• yıl 1999, ağustos 17, saat 00.00.. yeni bir güne merhaba demiş türkiye. o saatte yatağına yatan milyonlarca insanın aklından neler geçiyor kim bilir. gelecek hakkında düşünülenler, yapılan sayısız planlar, umutlar ile kapanıyor gözler.. neden mi? uyanıp bu umutları, bu planları gerçekleştirmeye.

    evet... 8 yaşındayım o gün. çocuktum başka bi deyişle. belki de hiçbir amacım yoktu, hiçbir düşüncem yoktu hayata dair o yaşımda. o yaşıma kadar yaşadığım kocaeli merkez'de bulunan müstakil evim.(bilenler bilir çukurbağ) doğup büyüdüğüm evim. deprem anında o derin uykusundan annesi tarafından uyandırılan ben ve evim. güveniyorduk birbirimize. o bana ben ona. yaşadığımız anılar yetmez miydi söyleyin? depremi ailece evde atlatmıştık. dedem ve babaannemin yıllar önce alınlarının teri ile yaptığı o sağlam evde atlatmıştık. demiştim ben güveniyorum diye. dar ve uzun olan mahalle tüm sakinleri tarafından doldurulmuştu. herkes ağlıyor, birbiri ile kucaklaşıyordu. ben ise ne olup bittiğine dair en ufak bir düşüncem bile yoktu. sadece "deprem oldu bitti. birşey yok." diyorlardı. o zaman yaşayıp da anlamadığım şeyleri şimdi hatırlayıp anlıyorum. hem de fazlasıyla. o zaman normal gelen şeylere şimdi inanamıyorum. neyse, evimize yaklaşık 100 metre yakınlıktaki okuluma doğru koşuyorduk. sokak o kadar dardı ki bir artçı daha olsa ölmemiz an meselesi idi. bütün mahalle okul bahçesinde toplanmıştı. herkes birbirini arıyordu telaşla. allah'tan mahallede en ufak bir hasar yoktu, dolayısıyla da 1 ölü bile. ama bu korku bile yetmişti herkese.

    bunları hatırlamak koyuyor insana. gözleri doluyor insanın belki, ama unutamıyor insan istese bile. belki de unutamamasını nedeni unutmak istemesi.
  • izmit, 60 evler ve plaj yolu semtlerinde yıkılmıs evlerin altından insanların feryatlarını * duyabileğiniz lanet olası bir depremin meydana geldiği, lanet olası bir gündür, aydır, yıldır.. deprem anından 2 saat önce yanımdan ayrılan iki kişinin, 2 saat sonra ölmüş vücutlarını enkaz altından cıkarttıgımız kara bir gecede meydana gelmiş doğal afettir. her şeye rağmen, bazı yakınlarını kaybetmiş insanlara; yakınlarının ölü bile olsa enkaz altındaki vücutlarını bulup, toprağa gömebildik diye şükrettirmiş, insanın elini kolunu bağlamış, tarihte ise; kocaman kara lekeleri olan bir gün diye yerini almıştır. *
  • 17 ağustos salı... o gün herşey çok güzel başlamıştı.abimler gelmişti.tüm aile bir aradaydı.gündüz, o sıcağa rağmen gezilip dolaşılmış çok eğlenilmişti.akşam muhabbetleri yapılmış sofralar kurulmuş yemekler yenmiş harika vakit geçirilmişti.saat 2:30 civarı yatağa girdim..tam uykuya dalmadım,yarım saat sonra yatak deli gibi sallanmaya başladı.hayır hayır bu sıradan bi sallantı değildi.sallanmıyorduk sanki..çalkalanıyorduk.dümdüz bi sarsıntı değildi...bi süre devam etti.gözlerimi açamıyordum..belli deprem oluyordu, deprem devam ederken bir yandan da birazdan geçer diye düşünüyordum.evet geçti..
    tamam dedim kendi kendime bu kadardı.herşey yolunda.tam bunları düşünürken ikinci sarsıntı daha şiddetli ve inanılmaz bi uğultuyla tekrar başladı.elektrikler kesilmişti...annemin çığlıkları depremin uğultusuna karışmıştı.ayağa kalktım,kapıya yöneldim,karanlıktı kapıyı açmaya çalışıyordum ama açılmamak için direniyordu...sonunda durdu.kapıyı açtık.artık sokağa çıkmıştık.herkes dışardaydı.insanlar sersemleşmişti...hala çığlıklar kopuyordu...biraz sakinleşince gökyüzüne doğru baktım.yıldızlar o kadar parlak ve yakındı ki..elimle tutsam yakalıcam gibi..sabah oldu..artık ne olduğunun verilen kayıpların ne kadar büyük boyutlarda olduğu haberlerde izleyince ortaya çıktı.
    biz o anda dışarıdayken binlerce insan beton parçalarının altında tozun dumanın içinde kalmıştı.
  • sabaha karsi saat 3'te, ben uykuya daldiktan 3 dakika sonra basladi deprem. henuz 13 yasinda ve uyku sersemi olmamin da verdigi etkiyle dolabimda canavar oldugunu dusundum. basim donuyor zannettim annemlerin odasina giderken. anneme "anneee dolapta canavar var galiba!" dedim. annem kalkmisti. banyonun kirisinin altinda kelime-i sahadet getiriyordu. kardesimi nasil kaptiginia bugun bile sasarim. en az 3 - 4 metrelik bir mesafeden resmen kolu esnedi kardesimi almak icin. babam uyanmamisti, ben ne oldugunu hala anlamamistim. annem deprem oldugunu soyledi, ben hala "hmm, iyi o zaman." diye dusunuyordum. babam nihayet kalktigi zaman apar topar arabaya indik. radyoyu actik. annemler bile olayin vehametini tahmin etmiyorlardi, o yuzden nerdeyse guluserek konusuyorlardi; belki de bizi huzursuz etmek istemiyorlardi. o gece nasil gecti hic hatirlamiyorum. ertesi gun haberler durumun icler acisi oldugunu anlatmaya baslamisti bile. ikinci gecede, bos bir arazinin oralarda arabada uyumaya calisirken, anne tarafindan 4 akrabamizin cinarcik'ta enkaz altinda kaldigini ogrendik. benden 3 bucuk yas kucuk olan kardesimle, annemin feryadina sasirip kalmistik, gulmustuk hatta. sonra ben de agladim. olumu algilamaya calistim; ama yapamadim. babam bizi komsulara emanet edip cinarcik'a gitti. enkaz altinda kalan 4 kisiden 3'u olmustu... onlari cikarmis. o evdeki sag kalan tek kisi 85 kusur yasindaki fatma hanim teyzemizdi. gelini, torunu ve dunuru gitmisti o gece. "allah buyuk." diye tepki vermisti bu olaya. babam akrabalarimizi cikardiktan sonra hic ayni olmadi.
    sonraki gunlerde yavas yavas evlere girmeye baslamistik; ama nedense geceleri duramiyorduk. aglamakli spikerler olu sayisini guncellemek amacli haber sunuyorlardi gunde bilmemkac kez. bense her uzuntulu olayda yaptigim gibi sadece korkuyordum.
    o gunden sonra asla huzurlu bir gece uykusu uyuyamadim. ne o gun, ne o gunden sonra olumu algiladim. hep korku oldu icimde. geceleri uyuyamiyorum, ozellikle 3'e kadar... o gunlerle ilgili iki olumlu sey hatirliyorum: yasadigimiza sukretmek ve annemle babamin birbirine olan destegi. evliliklerini kurtaramadi o destek; ama o gunleri gecirtti bize.
    dogal afet bu, engellemek zor. ama binalari daha saglam yapmak, hayat standardinin yukselmesi sonucu gecekondudan kacinmak gibi 1 - 2 basit cozumle elimizden geleni yaparak, bir dahaki olasi depremleri, selleri minimum can kaybiyla atlatabiliriz. oldurmeyen allah oldurmez, fatma hanim teyze orneginde oldugu gibi; ama sadece ve sadece allah'a siginarak hayat kurtulmaz. once biz elimizden geleni yapip, sonra allah'a havale etmeliyiz. sacma sapan olaylarla gundemi mesgul etmek yerine, bu gibi felaketlerden enaz zararla cikmaya bakmaliyiz.
    bu depremde cok can yandi. olenle olunmedi; ama geride kalanlar cok cekti. evsiz kalanlar, evladini yitirenler ve daha neler neler kaybedenler... bu tarihi hatirlayinca ozellikle bizzat yasayanlarin yuregi yaniyor. keske, keske bunun mumkun oldugunca onune gecmek icin bir seyler yapilsa.

    not: bu depremi hatirlamak canimi yaktigi icin, yazida kopukluk, devrik cumle...vs olabilir, affola.
  • saat 02:30 civarı...

    - hadi beyler yeter artık, polis gelecek başımız derde girecek

    dedim. zor zahmet ikna olan 6-7 kişi sonunda oynadıkları oyundan kalkıp, hesabı ödeyip evlerine dağıldılar. hayır, burası bir kumarhane değil. uğruna bir daire satıp, hatırı sayılır bir miktarda para yatırdığım internet cafe. camlarda jaluzilerin hepsi kapalı, dışarı ışık sızmıyor. içeride kesif bir sigara dumanı, oksijen namevcut.

    - hadi sinan, biz de gidip bir şeyler atıştıralım lokantada. sonra gelip bilgisayarların bakımlarını yaparım, sen de takılırsın kafana göre.

    sinan, yalova'da bir müzik marketin sahibi. daha doğrusu o geceye kadar sahibiydi. barış manço'nun vefatında albüm satış rekoru kırmış, hatta dükkanında çalışan kız ile albüm satışı için iddiaya girmiş ve kazanmıştı da.

    - ulan re, cengiz kurtoğlu ölürse, bunun iki katı albüm satarım.

    diyordu cengiz kurtoğlu'nu çok sevdiği halde. hatta bir defasında sanatçının web sitesine girip,

    " cengiz baba, sen bana öl de, ben kendimi boğaz köprüsünden atarım, ölmezsem çıkıp tekrar atarım"

    bile demişti. bu kadar cengiz hayranı, onu bu kadar sevebilen başka birini daha tanımıyorum. kurtoğlu, benim için, lise yıllarımızda kalmış, duyduğumda kulak kabarttığım, saf, temiz aşkı anlatan şarkılarda, yüzümde bir tebessümden ibaretti artık sadece.

    yeni çıkan albümlerden almak için sabah istanbul'a, unkapanı'na gidecekti ama uyku tutmadığı için yanıma gelmişti. tesadüf işte, ben de aslında o gün gelmiştim yalova'ya. halbuki bir gün daha kalabilirdim gebze'de. icq'dan konuşurken sormuştu bana, ne o döndün galiba, geleyim mi yanına diye. iki ay sonra nişanı var, hala lay lay lom takılıyor, gençlik işte. yaşıtız, genciz, çoğu konuda tecrübesiziz, kafamıza göre yaşıyoruz. yalova gibi bir yerde başka nasıl yaşanırdı ki zaten?

    birlikte çıkıp lokantada bir şeyler atıştırdık ve iş yerine geri döndük. saat 3 gibiydi sanıyorum. içeriye girdik ve kapıyı kapadık. sinan'ın elinde cep telefonu, o saatte birileriyle mesajlaşıyor. içerideki sigara dumanı hala rahatsız edici derecede yoğun. iyi ki bu hava temizleyiciyi* almışız dedim içimden.

    - şu hava temizleyiciyi çalıştırayım da nefes alalım yahu, şuraya bak içerisi hala duman dumana. ehh o kadar insan sigara içerse olacağı bu.

    o dönemde ne internet cafeler ne de başka bir ortamda sigara yasağı söz konusu değil. iyi bir şey olmadığını bile bile içiyoruz, bizimkisi safi kerizlik. hala içiyorum, nasıl olsa bir gün hepimiz öleceğiz. cihazın fişini takmak için bilgisayar masasının altına doğru eğildim. üçlü grup priz, ancak yetmiyor çünkü bütün prizler dolu. hoparlörün fişini sökeyim de cihazın fişini takayım dedim ve hoparlörün fişini çektim. tam o esnada bir sarsıntı ve uğultu. fiş elimde, ne yapacağımı şaşırmış vaziyetteyim.

    - ehh lan deprem oluyo..!

    dedi sinan. ilkokulda öğretilmiş bilgiler ışığında ve bir refleks hareketi ile attım kendimi masanın altına. son gördüğümde sinan diğer masanın etrafından dolaşmak için hareket etmişti. son görüşüm, evet bu onu son görüşüm olmuştu. deprem oluyor demesi ise son duyuşum...

    15-20 saniye içerisinde olup bitti her şey. önce camlar indi aşağıya şangır şungur. 47 saniye sürmesine rağmen nasıl olur da 15-20 saniyede yıkılırdı koca bina anlam vermek mümkün değildi. sarsıntılar ve gürültüler kesilmiş, zifiri karanlık, ensemden aşağı müthiş bir baskı var, ağzım burnum toz içerisinde. aynı şekilde sağ kalçamdan da bir şeyler baskı uyguluyor, canım yanıyor, hiç bir şey göremiyorum, nefes bile alamıyorum nerdeyse.

    - sinaaaaaaaan.... sinaaaaaaaan.... sinaaaaaaan...

    ses yok. acaba ne yaptı, acaba dışarıya mı kaçtı? nerdesin sinan bir ses ver n'olur. acaba üzerimde ne var, bina komple yıkıldı mı yoksa sadece bir duvar mı var üzerimde?

    - sinaaaaaaaan.... sinaaaaaaaan.... sinaaaaaaan...

    ses yok. allah'ım sen aklıma mukayyet ol. bağdaş kurmuş vaziyette bekliyorum sonumun ne zaman geleceğini. kıyamet mi kopmuştu yoksa? tükürüyorum devamlı ağzımdaki tozları, çıtır çıtır dişlerime gelen küçük moloz parçalarını. saat 3'ü çeyrek geçiyor olmalı. bir kaç yerden garip sesler geliyor. sanki birisi büyükçe bir dolaba tekme atıyor. tok bir ses, gümm gümm diye. diğerinden benzer bir ses ama çok daha uzakta sanki, belli belirsiz darbe sesi. arkamdan hafif bir hava sirkülasyonu var, serinlik geliyor. nerdeyim, ne haldeyim, hala hiç bir şey göremiyorum. sinan'a seslendim yine ama sonuç aynı.

    aradan geçen saatler süresince aklımdan binbir türlü senaryo geçiyor. çok sıcak, susadım ve iyice acı çekmeye başladım. ayaklarım uyuşuyor, kalçamdaki ve ensemdeki baskı arttıkça artıyor. ensemdeki baskının sebebini anladım, klavyeleri koyduğumuz sürgülü sunta parçası, kalçamdaki ise montajını kendim yaptığım üçlü grup priz. lanet olsun, acaba zorlasam suntayı kırabilir miyim? bir kaç deneme, nafile. peki ya priz? bir kaç sert dirsek darbesi ile vidasının birini kurtarmayı başarıyorum. sanırım plastik kısım esneyerek vidanın kafasından kurtuldu. bir yöne çevirerek kalçamı rahatlattım ama dirseğim kan içerisinde kalmıştı.

    neyse ki en azında ellerimi kollarımı hareket ettirebiliyorum diyorum içimden. ne zaman bitecek bu işkence, ya beni bulamazlarsa, ne kadar dayanabilirim bu duruma? ölsem de kurtulsam.... ölüm, daha mı iyiydi acaba? sinan, sinan ne yaptı, yoksa ölmüş müydü? dışarı çıkabilmiş olsaydı eminim beni kurtarırdı. iyice umudumu yitirmeye başladım. dışarıdan sesler geliyor ama benim sesimi duymuyorlardı. ıslık çalıyor, sesimi duyan var mı diye bağırıyor, elime geçen bir taş parçası ile suntaya vuruyorum ama kimse beni duymuyor.

    saat kaç olmuştu? bacaklarımı hissetmiyorum artık. çok fena sıkıştım, acaba altıma işesem su kaybeder miyim? yok yok sık dişini, daha ne kadar süre burada kalacağını bilmiyorsun, su kaybetmek olmaz. sigara, canım müthiş derecede sigara istiyor. peki ya oksijen? bir kaç saat önce hafif hafif esintiler geliyordu, ne oldu o esintilere? çakmak ve sigara cebimde, yak bir tane, olmaz yakma, oksijen de lazım sana. allah'ım ne kadar sıcak... susadım, dilim damağım kurudu. çaresiz bir durumda beklemek ne kadar zor.

    alnımı bir yere dayayıp biraz uyuyorum. alnımda bir acı, dayadığım yer misket gibi bir şey. muhtemelen bir parça moloz, başka çarem yok ki. uyumak belki de en iyisi. rüya bile görüyorum uykumda. ortağım gelip, meşrubat dolabını açıyor ve içinden bir kutu kola uzatıyor bana. kaç defa dalıp gitmişim öyle bilmiyorum.

    herhalde sabah olmuştur, dışarıdan gelen sesler iyice çoğaldı ama duyduğum o derinden gelen sesler yitti gitti. benim gibi onlar da kalmıştı muhtemelen bir şeylerin altında. hepsi benim kadar şanslı değildi, dayanamamışladı daha fazla. belki de kurtarmışlardır diye avutuyorum kendimi. bağırsam yine duyarlar mı bu sefer beni? nafile, kimse beni duymuyor.

    saat 17'ye gelirken enkazdan kurtarıldım bana hayat veren iki insandan biri olan babam tarafından. bana bir daha hayat vermişti. yaklaşık beş saatlik bir kazı operasyonundan sonra kavuşmuştum gün ışığına. beni çıkarmak için enkazı kazarlarken, sinan'a ulaşmışlar önce. boynu kırılmış bir vaziyette yatıyormuş masanın üstünde. belli ki masanın altına girmeye çalışmış ama yetişememişti. yüzünü bir bez ile örtmüşler ben görmeyeyim diye. allah rahmet eylesin sinan, mekanın cennet olsun.

    binanın neden o kadar çabuk yıkıldığını ise sonradan öğreniyorum. yan tarafımızdaki servis, içeriye daha fazla araç sokabilmek için binanın kolonlarını kesmiş. bu sebeple bina iki yöne doğru yayılarak yıkılmış. o binanın bulunduğu arsa üzerinde şu anda bir hastane mevcut, hatta ismi de özel atakent hastanesi.

    bazen düşünüyorum da, sanırım bedavadan yaşıyorum.
  • ne zaman körfez'den izmit'e doğru yolculuk etsem hatırladığım deprem...bilenler bilir ismet paşa stadının orada izmit'in tabelası vardır,nüfus,rakım vs. yazar.işte orada depremden önce 254800 olan nüfus,depremden sonraki nüfus sayımında 192000'e düşmüştür.şimdi bile 1999 öncesi nüfusuna ulaşamamıştır izmit.işte bu yüzden devlet ne kadar yalan söylerse söylesin o depremde ölen insan sayısı beyan edilenden kesinlikle fazladır.17 ağustos 1999 öyle bir tarihtir ki elli binden fazla insanı öldüren,beş yüz binden fazla insanın hayatını tamamen değiştiren,yetmiş milyon insanın da hayatı boyunca unutamayacağı bir tarihtir;devlet her ne kadar unutsa da...
  • aklımda hep show tv ile kalacak olan gün. show tv ve siktimin jeneratörü. ha bir de uyku.

    eve giremiyoruz, çünkü evin kolonlarında çatlak var. günlerdir dışarıda yatmışım ve devamlı uyuyorum. aklıma kim sokmuşsa bilmiyorum. "uykuda ölmek iyidir" demişler. uyuyorum devamlı. olacaksa bi deprem ben uyurken olsun, tepeme ne çöküyorsa çöksün, gideyim gideceksem. ama olmuyor o deprem, ben uyuyorum. günde 19 saat.

    sonra bir aile dostunun evine gidiyoruz. kaç gündür dışarıdayız, leş gibi olmuşuz. duş alırız, insan gibi yemek yeriz diye. ha bir de televizyon seyretmek için. giriyoruz evlerine. yalandan bir hoş - beş. zaten kimsenin maymunluk yapacak hali yok. o sırada açık olan televizyonu görüyorum. gidip oturuyorum karşısına. yıkılmış bir şehir var karşımda. bir de show tv logosu. adamın biri - ki muhabir deniyor herhalde ona - anlatıyor bir yıkıntının önünde. "uykularında öldüler" diyor. "aha" diyorum. şanslı bunlar. ananemdi galiba ya bunu söyleyen. şu uykuda ölme meselesini. neyse. adam anlatmaya devam ediyor. o sırada bir adam geliyor yanına. üstü başı toz - toprak içinde. canlı yayındaki adama yaklaşıp "jeneratörünüz lazım" diyor. "enkazda biri var ama enerjimiz yok. verin onu bize". muhabir bir an duraksıyor, yüzünde sahte bir gülümseme. "canlı yayındayız" diyor. adam endişeli. devam ediyor. "enkaz diyorum" diyor, "canlı var diyorum" diyor, "elektrik lazım" diyor. ama "yok" diyor tepesinde show tv yazan bir mikrofon tutan adam. "canlı yayındayız". adam gidiyor. belki de ölmeden önce uyumasını söylemek için enkaz altındakine.

    bunu gördükten sonra uyumak istiyorum. uzun süre uyumak. ananemin dediği gibi. bu yozluk bitene kadar.

    hakikaten ne kadar sürer ki?
  • hala her saniyesiyle hatırladığım gün. duvar saati 3'ü çaldıktan hemen sonra gelen kulakları sağır edici gümbürtüyü, teker teker raftan düşüp tuzla buz olan bardakları, kolları arasında kardeşime sarılıp geçmesini beklerken bana hala kardeşin nerde onu bul diye bağıran anneannemin bembeyaz suratını, habersizliği, ilgisizliği hatırladığım ve her seferinde bana hatırlatan gün. işe gitmedi diye babamın maaşından o günlük kısmı kesen ve bunu büyük bir gururla yapan patronunun insanlığını anlamaya çalıştığım gün ayrıca. nasıl bir insan ki tüm türkiye acılarına, tüm dünya da bizim kaybımıza ağlıyorken, bir yerlerden birşeyler kurtarmaya çalışıyorken, geriye kalanlar tek bir can için saatlerce uğraşıyorken bu patron kişisi ailesini, depremi bırakıp sabah işine gidip kimlerin gelip gelmediğini belirleyip maaşından kesebilmişti? böyle böyle zengin oldu insanlar değil mi? gelmeyenler ölmüş olsaydı sorun olmayacaktı zaten, bir günlük maaşı keserek kar etmeye çalışmış, artık aylığı düşünmek zorunda olmayacaktı hiç. oh ne rahat hayat.
  • hani bazı anlar vardır. aklınızdan geçirdiğiniz anda gözünüzün önünde birden beliriverir. ya da ömür boyu aklınızın bir köşesinde durur. hiç tozlanmadan, eksikliğe uğramadan. benim de hayatımda unutamadığım zamanlardan biridir 17 ağustos 1999 gecesi, günü, bu tarihin ardından gelen günler ve 1999 yılı...

    zonguldak'tayım, 4. kattaki evimizdeyim. o gece yatmadan önce odanın penceresini açtım. gökyüzüne baktım. yer mi gökyüzüne, gökyüzü mü yere yakınlaştı bilinmez ama gökyüzü yıldız kaynıyordu. bir süre yıldızları seyrettim, yattım. fakat o gece gözüme uyku girmedi. yatağımda bir sağa bir sola döndüm. saate baktım, 3'e 5 vardı. gökyüzünün parlaklığı odama yansıyordu. belki uyurum ümidiyle yine uyumayı denedim, uyuyamadım... ve saat 3.02'de zaman durdu, zaman sallandı, sallanan zaman durmak bilmedi. 4. kattaki evimiz beşik gibi sallanırken hemen annemin yanına koştum. o an hayatımda ilk kez çaresizliği hissettim. o sallantı anlarında annemle birlikte son nefesimizi vereceğimizi düşünürken aynı yatağın üzerinde birlikte kelime-i tevhid, kelime-i şehadet getirdik. evimizin, yatağımızın, her şeyimizın beşik gibi sallandığı saniyelerde, kafesinin kapısını açık bıraktığımız muhabbet kuşumuz da karanlıkta bir sağa bir sola uçarak bulunduğu ortamdan kaçmaya çalışıyordu. bizim çaresizliğimizi, o uçarak yaşıyordu... ve sallantı bitti. apartmanda bağıran çağıran insanların telaşlı seslerini duyduk. sonrasında herkes apartmanı terk etti, arabalarına binip gitti. bizse evde annemle muhabbet kuşumuzu yakaladık, kafese koyduk, kesilen telefon hatları belki gelir ümidiyle anneannemi aramaya çalıştık, ama ulaşamadık. ve yine çaresiz bir şekilde bomboş apartmanımızı terk etmeye karar verdik.

    koridor karanlıktı. apartmandaki her kapı açıktı. söz konusu can olduğunda kimse evini, malını düşünmemişti. apartman ıssız kalmıştı. ardına kadar açık bırakılan kapılar mı, sıcak yataklarından fırlayıp kapıya koşan ve kapı önüne ellerindeki yorganı atıp kaçanlar mı, kapı eşiğinde teki olup diğeri olmayan ayakkabılar mı dersin her şey vardı.

    annemle nihayet apartmandan çıktık. çıkar çıkmaz da gökyüzüne baktık. gökyüzündeki yıldızlar dünyaya hala çok yakındı. sanki o an neler olduğu görmek için dünyaya yaklaşmış ve dikkat kesilmişlerdi... elektriklerin yokluğunda ve gecenin karanlığında, 15 dakika uzağımızda oturan anneanneme doğru gitmeye, ona bir şekilde ulaşmaya karar verdik. çok şükür vardık ve her şeyin nasıl olduğunu konuşurken sabahı ettik.

    sabah olduktan sonra elektrikler geldi. bizse ajanslardan kötü haberleri bir bir öğrenmeye başladık. gölcük'te, kocaeli'nde, sakarya'da, civar il ve ilçelerde olanlara dair haberleri aldıkça üzüldük, olanları duydukça yıkıldık, depremde ölenleri gördükçe ağladık, ağladık, ağladık...

    hala unutamadım, unutmayacağım da.
    allah bizlere böyle bir acıyı bir daha yaşatmasın.
  • uzerinden 10 sene gecmesine ragmen, katil ruhlu bazi umursamaz muteahhitler i$lerine ayni $ekilde devam ediyor. nerede bo$ arsa varsa parayi bastirip binayi dikiyor. en buyuk suclu onlar belki ama bu tur sulukleri besleyen, ya$amalarina izin veren toplumsal umursamazligimiz da, en az onlar kadar suclu.
hesabın var mı? giriş yap