• nuri: bir kere zonguldak'a gitmiştim, yıllarca önce... karanlıktı abicim... (sessizlik.) kömür madenlerinde çalışıyordum o zamanlar... grizu patlar, herkes ölür, geriye kalanlar çalışmaya devam eder, yine grizu patlar, yine herkes ölür... geriye kalanlar çalışmaya devam eder... ama bir gün geldi ki.. kravatın icadını açıkladım abicim. kravat abicim.. boyunbağı.. hani "kravatsız girilmez" derler ya.. işte oradaki kravat.. (bir elinde tabanca, öbüründe dom perignon) madendeydik abicim.. ineli on saat olmuştu... hepimiz öksürüyorduk... birisi başlıyordu kısa bir öksürük solosu geçmeye.. derken bir diğeri katılıyordu.. derken bir üçüncü, dördüncü derken onlarca, yüzlerce, binlerce insan öksürmeye başlıyordu... senfoni gibi! feci bir durum abicim.. bildiğin gibi değil.. orada.. o gün aklıma geldi abicim... kravat abicim.. boyunbağının icadını icat ettim orada, yerin yedi kat dibinde... şöyle dedim kendi kendime: uygar insan öksürmez. doğrudur ha, kaç yüz kere gözlemiştim, o herifler hiç öksürmüyordu.. karıları da öksürmüyordu, çocukları da... çünkü uygardılar... neden uygardılar abicim ve biz neden uygar değildik ve ha babam öksürüyorduk? ha? sorarım size ulan dedim kendime içimden bağırarak! biz neden öksürüyorduk durup dururken?! dokuzuncu koridorda bir patlama oldu abicim.. ben bunları düşünürken... bütün galeri çökmüş.. ertesi gün öğrendim... 44 ölü.. yaralı filan yok.. zaten o meslekte ya ölürsün.. ya da yaşarsın.. ikisini de öksürerek yaparsın ama.. ama.. neden, neden, neden öksürüyorduk acaba? (sessizlik.)
    uygar değildik. neden uygar eğildik? kravat takmıyorduk çünkü! (sessizlik.) anlaman gerekiyor abicim, kravatlar öksürmez. bak anlatayım sana! yıllarca.. yüzyıllarca önce.. kravatın icadından epey önce.. kömüre ihtiyaç duyan bazı insanlar.. bazı ince insanlar, boğazlarına kömür tozu kaçmasın diye boyunlarına bez parçaları bağlamaya başladılar! basit bir eylemdi bu ama koskoca bir tekstil, mensucat sanayi doğdu bu gereksinimden! (sessizlik.) bez parçaları pahalıydı.. yerin yedi kat dibinde kendi ciğerini tükürmek ucuzdu.. dolayısıyla herkes boynuna dolayamıyordu şu medeniyet yularını! kravat takabilenler.. yeryüzüne çıktılar.. takamayanlar.. yeraltında kaldılar... o gün orada bunu açıkladım herkese... kravat, kömür tozları boğazınıza kaçmasın diye icat edilmiş ve son derece uygar bir alettir. işime son verdiler abicim. ben de buraya döndüm... yine... kravatın icadı ve muhtelif kullanılışı diye bir kitap yazdım. yazmak istedim yani... heh heh heh.. kağıt kalem zor bulunuyor buralarda.. kravat gibi namussuzum! (sessizlik.) işte böyle! (sessizlik. birbirlerine bakarlar bir an. sonra nuri önüne bakar hüzünlü.)
    kravat.. kömür madenlerinde icat edilmiştir.
  • tiyatro anadolunun bu sezon sahneleyeceği ve bu akşam galası yapılmış olan güzel memet baydur oyunu.
  • ibb şehir tiyatroları'nca arabesk bir yorumla sahnelenen memet baydur eseri. oyun, yorumlama tercihi açısından tartışmaya açık. böyle bir konuya arabesk gitmez mi? gider gitmesine de bu sadece "tutunamayanlar" hikayesi değil. bu versiyonla sınıf çatışması baya bir güme gitmiş. ayrıca belli ki eserin orijinalinde daha üst bir anlatım dili tercih edilmiş. dolayısıyla özellikle ikince perdedeki belirsizlikler izleyicide cevaplanmamış sorular hissiyatı veriyor. bu da eksiklik yaratıyor. oysa ki en basitinden şampanyalı adamın neden kaçtığı ya da kim olduğu açıklanmadı gibi bir beklenti oluşmamalıydı. soruların cevabı verilmeliydi demiyorum. bu konu bir soru ya da sorun teşkil etmemeliydi. kimse kim, neyse ne. sonuçta o da yolu rıhtıma düşmüşlerden biri ve önemli olan nereden gelip nereye gittiği değil derdinin/dertlerimizin ne olduğu. ve kimliği de verilen ipuçları da birden fazla soru işareti olarak hayalgücümüzü kurcalamalıydı. yani bu sorulabilecek soruların tane tane cevaplandığı oyunlardan değil ve öyle bir beklenti yaratmamalıydı.

    oyunculuklar özverili. genel olarak uyum sorunu yok. şüphesiz oyun boyunca doğal olarak en aklı başında tespitleri yapan rıhtım filazofu nuri (bkz: can ertuğrul) daha bir öne çıkıyor. kostüm ve dekor ise ne yazık ki yetersiz. özellikle kostümler özensiz duruyor. müzikler de keza. oyunda en çok eksikliği hissedilen ise jazz. ve bu oyunu ciddi manada etkiliyor.

    ilk perde komedi desteğiyle biraz daha akan oyun, iki perde ve ara dahil yaklaşık 1 saat 40 dakika sürmekte.
  • 10 yaşında bir çocuk için, izlendiğinde hayranlık uyandıran, korkutan, ürküten, büyükler gülüyor diye belki de anlamsızca gülümseten, oyunun son sahnesinde yanında oturan annesi tarafından gözlerinin kapatılmasına maruz kalınan,
    10 - 15 yıl sonra memet baydur oyunlarını okurken "ben bu oyunu biliyorum" diye izini sürdürten, 1980 sonrası yazılan oyunlarının en iyilerinden biri.

    1989 - 1990 sezonunda istanbul devlet tiyatrosunda can gürzap rejisiyle, aziz nesin sahnesi'nde sahnelenmiştir. oyunda "adam"ı metin belgin, "nuri" karakterini levent öktem, "neriman"ı da ayda aksel oynamıştır.

    istanbul'da bir köprü altında geçer oyun. yaşamının yol ayrımlarından, mil taşlarından birinde, kendi yabancılığında, hayatının muhasebesini yapmaya çalışan aydın kişi "adam" kendini bir köprü altinda , tabancasıyla, aynı düşün içinde başka başka dünyaları olan nuri ve neriman'ın yanında bulur kendisini. bu üçlüye karşılık diğer bir üçlü vardır. onlar ise hayatın kaymağını yiyen(!), yalan hayatlar yaşayan (belkide) insanlardır. farklı insan yolculuklarının karşıtlıklarını, baydur toplumsal bir temel üzerine oturtur bu oyununda da.
    oyunda alkol su gibi akar, müzikler yine text üzerinde baydur tarafından düşünülmüştür.
  • yaşadığımız hayatı gücendiren belgesel film.

    filmi izlerken ve bittiğinde kendimi sürekli ali arif ersen'in yerine koydum. konuşamamayı, koşamamayı düşünmedim. ezbere şekilde felçli bir insanla empati yapmadım. ona acımadım. hatta izlerken kendime acıdım. hayatına imrendim. öznelliğini, dostlarını, bıraktığı ve bırakmaya devam ettiği izleri düşündüm. ali arif ersen'in yerinde olsam aynı şekilde "70'imde de zeytin ağacı dikebilecek miyim?" diye düşündüm. ali arif'e imrendim, hayatıma gücendim.
  • selin şenköken'in ali arif ersen'i anlattığı belgeseli. sinemasal anlamda size hiçbir şey sunmuyor. hiçbir yenilik, kurgu başarısı, ışık, ses. hiç.

    ama tüylerinizi diken diken ediyor. bazı şeyleri sorgulamanızı, bazı defterleri tekrar açmanızı ve bazılarını kapatmanızı sağlıyor. ali arif ersen bir fotoğraf sanatçısı, ressam ve daha birçoğu. birden bire locked in sendromu yaşıyor aniden. bedeninde sol gözü hariç hiçbir fonksiyonu kalmamasına rağmen bilinci gayet yerinde. yani tam anlamıyla bedenine hapsoluyor.

    türkiye entelektüel camiasının içinde yer alırken birden bire bunu yaşaması onu içine kapatmıyor ve üretmeye devam ediyor. muazzam işler çıkarıyor. mesela dostu turgut uyar'la birlikte 2014'ten beri radyo itü'de kış bahçesi adlı bir caz programı yapıyorlar. mesela ali'nin koço'su adlı müthiş fikrin çıkış noktası oluyor ve türkiye'nin en önemli fotoğrafçıları onun perspektifinden çekiyor.

    ürpertici bir içtenliği, güzelliği olan bir çalışma. emeği, katkısı olan gönlünü koyan herkesin yüreğine sağlık.

    nâzım hikmet'in belgeselde de yer alan yaşamaya dair'i ile bitirmek lazım gelir.

    ''yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
    yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,
    hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
    ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
    yaşamak, yani ağır bastığından.''
  • bir adam, bir nuri, bir neriman, bir nezih, bir nurçin ve bir nebati'den oluşan oyun.

    fonda yırtık, hüzünlü caz sesleri, uzaktan.

    köprü altı gibi bir yer. gemicilerin, esrarkeşlerin, kokainmanların, hırsızların, işsizlerini işçilerin ve iş adamlarının gittiği bir mahallenin yakınında bir yer. bir rıhtım. bir süslü kadın, bir içi boş kadın, bir sonradan görme zengin, bir yalaka, bir hayalci ve bir adam. bol bol şampanya. bir silah. adamın bir odaya ihtiyacı var, ya diğerlerinin neye?

    hiç bir yere ait olamamak, artık merak'ı kaybetmiş olmak...
    kravatsız madenciler.
    neden şampanya? orkide nasıl bir çiçektir?
    nüsafeler...

    artık hiç bir şey eskisi gibi değil... ama... yeni olan bir şey de yok! köksüz çiçekler.

    yangın yerinde çiçek yetişir mi? oyundaki tüm n'ler adam, biz de adamız. hepimiz yangın yerindeyiz ve artık hiç bir şey eskisi gibi değil.

    82 sayfaya ne çok şey sığdırmışsın adam, ne biçim yazmışsın.

    hiçkimselerden herkesi anlatmış. içi nerimanlar, nuriler ve nebatiler dolu o adamız hepimiz. ve her yer yangın yeri.
  • "buralarda herkesin söylediğiyle söylemek istediği şey aynıdır abicim. ölümle hayat arasında, o kıl payında yaşayan insanlar olarak, rıhtımlar üzerinde sözü uzatmayız biz. ne istiyorsak lappadak söyleriz."

    çok kral kitap.
  • memet baydur un lise yıllarında tanıştığı bir karakterden esinlenerek yazdığını söylediği "hiç orkide görmemiş insan" için daha bir anlam ifade eden oyun..
  • şehir tiyatrolarınca sergilenen bu dönemki gösterisini izleyen biri olarak, oyun boyunca birşeylerin eksik gittiği, anlatılmak istenenin bir türlü seyirciye verilemediği özellike burjuvazi rollerdeki oyuncuların bu konuda eksik sufleler güme götürüldüğü bir oyun yansıtıldığını söyleyebilirim. oyundaki dekor ve oyuncuların topluca, üçerli, giriş çıkışları ise rahatsız edici boyutlarda olmakla birlikte, müziklerde ahenk olmadığını söylemek mümkün. oyunun güzel yanlarından biri ise esrarkeş, hayalperet veya rıhtım filozofu nuri'nin ters köşeye yatıran cevapları ve kurmaca hikayeleri ile zaman zaman tebessüm ettirmesidir. oyuncu performansları gayretkar olmakla birlikte, içeriğin işlenişi ve teknik yetersizlikler nedeniyle bu sezonki ortalamanın altında kalan şehir tiyatroları oyunlarındandır.
hesabın var mı? giriş yap