mastürbasyon bile yapamayacak bir haldeyken, birileriyle paylaşasın gelebilir mesela. "ben de bir zamanlar yaşadım" demek istersin, "emin olun ben de yaşadım." bakmayın şimdi ruhlar aleminden seslendiğime, bir zamanlar sizin gibi dünyaya ve kadınlara kafa tutardım.

    ama vakti gelince elbet ben de dünya tarafından terk edildim. işte bu bir yazıktır. işte bu tanrının antonius'u bırakmasıdır. "ağlamayasın boş yere. çoktan hazırmış gibi, bir yiğit gibi, hoşçakal de ona, giden iskenderiye'ye." işte bu tanrının antonius'u bir daha dönmemek üzere terk etmesidir. antonius'un ruhu henüz buna hazır değildir, antonius daha doya doya yazmak istemektedir, doya doya bakmak, doya doya yemek, doya doya sevişmek istemektedir, daha dünyadan hevesini alamamıştır. bebeklerin yumruklarını sıkması gibi, avuçladığı hayatı sımsıkı tutmaya çalışırken, hayat bir avuç kum gibi parmaklarının arasından süzülüp akarken, bu özgürlük çok zamansız olmuştur. ama hepsi bir rüyadır, eninde sonunda uyanmaya mahkumdur. olur ya bazen, uyanırsın, ama uyandığını kabullenemezsin, tekrar uykuya dalmaya çalışırsın, saatlerce dönüp durursun yatakta. işte bu kavafis'in, proust'un aslında hep beni anlatmasıdır.

    o yaşlı adam şimdi muhtemelen çoktan ölmüştür. belki ona bakışlarımdaki tiksintiden dolayı ölmüştür diye suçluluk bile duyabilirim. şimdi olsa daha merhametli bakardım, en azından tiksintimi belli etmemeye çalışırdım. evet, biz halden anlarız, anlamasak bile anlamış gibi yaparız.

    şimdi olsa kendime de daha merhametli bakardım, aynada gurur değil bir şefkat uyandırırdım. çünkü yine birkaç yılda bir böyle bazı kriz dönemlerim oluyor, o dönemlerde önce saçma sapan duygusallaşıyorum, kadınların regl dönemi hissiyatını az buçuk yakalar gibi oluyorum. mesela bir gecekondu mahallesinden geçerken, evlerinin önünde oynayan iki çocuk görüyorum, yedi sekiz yaşlarında bir kız, kendisinden birkaç yaş küçük erkek kardeşini bir su birikintisinin üzerinde hoplamaktan alıkoymaya çalışıyor, "yapma ablacım bak annem kızar sonra" diyor. o ufacık kızın sesindeki anne şefkatine, o "yapma ablacım" demesine orda ölesim geliyor. oracıkta kaldırıma çöküp hüngür hüngür ağlamak istiyorum, neye duygulandığımı bilmiyorum ama ağlayasım geliyor. bir şeyler söylemek, özür dilemek istiyorum o çocuklardan, o mahalleden, herkesten.

    bağıra bağıra ağlayarak herkesten ama herkesten özür dilemek istiyorum, hayatıma giren çıkan, tanıdığım tanımadığım tüm insanlardan. o çocukların karşısında bir tanrı kompleksine kapılıp kendimi sorumlu hissediyorum, karşılarında diz çöküp "size daha mutlu hayatlar sunmak isterdim" diye bağırarak salya sümük ağlamak istiyorum, af dilemek istiyorum. ama hiçbir şey diyemiyorum.

    bu hisse kapıldığım ilk anı da hatırlıyorum mesela. 12 yaşımda, suç ve ceza'yı okumaya kalkışmışım. boyumdan büyük bir işe kalkıştığımın bilinciyle, yarı gurur yarı korkuyla, sonya'nın fahişelik yaptığını bile doğru düzgün anlayamadan okumaya çalışıyorum. anlayamıyorum ama üzülüyorum, çok üzülüyorum. marmeladov'un "fakirlik değil ama sefalet ayıptır bayım" demesine, raskolnikov'un anlayamadığım birtakım acılar çekmesine, tefeci kadının masum kız kardeşinin tepesine inen baltaya, sonya'nın kötü bir şeyler yapıp çok üzülüyor olmasına, çok ama çok üzülüyorum. raskolnikov'un yüzünü toprağa sürüp herkesten af dileme arayışında ne hissettiğimi buluyorum, ben de ona sarılıp ağlamak istiyorum.

    çok sonraları cemal süreya'dan öğreniyorum, meğer diyorum pek çokları ilk bunalımına dostoyevski ile girermiş. "bir gün dostoyevski okudum, o gün bugündür huzurum yok" diyor hayat hikayesini özetlerken. bir huzursuzluğu paylaşmaya mahkum ettiği milyonlardan özür dilemek ister miydi dostoyevski bilemiyorum, ama ben ondan da özür dilemek istiyorum. başka birilerinden daha özür dilemek istiyorum, mesela yeni ahit'i okuyup eskisini unutanlardan, veya bir şekilde umut bulanlardan, ömrü boyunca gökten bir elin inip yaşlı gözlerini silmesini bekleyenlerden, yalan yanlış çocukluğunu özlemekten hiç vazgeçemeyenlerden, sokaklarda mendil satan suriyeli veya türk veya kürt veya çingene veya hindu veya yamyam veya bilmem ne bela çocuklardan, niye yaşadığını hiç düşünmemesi sayesinde yaşayabilen milyonlardan, bir şekilde oyalananlardan, oyalanmayı kendine yediremeyip içindeki ahlak yasasına hepimizi kurban edenlerden, rachel corrie'den ve onun gibi birilerinden, sevdiklerini kaybedenlerden ve çok özleyenlerden, hatırladıkça gözleri dolanlardan, yine de bir şekilde aldığı nefesleri meşrulaştırmak için uğraşanlardan, bir hücrede yıllarca volta atıp ayakta durmayı başaranlardan, bir yoğun bakım ünitesinde veya toz toprak içinde bir revirde, savaşın veya barışın ortasında birilerinin hayatında iz bırakmaya çalışanlardan, ve kimsenin aklına gelmeyi başaramayanlardan. tozlu kütüphanelerden ve başka birkaç şeyden değil hayır, dikiş tutmayan yaralardan öpmek için. yüz yılda bir yağan bir çöl yağmuru gibi, geç kaldığım için özür dilercesine, bardaktan boşanırcasına yağmak istiyorum.

    derken yine raskolnikov gibi hüznüm geçiyor, öfkeleniyorum. tam secdeye kapanıp, toprağa yüzümü sürüp, gözyaşlarımla kaktüsleri sulayacakken, etrafıma bakıyorum, bir tiksinti geliyor. bu alçaklardan, bu haysiyetsizlerden mi özür dileyeceğim? bu cehaleti erdem belleyen sefillerden, bu kifayetsiz muhterislerden, bu aşağılanmaktan başka hiçbir şeyi hak etmeyen yığınlardan, senin dilediğin özrü kibrine malzeme yapacak bu rezil müptezellerden, bu varlığı yokluğa tercih ettiğini zanneden hayvanlardan, bu kendisine iki gram anlam bahşedenin bir ömür kölesi olmaya can atan vahşi yaratıklardan, bu saçmalığı yeniden ve yeniden üretmekten başka hiçbir vizyonu olmayan ahmak sürüsünden mi özür dileyeceğim? hassiktir ordan diyorum. onlar bunu hak etmiyor diyorum. onlar için kendimi aşağılamayacağım diyorum. hepsinden iğrendiğimi bağırmak istiyorum, hepsinin üstüne kusmak istediğimi. çocuklardan da, hatta en çok çocuklardan tiksiniyorum. nefretimi hiçbir zaman kaybetmemek için derin dondurucu arıyorum.

    ama olmuyor, yapamıyorum. öfkem çabuk sönüyor, yanardağ çıkış bulamayıp kendi içine patlıyor. sinizmi meşrulaştırmaktan daha kolay bir şey yok, gerçekçi olduğuna kendini inandırmaktan ibaret, o zaten kendisini sürekli yeniden üretiyor, kendi varoluş zeminini sürekli tahkim ediyor, olan biten her şeyi kendini meşrulaştırmak için istihdam ediyor. sinizme o konuda ben de çok kırgınım. hakikate güvenli bir mesafeden bakmaya çalıştıkça, ne kendini, ne de bir başkasını inşa etmene imkan yok. okuyabilirsin, yazabilirsin, sevişebilirsin, gezip tozabilirsin, müzik dinleyebilirsin, maç ya da dizi izleyebilirsin, gitar çalabilir veya kağıt oynayabilirsin, spor yapabilirsin, arkadaşlarınla muhabbet edip kafanı güzelleştirebilirsin, ileriye yönelik planlar da kurabilirsin, bunları yapmaya ihtiyacın var, ama bütün bunları kendini kandırdığın hissine kapılmadan yapman lazım. her şeyden önce var olman lazım. lütfen var olunuz. yoksa ben dönüp dolaşıp yüz bininci kez aynı şiiri okurum.

    "hüznümüzü büyük şeylerden sanırsanız yanılırsınız
    örneğin üç bardak şarap içsek kurtulurduk
    yahut bir adam bıçaklasak
    yahut sokaklara tükürsek"

    bu kibrimle başa çıkabilmeyi öğrenmem lazım, kibrimden duyduğum kibirle en çok. "kibrin dahil olmadığı hiçbir şey var olamaz" diyor nietzsche, yıllardır dönüp dolaşıp hak vermekten başka bir şey yapamıyorum. kestirip atıyor, "var olamaz." var olmanın asgari mükellefiyeti kibirdir, kibir varoluştan önce gelir, kibir sahibisindir ki var olmuşsun, yoksa olamazdın. ama bu demek değildir ki direnmek ve paylaşmak anlamsızdır. var oldum ve hepinizi var ettim, çünkü güzelliğimi görmenize ihtiyacım vardı. bana yaslanacağım bir omuz vermelisiniz. sizleri laf olsun diye yaratmadım. ama beni tatmin edemiyorsunuz. ihtiyaçlarımı karşılayamıyorsunuz. muhakkak ki insan çok nankördür. işte bu tanrının kendisini dalgalara bırakmasıdır. beni akdenizin dalgalarına emanet ediniz. "ama siz zavallısınız ben de zavallıyım." benim size ihtiyaç duymamam lazım. benim aynaların karşısında diz çöküp kimseyle paylaşmamam lazım. ama yapamıyorum. 12 yaşımdan beri içimde besleyip büyüttüğüm bir özrü kimselere dökemiyorum. hani diyor ya, "ölmedim, bir gençlik ölümü saklı kaldı bende." işte bu tanrının kendisini uçurumdan aşağı bırakması ve hiçbir zaman düşememesidir. kimseden özür dileyemediğim gibi, kimseye umut da veremiyorum, "toparlanın gitmiyoruz" diyemiyorum. olsa olsa, "yok başka bir cehennem, yaşıyorsunuz işte..." işte bu annesinin karşıdan karşıya geçerken antonius'un elini bırakmasıdır.

    "üzgün olmaktansa, öfkeli olmayı yeğlerim" diyor ulrike. ben de yeğleyebilirdim, ama öfkemi muhafaza edemiyorum. öfkeden hoşlanmıyorum. öfkem eninde sonunda hüzne dönüşüyor hep, bu yüzden ulrike'nin şahsında bütün devrimcilerden de özür diliyorum. ben bu işi beceremiyorum. iki yıldır bir kitabı bile bitiremiyorum. savaş başlayınca söz hükmünü yitiriyor hep. marx'ın dediği gibi, silahların eleştirisi, eleştiri silahını boğuyor hep. ben gündemden uzak durmak istiyorum, ama gündem çok arsız. bu ülke her zaman boktan bir ülkeydi, inşallah her şey daha da boktan olacak. ve ben kendimi bir şekilde kandırmaya devam edeceğim. sokakta bulduğu patlayıcılarla oynayıp parçalara ayrılan çocuklar için söyleyebilecek hiçbir sözüm yok. olduğum yerde, kafamın içinde çürümekten başka elimden hiçbir şey gelmiyor. olsa olsa kendimi ve etrafımdaki birilerini kandırmaya çalışabilirim, huzursuzluğu ihraç edebilirim, illaki ayrılıklar olur, yenilgi yenilgi büyüyen bir büyük yenilgi olur.

    şu sinik tsunami dalgasını aşabilseydim, ki mesela imkan olursa bir gün sörf yapma hayalim var, ümitsizlik haramdır diyecektim, hem de kebairdir. elbet bu kafalardan çıkacağım. zaman her şeyin sütlacı. bunu da mesela, suç ve ceza'nın hemen ardından, ömer seyfettin'in "bomba" isimli hikayesini okurken hissetmiştim. yaşıma göre yine müstehcen bir hikayeydi, kadın kocasının kucağına oturuyor, adam kadının memelerini avuçluyordu mesela. hikayenin sonu korkunç bitiyordu ama ben o kucak sahnesini tekrar tekrar okuyordum. okudukça içim bir garip, bir hoş oluyordu, gece yorganın altında cenin pozisyonuna girip uçsuz bucaksız hayallere dalıyordum, böyle böyle huzursuz fakat ümit sahibi bir çocuk, böyle böyle insan oluyordum. okuldan kaçıp atari salonunda tekken oynuyor, sigara içen çocuklara biraz korku biraz kıskançlıkla bakıyordum, oyun bitince hepimiz aynı kutuya konuyorduk, bisikletten düşüp yerleri öptüğüm zaman kimseden özür dilemiyordum.

    belki yazık oluyordu, belki olmuyordu, belki bunu hiçbir zaman bilemeyeceğiz, ama neyse o olacak. belki böyle teselli bulacağız hep, dönüp arkamıza baktığımızda, her ne olduysa, başka türlü bir şey olamayacağı için olduğuna kanaat getireceğiz, belki de diyeceğiz, belki de basitlikte hayır vardır. ama 78 yaşımıza gelebilirsek eğer, bunu mutlaka birileriyle paylaşmak isteyeceğiz. çünkü bir yanılgıyı sürdürmenin en iyi yolu, onu birileriyle paylaşmaktır. birbirinize hüsn-i zan ediniz. hüsn-i zan sağlığa iyi gelir, performansınızı artırır. "halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti"

    dağıttıysam, toparlayın diyedir.
  • mark knopfler'in sailing to philadelphia albumunun lokomotif sarkisi. duyguyu ve ritmi ayni potada eriten, kanimca, knopfler'in sultans of swing'nden sonra yaptigi en guzel parca.
    (bkz: iste budur hoca)
  • mark knopfler'ın şaheseri, defalarca dinleyip de bıkmadığım şarkı.
    sözlerinde neyi, vatanı iskoçya'nın hangi tarihsel dönemindeki hangi efsaneyi anlatıyor anlayamadım ama gene de tüylerimi ürpertiyor. ama bilen varsa anlatsın gayrı, kim o adamlar, kaleden çıkanlar kim, garnizon niye kalede bekliyo, bu ne iş arkadaş?
  • mark knopfler in muhtesem otesi sarkisi.. sozleriyle ve muzigiyle..

    the drinking dens are spilling out
    there's staggering in the square
    there's lads and lasses falling about
    and a crackling in the air
    down around the dungeon doors
    the shelters and the queues
    everybody's looking for
    somebody's arms to fall into
    and it's what it is
    it's what it is now

    there's frost on the graves and the monuments
    but the taverns are warm in town
    people curse the government
    and shovel hot food down
    the lights are out in city hall
    the castle and the keep
    the moon shines down upon it all
    the legless and asleep

    and it's cold on the tollgate
    with the wagons creeping through
    cold on the tollgate
    god knows what i could do with you
    and it's what it is
    it's what it is now

    the garrison sleeps in the citadel
    with the ghosts and the ancient stones
    high up on the parapet
    a scottish piper stands alone
    and high on the wind
    the highland drums begin to roll
    and something from the past just comes
    and stares into my soul

    and it's cold on the tollgate
    with the caledonian blues
    cold on the tollgate
    god knows what i could do with you
    and it's what it is
    it's what it is now
    what it is
    it's what it is now

    there's a chink of light, there's a burning wick
    there's a lantern in the tower
    wee willie winkie with a candlestick
    still writing songs in the wee wee hours
    on charlotte street i take
    a walking stick from my hotel
    the ghost of dirty dick
    is still in search of little nell
    and it's what it is
    it's what it is now
    oh it's what it is
    what it is now
  • mark knopfler'ın dire straits'ten sonra en iyi iş çıkardığı iki şarkısından birisidir.
    diğeri; (bkz: boom like that)
  • aşmiş bir mark knopfler şarkisi. bunyeye her daim vitamin etkisi yapiyor. canli dinlemeyi cani gönülden istediğim nadir parçalardan biri. dinlemeyenlere şiddetle tavsiye edilir. ustune money for nothing iyi gider.
  • mark knopfler'ın neyse o olan şarkısı. eğer bir şarkı insanı bütün dertlerinden koparıp, notalar halinde beynine ve varlıgına kazınıyorsa bu onun bir başyapıt oldugunu gösterir mi? gösteriyorsa eğer bu şarkı bir başyapıttır.
    çok da kucalamaya gerek yok aslında bu şarkıyı, neyse o dur çünkü (bkz: what it is).
  • geçen sene konser fiyatı çok pahalı gelmişti,gitmemiştim.ama sırf bu şarkıyı bile dinlemek için o para verilirmiş..
  • gitar askerlerin ayak sesleri gibi giriyor önce. şimdiden bir karıncalanma var içimde. aniden deri ceketlerini geçiren serseri tipler doluşuyor. birden kulağımda değerli madenden küpemin şıkırtısını duyuyorum. ellerim altından parıltılara kavuşuyor. öylesine havaya girmişim ama etrafta olan biten her şey sıradan gibi aslında. biraz saçlarım uzamış biraz da renklenmiş kıyafetlerim. az sonra bir konserde saçlarımı savuracak gibiyim. sonra aniden üzerimde katman katman bir hafifleme oluyor. galiba bir western'de kabarık pembe eteğimi tozdan sokaklara sürüyorum. aman allahım nereden geldim bu yemyeşil vadiye. yeşillerden karın üzerine atımı sürüyorum. sonra toprak kızıllaşıyor. motorsikletimden inip ayağımla şöyle bir tekme savuruyorum. kaskımı çıkarırken birden saçlarım elektrikleniyor...
  • mark knopfler ustanın şahane güzellikte bir şarkısı. dinledikçe dinleyesi gelir insanın. o gitarın tınısı, melodisi kulağınıza o kadar hoş gelir ki bazen aklınıza gelir, acilen dinlemek, duymak istersiniz. mark ustanın 2000 tarihli sailing to philadelphia albümündendir.
hesabın var mı? giriş yap