• "bilgi değil, bilgelik önemli." inanışında*. bunun bir de doğu yönlü olanı vardır ki onun için, (bkz: doğu felsefesi).
  • thales, anaximander gibi antik yunan filozoflarının ortaya koydukları doğa felsefesi (bkz: ontoloji) ile başlayıp platon ve aristoteles ile bilgi kuramı ve etiğe doğru evrilen, descartes ile salt bilgikuramsal (bkz: epistemolojik) bir mahiyet kazanan ve kant ile bunu zirveye taşıyan; hegel ile tarihsellik üzerinden varlık problemini tekrar ele alan ve son olarak da 20. yüzyılda dilin gerçekliği temsil edici işlevi üzerine teoriler ortaya koyan 2500 yıllık düşünce geleneği.
  • "batı felsefesi, sanıyorum ki yanlış bir mefhum."
    (hazreti ebubekir)

    felsefenin batı'ya (siz nerenin batı'sısınız abi) ait olduğu, daha doğrusu batı merkezli bir dünya idrakinin temellerinin (medeniyet = batı) eski olduğu ortada.

    elbette ki batı'dan anlamamız istenilen şey, avrupa oluyor. ama sadece avrupa mı? doğu'su da yetmiyor avrupa'nın, batı avrupa olacak. bu düşünceyi felsefenin alanına taşırsak eğer en çok hegel efendi'de sistemli bir biçimde görürüz. popper'ciler ile hegelciler bu konuda sıkı kapışmalara girerler. benim okuduklarımdan anladığım kadarıyla rousseau, goethe ve immanuel kant'ta da böyle emareler var ve zaten aşağı yukarı aynı yüzyıl içerisinde yaşamış kişiler bunlar. dolayısıyla bir şeyler olmuş olmalı dünyada o dönemde. filozof uzaydan gelen bir virüs değildir netice itibariyle, dünyada yaşıyor.

    batı'yı merkeze alan felsefe sadece coğrafi değil, mentalite ile de alakalı olarak düşünülmüştür. klasik grek felsefesi de çoğu zaman başlangıç olarak kabul edilmiştir haliyle. özellikle 19. yüzyılda avrupa üniversitelerinde felsefe ve klasik grekçe eğitimi alan avrupalı gençlerin hararetli biçimde yunan hayranı kesilip osmanlı devleti'ne karşı savaşa yunan bağımsızlığı için çarpışmaya gelmeleri, ancak geldikleri yunanistan'da ortodoks hıristiyan köylülerden başka bir şey bulamamaları (diyonisos filan bekliyorlardı okuduklarından doğal olarak) hazindir. osmanlı devletine askeri görevle gönderilmiş (haliyle ajan) olan baron de tott, kalame aldığı türk tarihi için epeyce ehemmiyetli eseri "memoires du baron de tott, sur les turcs et les tartares" (baron de tott'un tatarlar ve türklerle ilgili hatıraları) içerisinde bilhassa bu hayal kırıklığından bahseder. kendisi türklerden hiç hazz etmediği gibi, yunanlılar için de "ortodoks domuz çobanı köylüler" gibi ırkçı bir ifade kullanmıştır. konu dağılmadan toplayalım: kısaca, yunanistanda ortaya çıkan (neden orada çıktı konusundaki tartışmalara hegel, heidegger ve nietzsche'yi de işin içine katarak derli toplu adam gibi bir bakış için yapmış olan eser için bkz. deleuze & guattari, qu'est-ce que la philosophie, s. 81-96, türkçe terc.) felsefeyi başlangıç olarak kabul edip, her halükarda işleyen bir sistemi batı dışında hiçbir merkezle bağdaştırmayan bir gelenekten bahsedebiliriz.

    böylesi tartışmalar modern ve modern sonrası filozofların rahlesine de gelmiştir elbette. hem de bu konuda boy boy kitaplar bile yazılmıştır. hatta iş psikanaliz cephesinde bile devam etmiştir. jung, freud'a verdiği ayarda buna atıfta bulunmuş ve freud'u "grek felsefesi üzerine üfürükçülük yapıyon lan dopsi" diyerek suçlamıştır. toprağı bol olsun freud efendi de olduğu yere bayılmıştır bu sözü duyunca. çünkü jung'un kendisi grek felsefesini iyi biliyor olmaktan başka hint felsefesi (krş: hindistancı) ile de ilgileniyordu ve bambaşka şeyler görebilmişti. dört arketip kitabından bunu görebiliriz. neyse hikaye kısmını geçelim, detaylar için ernest jones'un freud hayatı ve eserleri adlı tuğla boyutlu çalışmasına bakılabilir.

    böylesi bir düşünme biçimini tabii ki nietzsche parçalamaya çalışmıştır. nietzsche bu konuda ilk midir bilmiyorum ama, bu işte en sıkı olanlardan birisidir. zerdüşt imgesi bile böylesi bir hesaplaşmanın ürünüdür diyebiliriz! nietzsche yüzyıllarca ısrarla sürdürülmüş olan her şeyle hesaplaşır, yanılır ya da doğruyu bulur ama toplamda ulaşacağımız şey onun kavgacı olduğudur. önceleri çok saygı duyduğu şeylerle (wagner & spinoza) dahi yaka paça olmuştur.

    ardından gelen ikinci dalgayı ise heidegger'in çelik yumruğu vurur masaya sımsıkı! rivayet edilir ki heidegger'in "batı metafiziği" ile kapışmasından çıkan kıvılcımlar daha sonra "explosions in the sky" adlı müzik grubunun adının da ilham kaynağıdır *. konu hakkında düzgün bir şeyler okumak için:

    (bkz: batı metafiziği)

    iş, haliyle yapısalcılık sonrasına da taşınmış ve bilginin (felsefe?) kökenleri üzerine düşünülmüş, batı felsefesi adlandırmasındaki batı için eleştiriler getirilmiş. gördüklerim arasıdnda en iyi eleştiriyi deleuze yapıyor. köksap (ya da rhizome) adını verdiği teorisinde felix beyefendi ile birlikte felsefenin (acaba episteme mi demek istediler?) köksapsal bir şekilde ilerlediğini, dolayısıyla hiyerarşik ve kronolojik, tek bir çizgi üzerinde, yani sıratı müstakimde ilerleyen bir felsefenin olamayacağını, felsefenin "kaldırımların kenarlarında biten ayrıkotları" gibi olduğunu söylediler. bu sayede sanıyorum hegel ile de hesaplaşmış oluyordular. belki de, matrix'teki hap olayına yorumundan ötürü bir arkadaş tarafından torbacı olarak adlandırılan slavoj zizek'in bu düşünürlere karşı sonu gelmez kin ve nefretinin sebebi de budur. zizek'in de nihayetinde "batıcı-merkezci" olduğunu söylemeden geçmeyelim. söz gelimi "ödünç alınan ırak çaydanlığı" kitabında da sezilir bu durum. işler genelde batı ile batı'nın batısı (amerika'daki tuvalet kültürü ile avrupa'daki tuvalet kültürünü karşılaştırmış idi kendisi hatırlarsak) arasında döner zizek'te.

    hülasa, "batı" + "felsefesi" kelimeleri beni çok tedirgin ediyor. karşımdaki yekvücut bir batı metafiziği'nin mevcudiyetini kabul eden papaz-fikirli bir kişi mi yoksa tersi mi düşünmek istemiyorum.
  • batı ve felsefe terimlerini anlamlı bir bütünlük oluşturabilecek ve bizim "batı felsefesi" tabirinden anlamak istediğimiz değil de anlamamız gereken manayı ortaya çıkarabilecek ölçüde yan yana kullanabilmek şüphesiz zor değildir, hatta asla imkansız bulunamaz. zira burada anlamak istediğimiz değil, anlamamız gereken, içine nüfuz etmemiz gereken mana önemlidir. o mananın kapsamı ve ölçüsü nedir? bunu belirlemek de batılı muharrirler, alimler, tarihçiler için hiç de zor olmamıştır. zira tarih muhteşemliğinden ötürü isminin önüne bir "büyük" sıfatı eklemek zorunda kaldığı kumandan iskender'i makedonyalılar içinden çıkarmış, bu da en azından bu başlıkta bir problem teşkil edebilecek olan "batı felsefesi"nin dayandığı orjinin belirlenmesinde bizim için deterministik nitelikteki etken olabilmiştir. şöyle ki, batı-doğu kavramlarının hangi tarihe kadar uzandığını eldeki verilerden hareketle belirleyebiliriz; eldeki verilerle ulaşmış olduğumuz sonuçtan daha eskilere dayanabildiği ilerleyen zaman içinde kanıtlanabilir; mevcut kültürlere orjin teşkile decek başka kültürlerin izi sürülebilir, bu hiç problem değil. ancak şu kesin ki, büyük bilim tarihçisi george sarton'ın tabiriyle " (hellenistik çağ için bulunan) hellenistik sözcüğü iyi seçilmiş bir kelimedir. hellenizm ve ona yabancı, mısır ve doğu öğelerini telkin etmektedir." [1] yani aristoteles'in dönemine uzandığımızda bizim konumumuza göre doğudaki medeniyetlerin batısında kalan "hellen" kültürü avrupa'nın göbeğinde, o meşhur, büyük "altın çağ"ını yaşarken mısır ve doğu öğelerini barındırmak durumundaydı. zaten köken araştırmasında amacımız "arı kültür/soy" taraması yapmak olmadığından -çünkü bunu becerebilmek de bir noktaya kadar mümkün olup, konumuzun dışındadır-, tespitimizin ana noktası "batı felsefesi'nin özü" olduğundan, felsefenin tam anlamıyla sistemleştiği sokrates, platon ve aristoteles döneminin doruğunda en azından -felsefenin bamteli olan- "sistemli/gidimli düşünce"nin kimliğini deşifre ederken "batı felsefesi" tabirini kullanabilmemiz makul karşılanmalıdır.

    tekrar aristoteles'in bizzat hocalık yapmış olduğu iskender'e dönersek, o yunan olduğu için yunan kültürünü ta asya'nın ortalarına kadar taşımıştır. batı asya'yı da yunanlaştırmıştır, ancak doğu avrupa'nın doğululaştırılmasına da yardımcı olmuştur. bütün bunlar tarihi vakalardır; ancak şu var ki iskender'in bizim burada detaylandırabileceğiniz ölçüde en büyük işinin mısır'ın kenarında iskenderiye şehrini kurmuş olması da bir gerçektir. latincesiyle alexandria ad aegyptum yani "mısır'a bakan iskenderiye" tabirini düşünürseniz, buradan romantik bir çıkarımla, iskenderiye kütüphanesi'nin kadim mısır medeniyetinin ışığıyla beslenmediğini söylemek mümkün değildir. batı felsefesi'nin, düşünüşünün temel direklerinden olan bu şehrin kütüphanesinde, g. sarton'ın ifade dizisini kullanırsak, matematiksel incelemeleriyle (ki platon felsefenin merkez teşkil ettiği akademia'sına geometri bilmeyenleri sokmamayı düstur edinmişti) euclides, daha o tarihte dünyanın büyüklüğünü ölçmesiyle kyreneli eratosthenes, konikler hakkında ilk ders kitabını yazan pergeli apollonios, arkhimedes kalem oynatabilmişti. bu kütüphanede yunan, mısır ve mezopotamya fikirleri serbestçe birbiriyle kaynaşabiliyordu; burada aristyloos, timochares ve samoslu konon astronomi gözlemleriyle gelecekte çok büyük devrimlere yol açacak bir sahanın temelini atabiliyordu. konon'un kendisi mezopotamyalıların tutulma gözlmlerinden yararlanmıştı; ancak daha önce hiçbir doğuluda bunun üzerine gidimli, sistemli bir eser, bir ders kitabı ortaya konmamıştı. bunu yapan burada sürekli beslenen yunanlardı. samoslu aristarkhos'a "antikçağın copernicus'u" dedirten ciddi ve cesur teorilerinin orjininde elbet doğu etkileri vardır; ancak bu kütüphaneyi yapan doğulu kafası değil yunan kafasıdır. g. sarton'ın ilk bilimsel anatomist olarak gördüğü [2] khalkedonlu herophilos da anatomi üzerine çalışmalarını burada gerçekleştirmişti.

    tekrar etmekte fayda var; hareket yönü doğuya doğru olan bir yayılmacı zihniyetin "mısıra bakan..." dediği bir şehirde sadece bir kütüphaneden bahsediyoruz; bir de bunun asia minor yani anadolu ve özellikle de atina ayağı var. medeniyeti bir bütün olarak görmemiz gerekiyor; mısır'da felsefenin olmamasının sebebi neydi? felsefenin yunan ve çevre kültürlere ait kafaların elinde şekillenmesi, sistemli hale getirilmesinin ardında hangi neden yatıyordu? kara athenacı eleştirici kışkırtıcıdır, ancak temelde kocaman bir parsel parsel bölünmüşlük doğurur; zira g. sarton'ın da belirttiği gibi aristoteles'in ölümüyle birlikte atina'daki ve iskenderiye'deki öğrencileri, onun yapmış olduğu sentezi geliştirmenin en iyi yolunun, hatta tek yolunun analiz / kategorizasyon olduğunu anlamışlardı [3]. bu kategorizasyona eğilimi, daha sonra bilimin anlayışının merkezine konulmak durumunda kalmıştır. çünkü öğrenmede, salt gözlem işe yaramaz; bunun kaydedilmesi ve elde edilen veriler toplamının kategorilere bölünerek kendi içlerindeki bütünlüklerin de mikro kategorilere bölünmesi, bilimin çeşitli sahalara ayrılmasının mantığını açıklamış olur. artık eskisi gibi, sadece "fizikçi" tabiri yetmiyordu bütün pozitif sahaları inceleyen uzmanın ünvanı olarak. onun kendi içinde parçalanması, tek tek parçalar halinde incelenmesi gerekiyordu. buradaki çağlara ait bütünlüğü iyi tahlil etmeliyiz; aristarkhos ile ptolemaios'u bir kefeye koyabilmek mümkündür ancak çok saygı duymak durumunda olduğumuz thomas s. kuhn gibi bir üstadın değerlendirmesinde copernicus gibi bir devrimci olduğu düşünülen bir gökbilimci aslında geçmiş geleneğin devamıdır; ancak brahe'nin öğrencisi kepler geleneğin dışına çıkabilmiştir. buradan şunu çıkartırız; alabildiğine kategorizasyon, alabildiğine analiz; işte batılı bir temenniyle kurulmuş kütüphaneden çıkan soyların bugünkü bilim anlayışını temellendirdiği iki sağlam direk. hatta g. sarton'a bakarsak iskenderiye'deki durum aynı dönemde atina'daki durumdan çok daha gözalıcıdır, şöyle diyor: "dördüncü yüzyılda atina'daki yaklaşımların tersine, iskenderiye rönesansı bir analiz ve araştırma dönemiydi. bu, ilerlemenin temel ritmlerinden birinin gözalıcı bir örneğidir: bu ritm analiz, sentez, analiz, sentez biçiminde sonsuza kadar devam eder." [4]

    sağlam bir kategorizasyondan sonra felsefenin kendisi için de aynı durum gerçerli hale gelir. batı felsefesi bir dövüşler, kavgalar, çarpışmalar tarihidir. batı düşüncesinde gördüğümüz bu hem kategorizasyona meyilli hem de analizci yaklaşım dogmalarla dolu olması gereken dini bile etkilemiştir. e. jeauneau’ye göre augustinus’un "inanmak için anla, anlamak için inan" ("intelligo ut credam; credo ut intelligam) düsturu, hıristiyan inancının aklı tümüyle yürürlükten kaldırmamasına, araştırmayı bir kenara itmemesine yol açmıştır. elbette düşünürlerin hepsi bilgilerini ve inançlarını bir potada eritmede aynı duyarlılığı göstermemiştir; ancak bu hususa önem veren scotus eriugena, becli anselmus, thomas aquinas gibi büyük kafalar hıristiyan düşünürünün durumunu üç zamanlı bir süreç içinde değerlendirmek durumunda kalmıştır: kalkış noktasında hiçbir şey görmeksizin inanan bir inanç, varış noktasında gören ama artık inanmayan kişinin seyre dalışı, ikisi arasında ise anlamaya çalışan inanç, anlama gücünün peşindeki inanç [5].

    frank thilly'nin tabiriyle [6] ortaçağ'ın egemen felsefesi olarak görülen ve manastır ya da katedral okullarıyla, daha sonra üniversiteler ile bir yöntem, öğreti ve sorun sürekliliği içinde değerlendirilmesi gereken skolastik tavır da temelde hıristiyan düşüncesi ile felsefi düşüncenin uyumlu hale getirilmesiyle uğraşır. felsefi fikirler, hıristiyan inancına uyarlanmaktadır. inanç, tüm çalışmaların başlangıcı ve sonudur. tanrıbilim, tüm bilgilerin hükümdarıdır. bilgi sessiz kaldığında, akıl tökezlediğinde dinsel doğruluğa inanış sürdürülmektedir. düşünürlere göre din doğrularının amacı akılsaldır. akıl ve inanç uyum halinde bulunmaktadır ve tanrısal görünüm ile insan düşüncesi arasında hiçbir çatışma yoktur; hatta dinin doğruları insan aklından daha üstün olabilir [7]. buna mukabil aziz thomas aquinas da teolojinin bilimselliği sorununa eğildiğinde bilinebilen olay ve metotların nesnel çokluğunu dikkate almaksızın ortaçağ'da bütün disiplinler tarafından ölçü olarak alınan ve aristoteles'e dayandırılan tek bir bilim anlayışını kendine ilke edinmekteydi [8]. neden aristoteles? bunun için a. koyre'nin satırlarına göz atmamızda fayda var: "ilkin aristoteles, (ortaçağ’da) bütün yapıtı –en azından eskiçağ’da bilinen bütün yapıtı- arapçaya, daha sonra da latinceye çevrilmiş ilk yunan filozofu olmuştur... bu bir rastlantı sonucu değildir. aristoteles’in yapıtı insan bilgisinin gerçek bir ansiklopedisini oluşturur. tıp ile matematik dışında, her şey bulunur orada; mantık –baş sırada önemli olanı-, fizik, gökbilim, metafizik, doğa bilimleri, ruhbilim, ahlak, siyaset... bu bilgi yığınıyla gözleri kamaşan, ezilen, bu gerçekten olağandışı zekayla büyülenen yüksek ortaçağ için aristoteles’in hakikatin temsilcisi, insanın yapısının doruğu, yetkinliği, dante’nin diyeceği gibi, color che sanno'nun sultanı olması şaşırtıcı değildir. bilenlerin, özellikle de öğretenlerin sultanı. çünkü aristoteles öğretmen için bir fırsattır da, aristoteles öğretir ve öğrenir; tartışır ve kendini eleştirir. okula bir kez girdi mi hemen kök salması (mantık yazarı olarak zaten epeydir oradadır); hiçbir insan gücünün onu oradan kovamaması da bunun için şaşırtıcı değildir. yasaklamalar, yargılamalar etkisiz kalır. yerine başka bir şey vermeden aristoteles öğretmenlerin elinden alınamaz... avrupa’nın siyasal eğitimini veren –roma hukuku ile cicero’nun yanısıra- aristoteles'tir." [9] yine koyre'nin de belirttiği gibi (a.g.e.) kuşkusuz ortaçağ'ın aristoteles'iyle eskiçağ'ın hakiki aristoteles'i aynı değildi; yeni aristoteles bir çok değil tek bir tanrı'nın var olduğu, farklı bir dünyada yaşıyordu. ancak batı zihinlerine özgü bütünlüğe aitlik hali her türlü aristoteles yorumunun şekillenmesinde etkendir.

    aristoteles’in fiziği ve metafiziği tümüyle ortaçağ’a ulaştığında gerçekleşen devrim büyüktür; zira yüzyıllardan beri etkisini sürdüren düşünce büyük bir aziz olan augustinusçuluğa göre düzenlenmişti. augustinus yüzyıllara meydan okuyacak kadar sağlam ve her çeşit düzenlemeye imkan sağlayacak kadar esnek, öğretisel bir sentez kurmuş gibi görünüyordu. bu yüzden aristotelesçi düşünce sistemlerinin kabulü pek kolay olmamıştır. örneğin kozmoloji alanına bakarsak, aristoteles’le birlikte ptolemaios ve diğer yunan düşünürleri, kutsal kitap'tan yapılan çıkarımlarla çelişen ifadelerinden ötürü (bakın: #14411095 ve aristoteles evreni) dördüncü yüzyıldan itibaren papazların saldırısına uğramıştı. `thomas s. kuhn’'un da hatırlattığı gibi 1210 yılında paris’te il meclisi, aristoteles fiziği ve metafiziğinin öğretilmesini yasaklamış, 1215 yılında dördüncü laterano konseyi daha sınırlı olsa da buna benzer bir aristoteles karşıtı ferman çıkarmıştı. bu yüzyılda yasaklamalar papalığınkilerle devam etmişti. thomas s. kuhn bu yasaklamaları başarısız olarak değerlendirir ve ekler: "... (zira) onlara sadece sözde uyuluyordu. ancak bu yasaklamalar büsbütün önemsiz de değildir. bu fermanlar, eskiçağ’ın dindışı bilgisinin eldeki ortaçağ teolojisine basit bir biçimde eklenemeyeceğini açıkça gösterir. tutarlı ve yeni bir hıristiyan öğretisi oluşturulması için hem eskiçağ metinlerinde hem de kutsal kitap’ta değişiklikler yapılması gerekiyordu... pek çok skolastik kendini sözgelimi aristoteles’in boşluğun mutlak olarak olanaksız olduğu şeklindeki kanıtını, tanrı’nın sonsuz gücünü keyfi olarak sınırlamak gibi gördüğünden, terk etmek zorunda hissetmiştir. hiçbir hıristiyan, aristoteles’in evrenin her zaman var olduğuna ilişkin görüşünü benimseyemezdi. kutsal kitap’ın ilk sözleri 'tanrı evvela gökleri ve yeri yarattı'dır. (vetus testamentum, genesis i.1: "in principio creavit deus caelum et terram.")" [10] a. koyre’ye göre de aristotelesçilik her şeyden evvel hem müslümanın hem de hıristiyanın tinsel tutumuyla bağdaşmaz görünür; ortaya koyduğu öğretiler –örneğin burada da söylendiği üzere, öncesizlik-sonrasızlık gibi- vahiy dininin hakikatlerine, temel yaratıcı / tanrı anlayışına açıkça ters görünür. bu yüzden dinsel yetkenin ya da ortodoksluğun aristoteles’i her yerde yargılaması, ortaçağ filozoflarının onu yorumlamak, yani dinsel inak ile bağdaşır hale sokmak, yeni bir şekilde anlamak zorunda kalışı doğaldır. a. koyre bu hususta aristoteles’i neredeyse tümüyle hıristiyanlaştırmış düşün adamı olarak aziz thomas aquinas’ı gösterir [11]. tabi aristoteles’i hıristiyanlaştırma çabasının kendisi de ağır eleştirilere sebep olmuştur; örneğin oxford üniversitesi’nin ilk döneminin önemli isimlerinden robertus grossatesta, pagan aristoteles’i hıristiyanlaştırmaya çalışanları bu tavırlarından ötürü dinden çıkabileceklerine dair uyarıyordu [12]. ancak bu uyarılar çok da etkili olmamıştır, zira ortaçağ hıristiyan düşüncesinde bilimin her sahasında aristoteles çok önemli bir yer kaplamıştır.

    r. g. collingwood'un şu analizi dikkat çekicidir [13]: renaissance'ta yeni doğa kuramı aristotelesçi olsun olmasın her halükarda ereksel yöntemlere karşıttır; her değişmeyi ve süreci değişmenin başlangıcında zaten var olan maddi şeylerin eylemiyle açıklamak anlamına gelen etkin nedenlerle açıklamalar üzerinde duruyordu. dahası renaissance’ın doğalcı felsefesi doğayı tanrısal ve kendi kendini yaratan bir şey olarak görüyordu; bu kendini yaratmanın etkin ve edilgin yanlarını, natura naturata’yı ya da doğal değişmeler ve süreçler bütününü natura naturans'tan ya da onlara can veren ve yöneten içkin güçten ayrı tutarak birbirinden ayırıyorlardı. bu anlayış aristoteles’ten çok platon’a yakındı; zira platon’un pythagorasçı evrenbiliminin eğilimi, doğal şeylerin davranışını onların matematiksel yapısının bir etkisi olarak açıklamaktı; bu da yeni fizik biliminin yapısıyla uyum içindeydi. oysa aristoteles’in evrenbilimi doğayı tanrısal doğanın taklitlerinin ayrıntılı bir silsilesiyle açıklama eğilimindeydi. aristotelesçi tutum aynı zamanda –yukarıda da değinildiği gibi- hıristiyan düşünürlerin inanç üzerine çalışmalarında, söylemlerinde de işe yarar olmuştu. o halde renaissance’ta doğanın bir parçası olan insanın ele alınışında da haliyle farklılık gözlenmesi doğaldı. "bilgiye ilişkin çözümlemelerde tanrı’ya göre insanı ele alan anlayış (boethius'ta temellenen) her yönde tutarlılığını sergiliyor: varlığın kipi olarak zorunluluğu ve zorunlu olmayışı da ele alan bu dönemin anlayışında, varlığı zorunlu olan tek varlık tanrı’dır. onun dışında kalan hiçbir varlığın var oluşu zorunlu değildir; tanrı dışındaki her türlü varlık şöyle ya da böyle olabilir." o halde renaissance’la gerçekleşen "insanı tanrı’ya göre ele alma" tutumundaki değişiklik doğayı araştırma yöntemindeki değişiklikle uyumludur; bir bütün çerçevesinde değerlendirilmelidir. bacon’daki "insanın egemenliği" gayesini işte bu bütünlük açısından irdelememiz gerekir. bu egemenlik anlayışının türlü sahaları vardır; bilimde, sosyal yaşamda, tıpta, eğitimde, siyasette yani neredeyse her sahada bir etkisi, bir ucu vardır. geleneğe ve onun getirdiği değer ve anlayışa baş kaldırmak düşüncesi yaygınlaşmış, sonuçta (bilgide, düşüncede) birliğe, bütünselliğe dayanan ortaçağ anlayışının yerine artık doğruya varmak için birden çok yolun olduğu kabul edilmeye başlanmıştır. kabuller türlü türlüdür; her sahada birçok yöntem ve yol, temelde amaçlanan ise "insanın egemenliği"!

    neden batı ve felsefe terimleri yanyana geldiğinde bir bütünlük arz etmeli? çünkü temelde ilk kurulan kütüphanelerden, o kütüphaneleri dolduran kitaplardan günümüze varışlar türlü türlü gibi görünse de, aslında doğuya doğru sefere çıkan meraklı komutan iskender'in zihninin oluşumunda etkenler neyse, bu felsefeye nüfuz eden, anlayışını bu kaynakla besleyen bizleri oluşturan da aynı etkenlerdir. peki bu etkenlerdeki doğululuğun etkisi, sözgelimi bir sümer medeniyetinin baskısı nedir? bu önemli mi? platon, timaios diyalogunda bir yunan yasa koyucu olan solon'a, bir mısırlı rahibin "siz bebeksiniz daha" dediğini aktarmıyor mu? (ki bunu kayda geçiren de bir mısırlı değil, bir yunan; tıpkı kütüphaneyi kuran gibi.) çok açık; yunan o vakitler bebekti; ancak i.s.2008'de emeklemeye başladığını düşünemez miyiz? yarın başımıza bir atlantis vakası gelmez ise, işe yeniden, en başından girişmemiz gerekmeyebilir. tuğla tuğla üstüne, batı felsefesini daha güzel bir deyim olamaz sanırım.

    yukarıda yazdığım bir şeyi tekrarlamak istiyorum; sadece gözlem yetmez, onu işleyip kayda geçirmek ve dahası kategorilere bölüp, daha detaylı bir şekilde incelemek boynumuzun borcu olduğu müddetçe biz de o batı felsefesinin birer parçasıyız. ve inanın bana bu sorumluluk bilinci, anayasada bir iki madde değiştirince "avrupalı" olacağını sananların hayal, imge aleminin onlara kattığından çok daha fazlasını size katacaktır. alemi dövüşerek anlamak, fevkalade dövüşerek anlamak; anladıkça analizimizle var olmak, fevkalade efendim.

    addendum@: bu entirimin çok daha genişletilmiş versiyonu (şörolocadan arıtılmış hali) önümüzdeki dönemde kutadgubilig "felsefe-bilim araştırmaları"'nda (http://www.kutadgubilig.com/) yayınlanacak.

    notlar:

    1. g. sarton, antik bilim ve modern uygarlık, sf.28, gündoğan yay., çev. m. dosay - r. demir, ankara 1995.
    2. g. sarton, a.g.e., sf.33.
    3. g. sarton, a.g.e., sf.34.
    4. g. sarton, a.g.e., sf.34.
    5. e. jeauneau, ortaçağ felsefesi, sf.15-16, çev. betül çotuksöken, iletişim yayınları, 1. baskı 1998.
    6. f. thilly, yunan ve ortaçağ felsefesi, sf.280, çev. i. şener, izdüşüm yay. 3. basım, 2002.
    7. f. thilly, a.g.e., sf.273-274.
    8. r. heinzmann, p.1-17, "die theologie auf dem weg zur wissenschaft", münchener theologische zeitschrift 25, 1974. ; s. dönmez, aziz thomas’ta felsefe-teoloji ilişkisi bilgi ve inanç, sf.31, karahan kitabevi, birinci baskı ankara 2004.
    9. a. koyre, "aristotélisme et platonisme dans la philosophie du moyen âge", les gants du ciel vi., 1944.
    10. t. s. kuhn, kopernik devrimi batı düşüncesinin gelişiminde gezegen astronomisi, sf. 187-188, çev. h. turan – d. bayrak – s. k. çelik, imge kitabevi, birinci basım 2007.
    11. a. koyre, a.g.e.
    12. robertus grossatesta, hexaemeron 1.8.2-4: (ed. richard c. dales ve servus gieben, o.f.m. cap. p.58-61, london 1983) "sunt tamen quidam moderni vanius istis philosophantes, immo demencius istis desipientes, qui dicunt maxime aristotilem non sensisse mundum carere temporis inicio, sed eum in hoc articulo catholice sensisse et temporis et mundi inicium posuisse. ... hec adduximus contra quosdam modernos, qui nituntur contra ipsum aristotilem et suos expositores et sacros simul expositores de aristotile heretico facere catholicum, mira cecitate et presumcione putantes se limpidius intelligere et verius interpretare aristotilem ex litera latina corrupta quam philosophos, tam gentiles quam catholicos, qui eius literam incorruptam originalem grecam plenissime noverunt. non igitur se desipiant et frustra desudent ut aristotilem faciant catholicum, ne inutiliter tempus suum et vires ingenii consumant, et aristotilem catholicum constituendo, se ipsos hereticos faciant."
    13. r. g. collingwood, doğa tasarımı, sf.112, çev. kurtuluş dinçer, imge kitabevi, 1. baskı, 1999.
  • özetlendiği bir internet sitesi için:

    https://www.mindmeister.com/…325/western-philosophy
  • doğu felsefesinden ayıran en büyük nokta, soyutluluk hali. doğu felsefesi, gündelik yaşam içerisinde bulunan sorunlara çözüm bulmak ve toplum/aile yapısını düzenlemekle - kaba tabirle bireysel olamamış- meşgulken, "zaten bunlara çözüm bulunmuş biz soyut kavramlara yönelelim" diyen thalos ile teorik bilimin temelleri atılmış oldu.

    batının teknoloji ve bilimde doğu dünyasının önüne geçmesinin en büyük nedenlerinden birisi.
  • hristyanlığı bilmenize çok da gerek yok. katolik kilisesi evrenin merkezinde dünya'nın olduğunu savunuyordu ve bu aristo'nun hipoteziydi. size kilisenin sömürgeci, din tüccarı, cennetten tapu satan bir kurummuş gibi anlattılar senelerce oysa kilise bunlar üzerine kurulu değildir.
    kiliselerin kendi kütüphaneleri var ve dünyanın dört bir yanına gönderdikleri misyonerler seyehatnameler yazıp kiliselere gönderiyordu. ayrıca kiliselerin bahçelerinde çeşitli tıbbi bitkiler, lüks çiçekler ve ağaçlar yetiştiriliyordu. kilisede yaşayanlar dua ediyor, kitap okuyor, bahçe ekiyor, bitki yetiştiriyordu.
    aristo'nun mantığıyla dünya'yı sorguluyorlar, literatüre yeni şeyler katıyorlardı ama hepsi elle yazılıyordu.
    zengin aileler çocuklarının ya doktor olmalarını ya da papaz olmalarını istiyordu. üniversitelerde dini eğitim veriliyordu.
    dini bütün tüccar ve zengin burjuvaların çocukları bu üniversitelerde yoğun dini eğitim alıyor ama dünyayı sorgulama yani felsefe yapma becerisi kazanıyorlardı. bilimsel metodoloji halen yoktu ama halkın arasında meraklılar da vardı.
    kilise'den çıkan bilim insanlarından biri: mendel'dir. genetiğin babasıdır. daha var da şuan aklıma gelmiyor.
    katolik kilisesi o kadar güçleniyor ki krallara taç giydiriyor, haçlı seferleri başlatıyor, ortadoğuyu müslümanlardan temizlemek için akınlar yapıyorlardı. ve modern bankacılık sistemini malta şövalyeleri kurdu.
    batı felsefesi aristo merkezli katolik kilisenin dünya'ya dair bildiklerini sorgulatan bilim insanlarıyla başlar. hristyanlık kabaca aristo felsefesinin isa'ya göre yorumudur.
    kral v. henry boşanmak ister ama katolik kilisesi izin vermez. sonra kilisenin gücünün azaldığı bir dönemde anglikan kilisesini kurar ve sonra da protestan kilisesi kurulur.
    özgür olmak istiyorsanız önce dini kurumları red edeceksiniz. ne zaman camileri kütüphane yaparsınız o zaman türk rönesansı başlar.
hesabın var mı? giriş yap