214 entry daha
  • saat 02:30 civarı...

    - hadi beyler yeter artık, polis gelecek başımız derde girecek

    dedim. zor zahmet ikna olan 6-7 kişi sonunda oynadıkları oyundan kalkıp, hesabı ödeyip evlerine dağıldılar. hayır, burası bir kumarhane değil. uğruna bir daire satıp, hatırı sayılır bir miktarda para yatırdığım internet cafe. camlarda jaluzilerin hepsi kapalı, dışarı ışık sızmıyor. içeride kesif bir sigara dumanı, oksijen namevcut.

    - hadi sinan, biz de gidip bir şeyler atıştıralım lokantada. sonra gelip bilgisayarların bakımlarını yaparım, sen de takılırsın kafana göre.

    sinan, yalova'da bir müzik marketin sahibi. daha doğrusu o geceye kadar sahibiydi. barış manço'nun vefatında albüm satış rekoru kırmış, hatta dükkanında çalışan kız ile albüm satışı için iddiaya girmiş ve kazanmıştı da.

    - ulan re, cengiz kurtoğlu ölürse, bunun iki katı albüm satarım.

    diyordu cengiz kurtoğlu'nu çok sevdiği halde. hatta bir defasında sanatçının web sitesine girip,

    " cengiz baba, sen bana öl de, ben kendimi boğaz köprüsünden atarım, ölmezsem çıkıp tekrar atarım"

    bile demişti. bu kadar cengiz hayranı, onu bu kadar sevebilen başka birini daha tanımıyorum. kurtoğlu, benim için, lise yıllarımızda kalmış, duyduğumda kulak kabarttığım, saf, temiz aşkı anlatan şarkılarda, yüzümde bir tebessümden ibaretti artık sadece.

    yeni çıkan albümlerden almak için sabah istanbul'a, unkapanı'na gidecekti ama uyku tutmadığı için yanıma gelmişti. tesadüf işte, ben de aslında o gün gelmiştim yalova'ya. halbuki bir gün daha kalabilirdim gebze'de. icq'dan konuşurken sormuştu bana, ne o döndün galiba, geleyim mi yanına diye. iki ay sonra nişanı var, hala lay lay lom takılıyor, gençlik işte. yaşıtız, genciz, çoğu konuda tecrübesiziz, kafamıza göre yaşıyoruz. yalova gibi bir yerde başka nasıl yaşanırdı ki zaten?

    birlikte çıkıp lokantada bir şeyler atıştırdık ve iş yerine geri döndük. saat 3 gibiydi sanıyorum. içeriye girdik ve kapıyı kapadık. sinan'ın elinde cep telefonu, o saatte birileriyle mesajlaşıyor. içerideki sigara dumanı hala rahatsız edici derecede yoğun. iyi ki bu hava temizleyiciyi* almışız dedim içimden.

    - şu hava temizleyiciyi çalıştırayım da nefes alalım yahu, şuraya bak içerisi hala duman dumana. ehh o kadar insan sigara içerse olacağı bu.

    o dönemde ne internet cafeler ne de başka bir ortamda sigara yasağı söz konusu değil. iyi bir şey olmadığını bile bile içiyoruz, bizimkisi safi kerizlik. hala içiyorum, nasıl olsa bir gün hepimiz öleceğiz. cihazın fişini takmak için bilgisayar masasının altına doğru eğildim. üçlü grup priz, ancak yetmiyor çünkü bütün prizler dolu. hoparlörün fişini sökeyim de cihazın fişini takayım dedim ve hoparlörün fişini çektim. tam o esnada bir sarsıntı ve uğultu. fiş elimde, ne yapacağımı şaşırmış vaziyetteyim.

    - ehh lan deprem oluyo..!

    dedi sinan. ilkokulda öğretilmiş bilgiler ışığında ve bir refleks hareketi ile attım kendimi masanın altına. son gördüğümde sinan diğer masanın etrafından dolaşmak için hareket etmişti. son görüşüm, evet bu onu son görüşüm olmuştu. deprem oluyor demesi ise son duyuşum...

    15-20 saniye içerisinde olup bitti her şey. önce camlar indi aşağıya şangır şungur. 47 saniye sürmesine rağmen nasıl olur da 15-20 saniyede yıkılırdı koca bina anlam vermek mümkün değildi. sarsıntılar ve gürültüler kesilmiş, zifiri karanlık, ensemden aşağı müthiş bir baskı var, ağzım burnum toz içerisinde. aynı şekilde sağ kalçamdan da bir şeyler baskı uyguluyor, canım yanıyor, hiç bir şey göremiyorum, nefes bile alamıyorum nerdeyse.

    - sinaaaaaaaan.... sinaaaaaaaan.... sinaaaaaaan...

    ses yok. acaba ne yaptı, acaba dışarıya mı kaçtı? nerdesin sinan bir ses ver n'olur. acaba üzerimde ne var, bina komple yıkıldı mı yoksa sadece bir duvar mı var üzerimde?

    - sinaaaaaaaan.... sinaaaaaaaan.... sinaaaaaaan...

    ses yok. allah'ım sen aklıma mukayyet ol. bağdaş kurmuş vaziyette bekliyorum sonumun ne zaman geleceğini. kıyamet mi kopmuştu yoksa? tükürüyorum devamlı ağzımdaki tozları, çıtır çıtır dişlerime gelen küçük moloz parçalarını. saat 3'ü çeyrek geçiyor olmalı. bir kaç yerden garip sesler geliyor. sanki birisi büyükçe bir dolaba tekme atıyor. tok bir ses, gümm gümm diye. diğerinden benzer bir ses ama çok daha uzakta sanki, belli belirsiz darbe sesi. arkamdan hafif bir hava sirkülasyonu var, serinlik geliyor. nerdeyim, ne haldeyim, hala hiç bir şey göremiyorum. sinan'a seslendim yine ama sonuç aynı.

    aradan geçen saatler süresince aklımdan binbir türlü senaryo geçiyor. çok sıcak, susadım ve iyice acı çekmeye başladım. ayaklarım uyuşuyor, kalçamdaki ve ensemdeki baskı arttıkça artıyor. ensemdeki baskının sebebini anladım, klavyeleri koyduğumuz sürgülü sunta parçası, kalçamdaki ise montajını kendim yaptığım üçlü grup priz. lanet olsun, acaba zorlasam suntayı kırabilir miyim? bir kaç deneme, nafile. peki ya priz? bir kaç sert dirsek darbesi ile vidasının birini kurtarmayı başarıyorum. sanırım plastik kısım esneyerek vidanın kafasından kurtuldu. bir yöne çevirerek kalçamı rahatlattım ama dirseğim kan içerisinde kalmıştı.

    neyse ki en azında ellerimi kollarımı hareket ettirebiliyorum diyorum içimden. ne zaman bitecek bu işkence, ya beni bulamazlarsa, ne kadar dayanabilirim bu duruma? ölsem de kurtulsam.... ölüm, daha mı iyiydi acaba? sinan, sinan ne yaptı, yoksa ölmüş müydü? dışarı çıkabilmiş olsaydı eminim beni kurtarırdı. iyice umudumu yitirmeye başladım. dışarıdan sesler geliyor ama benim sesimi duymuyorlardı. ıslık çalıyor, sesimi duyan var mı diye bağırıyor, elime geçen bir taş parçası ile suntaya vuruyorum ama kimse beni duymuyor.

    saat kaç olmuştu? bacaklarımı hissetmiyorum artık. çok fena sıkıştım, acaba altıma işesem su kaybeder miyim? yok yok sık dişini, daha ne kadar süre burada kalacağını bilmiyorsun, su kaybetmek olmaz. sigara, canım müthiş derecede sigara istiyor. peki ya oksijen? bir kaç saat önce hafif hafif esintiler geliyordu, ne oldu o esintilere? çakmak ve sigara cebimde, yak bir tane, olmaz yakma, oksijen de lazım sana. allah'ım ne kadar sıcak... susadım, dilim damağım kurudu. çaresiz bir durumda beklemek ne kadar zor.

    alnımı bir yere dayayıp biraz uyuyorum. alnımda bir acı, dayadığım yer misket gibi bir şey. muhtemelen bir parça moloz, başka çarem yok ki. uyumak belki de en iyisi. rüya bile görüyorum uykumda. ortağım gelip, meşrubat dolabını açıyor ve içinden bir kutu kola uzatıyor bana. kaç defa dalıp gitmişim öyle bilmiyorum.

    herhalde sabah olmuştur, dışarıdan gelen sesler iyice çoğaldı ama duyduğum o derinden gelen sesler yitti gitti. benim gibi onlar da kalmıştı muhtemelen bir şeylerin altında. hepsi benim kadar şanslı değildi, dayanamamışladı daha fazla. belki de kurtarmışlardır diye avutuyorum kendimi. bağırsam yine duyarlar mı bu sefer beni? nafile, kimse beni duymuyor.

    saat 17'ye gelirken enkazdan kurtarıldım bana hayat veren iki insandan biri olan babam tarafından. bana bir daha hayat vermişti. yaklaşık beş saatlik bir kazı operasyonundan sonra kavuşmuştum gün ışığına. beni çıkarmak için enkazı kazarlarken, sinan'a ulaşmışlar önce. boynu kırılmış bir vaziyette yatıyormuş masanın üstünde. belli ki masanın altına girmeye çalışmış ama yetişememişti. yüzünü bir bez ile örtmüşler ben görmeyeyim diye. allah rahmet eylesin sinan, mekanın cennet olsun.

    binanın neden o kadar çabuk yıkıldığını ise sonradan öğreniyorum. yan tarafımızdaki servis, içeriye daha fazla araç sokabilmek için binanın kolonlarını kesmiş. bu sebeple bina iki yöne doğru yayılarak yıkılmış. o binanın bulunduğu arsa üzerinde şu anda bir hastane mevcut, hatta ismi de özel atakent hastanesi.

    bazen düşünüyorum da, sanırım bedavadan yaşıyorum.
2724 entry daha
hesabın var mı? giriş yap