• okumayacağım kitaptır.
  • "çocuğumla ilgili bir şeyi yanlış yapıyorum ama neyi olduğunu bilemiyorum" diye bir iç sesiniz varsa okuyun bu kitabı. öyle bir his yoksa da okuyun. çocuğunuzla, kendinizle, ailenizle ilişkinize kuşbakışı bakabilmeniz için bir şans gibi.
  • nihan kaya nın son kitabı. kitabıyla ilgili olumlu yorumları sürekli ama sürekli instagram hikayesinde paylaşmasından ötürü kendisine sempatimi yitirdim doğrusu ve biraz da narsistik buldum. yorumlarında ve kurduğu cümlelerde de hissediliyor zaten bu. ayrıca çok sevdiğim alice miller ın 'beden asla yalan söylemez' isimli kitabı ve buna benzer birkaç kitap zaten dünyada çoktan ezberleri bozmuştu, amerika yeniden keşfedilmedi yani.
  • nihan kaya'nın kırgınlık, kar ve inci dışındaki 7 kitabını okumuştum. roman ve hikâyelerinde psikolojinin başlıca kahraman olması bana farklı gelir, severim, dostlarıma öneririm. jungçu bakış açısıyla yazdığı yazma cesareti de müthiş bir kitaptı. gelgelelim çoktandır kendisinin twitter paylaşımlarında alıntılarını okuyarak merak ettiğim iyi aile yoktur kitabı için aynı şeyi söyleyemiyorum. önceki kitaplarında daha objektif veya bilimsel bir noktada durduğunu düşündüğüm yazar, bu kitabında neredeyse sadece üç yazara yaslanmış: alice miller, clarissa pinkola estes ve thom hartmann. elbette psikoloji sahasında örneğin bir fizik veya matematikteki gibi bir bilimsellikten söz edilemeyeceğini teslim ediyorum, zaten alandan değilim bunu söylemek de bana düşmez.
    tanımayanlar için not: lisansını ingiliz dili ve edebiyatı, lisansüstü eğitimini psikanaliz alanında yapan nihan kaya bir psikiyatrist değil, kendisi de bunu zaten dile getirir.

    bu girişten sonra kitapta beni rahatsız eden noktalara geleyim. birincisi anakronik bakış. bugünün değer yargılarıyla, düşünme tarzlarıyla 1400-2000 yıl öncesi eleştirmek sağlıklı bir sonuca götürmez bizi. bugün bakış açısını bir fenomene yaklaşırken askıya alabilmek gerekir. örneklendireyim:

    --1. alıntı--
    dinî kitaplarda "hz. amine hz. muhammed doğduğu zaman onu süt anneye emanet etmek zorunda kaldı. çünkü arabistan sıcaktı, hava koşulları bebekler için elverişli değildi" yazar. sözde bu ayrılık amine'nin içini parçalamış, ancak amine çocuğunun iyiliği için bağrına taş basarak bu çok zor duruma katlanmıştır. kaynaklar, küçük muhammed'in annesinin yanına döndüğünde dört yılını geride bırakmış, beş yaşından gün almış olduğunu söyler. yani muhammed bir çocuk için en kritik yıllarını, ona bakmak için parayla tutulmuş bir süt annenin yanında geçirmiştir. /.../ diyelim ki amine bize yıllardır söylendiği gibi, bebeğinin sıcaktan etkilenmesinden, iki yaşından sonra da, sıcak üzerine bir de veba salgınından etkilenmesinden endişe ediyordu. madem çocuk için çöl havası çok daha faydalıydı, dönemin toplumunun gelenekleri ne olursa olsun, nasıl oldu da amine tek çocuğu için bu şartları zorlayıp bu "çocuk için çok daha faydalı olan", "çocuğun mutlaka ve mutlaka taşınması gereken" yere kendisi çocuğuyla birlikte taşınmadı? /.. bir anne çocuğunu böyle yabancı ellere teslim etmenin ve sonra canı isteyince geri almanın, yani çocuğa böyle bir ruhsal depremi bir de değil, iki kere yaşatmanın çocuk için ne korkunç bir travma olduğunu annelik içgüdüleriyle nasıl bilmez, anlamaz? (s.140-3)
    --1. alıntı sonu--

    kaya, bu "tespit"i yaptıktan sonra bunu örneklendiremiyor. yani küçük yaşta süt anneye verilerek "travmatize"olmuş hz. muhammed'in yetişkin olduktan sonra bu sav'a göre gerçekleşmesi beklenen "travma" göstergelerini sunamıyor. kitabında dipnotlamaya çok önem verdiği halde bahsettiği bu dinî kaynakların neler olduğunu belirtmiyor. bu da kaynakların güvenilirliğini sorgulatıyor okuyucuya. herkesin bir konuda mutabakata varmış olmasının bir bilgiyi doğrulamak için yeterli veri olmayacağını kaya'nın iyi bildiğini sanıyorum.

    diğer örnek hz. ibrahim ve hz. ismail kıssasıyla ilgili. nihan kaya konuya girerken kimsenin dinî hislerini rencide etmek amacında olmadığını vurguluyor.

    --2. alıntı--
    bir çocuğa "bu kılıcın altına ineği, koçu değil, seni yatırabilirdik" demenin, yetişkin bir insanla iyi bir tanrı arasındaki bir konu olabilmesine imkân yoktur. iyi bir tanrı, sizden saçının teline dokunma hakkınız olmayan bir canlıyı yatırıp kesmenizi istemez, bu vahşeti -talep raddesinde kalsa bile!- imanınızı test vesilesi haline getirmez. /../ çocuklara kurban hikâyesini bu şekilde anlatmak, "bak, ismail ne kadar iyi, çünkü itaat iyidir. sen de boynunu uzatmalı ve 'babacığım, lütfen kes' demelisin. eğer böyle diyebilirsen iyisin. diyemezsen kötüsün." demektir.
    /../ gerçek bir iman testi, kendi boğazına bıçak dayandığında bile çocuğunu kurban etmeyen babayı ödüllendirmeliydi. ya da, her şey pahasına, hatta gerekirse imanı pahasına korumakla mükellef olduğu çocuğunun boğazına bıçak dayamaya cüret eden babaya, test konusunda kendisine ilk söylenen şeye inanmakla ne kadar yanıldığını göstermeli, ona kendisine söylenen her şeyi önce sorgulaması gerektiği ihtar edilmeliydi. "ben iyi bir inanan olamadım, yaratıcı'ya itaat edemedim; cezama razıyım ama masum birine, bir çocuğa kıyamam, onu incitemem, ondan böyle bir şey isteyemem." demeliydi ibrahim.
    --2. alıntı sonu--

    kur'an hitabını her zaman "ey inananlar/ iman edenler" diye yapar. imanın 6 şartından sonra gelir islam'ın şartları. yani iman etmeyen biri için bu 5 şarttan söz edilemez. kurbanın inananlar için islam'ın beş şartından biri olmadığı, maddî imkânı elverenler için vacip bir ibadet olduğu bilinir. iman edenler için duruma gelirsek inkâr etmedikleri sürece, dinin amelî hükümlerini yerine getirememiş olmakla iman etmemiş sayılmazlar. ancak imanın amelle desteklenmesi gerektiği veya şöyle diyelim amel seviyesine çıkmış bir imanın gerekliliği kur'an'da birçok yerde belirtilir. kurbanın çıkış noktasının "iman edenler" için hazmedilmesi en zorlardan biri olduğunu kabul ediyorum. bu türden bir çatışmanın örneği kur'an'da hızır-musa kıssasıyla verilir: "dedi ki: doğrusu sen benimle beraberliğe sabredemezsin. (iç yüzünü) kavrayamadığın bir bilgiye nasıl sabredersin?" (kehf, 67-68). kurban birçoğumuz için mahiyetini kavrayamadığımız bir bilgi olabilir. en azından bunun âciz bir insan teki olarak ne düşündüğüm veya hissettiğimin ötesinde bir konu olduğunu teslim edebilirim.
    son olarak alıntıdaki gibi "evladım bu koç olmasaydı seni kesecektik" diyenler varsa (ne diyen ibrahim, ne denilen ismail ne de onlar için geçerli olan bu durum -artık- genele teşmil edilebilir) onlara akıl fikir diliyorum.

    quantum fiziği/ mekaniği, schrödinger'in kedisiyle "ihtimaller denizi"ni anlayanlar da vardır; tasavvufun zaman-mekân kavrayışıyla dünyayı görenler de. inancıma göre bütün ihtimallerin yaratıcısı istese başka türlü yaratmayı da bilir (bkz: olan olmuştur olacak olan da olmuştur). bir fani olarak baki olanın varlık sahasına girebilmem mümkün değil ki ona neyi nasıl yapacağını vâz edip onun (hâşâ) bana verdiklerine göre iyi veya kötü tanrı olduğuna hükmedebileyim. maddemiz bir değil. aynı şey peygamberler için de geçerli.

    bu sabaha kadar uzar, yoruldum, üstelik (bilgimin yetersizliğini bildiğim için) hiç de tartışmaktan hoşlandığım konular değil. psikiyatrist-psikolog veya din adamı değilim, anne-baba da. 21. yüzyılda yaşamakta olan bir insan teki olarak "çocukluğunuza inelim" diyen psikiyatristlere-terapistlere (ekollerini tartışmalı bulsam da) inanıyorum, birçok yaralarımızın tohumları orada atılmıştır. bununla beraber çocukluğu "öyle" geçti diye insanın bütün ömrünü "kurban psikolojisi"yle geçirmesini ve edilgin bir pozisyonda kalmasını kabul etmiyorum. bu irade/öz, tıpkı yazma cesareti'nin ilhamını aldığı yaratma cesareti gibi insanın doğasında mevcuttur. insan "kemal"e, değişmeye, gelişmeye, ilerlemeye programlı bir varlıktır, kendi meşrebince buna ulaşmaya çalışır.

    bu kitabın da temel savlarından biri olarak anne-babaya tanrı mesabesinde değer vermenin gereksizliğine ayrıca dinde yeri olmadığına inanıyorum, yapıp yapamadığımız ayrı konu. anne babaların çocuklarının hayatında farkında olmadan yaratıcılık rolüne soyunduklarını biliyorum. modernizmin icat ettiği "ulus"un devamı için en çok "örgün eğitim"e ihtiyaç duyduğu, okulun hiç de masum olmadığı, hepimizi kademeli olarak ehlî koyunlara dönüştürdüğü tezine sonuna kadar katılıyorum. bu kitap çocuklara yaklaşımın nasıl olma(ma)sı gerektiği hakkında bana güzel bir kapı açtı, yeğenlerime bazı yaklaşımlarımı eleştirmemi sağladı örneğin.

    bununla birlikte, her milletin bir kolektif hafızası vardır, buna beden hafızası da dahil. psikoloji yereldir. adını şimdi hatırlayamadığım bir psikiyatrist, psikiyatri ekollerinin adeta tercüme şekilde bir yerden doğrudan alınıp uygulanmasının yanlışlığından söz ediyordu. ona göre bir milletin iç dinamikler manzumesi gözetilmeden yapılacak terapötik müdahaleler akim kalmaya mahkûmdu. sözü nihan kaya'ya getirirsem, alice miller ve diğerlerinin hıristiyanlık eksenli eleştirilerini doğrudan buraya uygulamaya kalkmak bir havada kalmışlığı getirir. kendisi böyle bir şey iddia etmiyor ama kitabı türkçe yazdığına göre türkiye'yi gözetmiş olmalı. istediği şeye inanabilir, en doğal hakkı. ancak bir argüman sunuyorsa bunun diğer veçhelerini de göze almak zorunda (inanmasa veya kabul etmese de). öbür türlü kitap boyunca eleştirdiği -meli, -malı tuzağına yani doğrudan işaret etme tuzağına düşmüş olur.
    şayet okursa öteden beri takip ettiğim bir yazara yapıcı bir eleştiri sunma niyetiyle yola çıktığımı bilmesini isterim, beceremediysem bu da benim eksikliğimdir.
  • henüz okumakta olduğum ama daha yarısına bile gelmemişken üzerimde büyük etkiler bırakmış bir kitap oldu.çocukluk belki de insan hayatının en önemli, kişiliğini belirleyen dönemi.maalesef bilinçsiz aileler tarafından yetiştirilen bilinçsiz ebeveyenler, çocuklarına bir daha tamiri olmayan hasarlar bırakıyorlar.
    kitaptan çok hoşuma giden bir cümleyi aktarmak istiyorum;
    "suçluluk (guilt) ve utanç (shame) arasında derin bir fark vardır.suçluluk, ne yaptığımızla, utanç ise direkt olarak kim olduğumuzla ilgilidir.kendisinden utanan insan, ne yaptığından bağımsız olarak kendisinden utanacak, çok derinlerde bir şeyleri değiştiremediği müddetçe ne yaparsa yapsın kendinden utanma duygusunu aşamayacaktır.depresyon ve anksiyeteyle yakın ilişki içinde olan bu tür bir derin utanma duygusu, kişinin anne-babasının ona çocuklukta aşıladığı bir şeydir, kişinin öz-değer hissinin zayıf olması gibi hayli ciddi bir durumla birlikte bulunur."
  • benim için aile ve çocuk üzerine yazılmış en iyi kitaplardan biridir. okuduktan sonra, kendimizle ve ailemizle yüzleşirken biraz canımız acıyor ama geçiyor sonra.
  • tam canımın acısı geçti derken aklıma gelenler "çocuk anne-babasını anne-babası ona nasıl davranırsa davransın sever ve zaten çocuğun dramı da buradadır."
  • öncelikle “kutsal” olan ne varsa anneden, anne-babadan başlayarak, okul, öğretmen, toplum, devlet, inançlar (dini ya da ideolojik) ile devam ederek tümünü yeryüzüne indiriyor. her şey sorgulanabilir. okudukça kutsalların sistemin sürmesine nasıl hizmet ettiğini anlıyoruz. bu sorgulamalara en başta, şanslıysak kendimizden başlayabiliriz. şanslıysak diyorum; çünkü taaa çocukluğun ilk yılından itibaren iç sesimiz kısılmış, kendi sesimizi duyamaz olmuşsak, ebeveynin “sevgisi”ni kazanmak pahasına kendimize ihanet etmişsek nasıl duyacağız o iç sesi… otoritenin (ebeveynin, toplumun vb.) sesini kendi sesimiz sanmışsak nasıl yapacağız kendimize bakma, sorgulama işini? kendi sesini duyamayan anne-baba, çocuğunun sesini nasıl duyacak?

    * çatlak zemin
  • yetişkinlikler itaati büyümekle karıştırırlar; halbuki itaat, çocuğun en büyük ahlaksızlığıdır.” wincott.

    etrafımdaki tüm müstakbel ebeveynlere okutmakla kendimi görevlendirdiğim, okuduğumdan beri davranışlarıma, ilişkilerime farklı baktığım, anne-çocuk ilişkisini bence en başından değiştiren kitap. bu sadece bir çocuk yetiştirme kitabı değil kesinlikle, aynı zamanda biz yetişkinlerin de yetiştirilme hikayesi. sizin neden siz olduğunuza yanıt vermeye çabalayan bir çalışma.

    çocuğa, büyüklerin her zaman haklı olduğunu, annesini üzmesinin sebebi ne olursa olsun suç olduğunu ve bu nedenle de kendisini savunmamayı öğretiyoruz. henüz büyükler sofraya geçmeden çocukların sofraya oturmamasını ya da daha da kötüsü küçüklere görece daha dandik bir sofra hazırlayıp küçük sofrası yaparak çocuğun oraya layık olduğunu da öğretiyoruz. çocuklardan, belirlediğimizi kurallara uymalarını, bizi üzmemelerini, onun iyiliğini düşündüğümüz için en iyisini bizim bildiğimizi kabul etmesini bekliyoruz.

    ama işte ne yazık ki böyle yaparak sorgulamayan, kurallara itaat etmeyi seven, annesine-babasına “ben bunu istemiyorum” diyemeyen, bunu diyemediği için içten içe mutsuz hayatlar yaşayan bireyler yetiştiyoruz. kitap diyor ki “ne kadar iyi bir anne-baba olduğunuzun en önemli göstergesi çocuğunuza ne kadar çok şey öğretebildiğiniz değil, çocuğunuzdan ne kadar çok şey öğrenebildiğinizdir.”

    çocuğunuzu doğurmayı siz kendiniz tercih ettiniz ve bunu çocuğunuz için değil kendiniz için yaptınız. ona sahip olmanın sizin için iyi olacağını düşündünüz. fakat sonra bir an geldi, çocuğun size muhtaç olduğunun bilinciyle çocuğa karşı üstünlük elde ettiniz. bu üstünlüğü de“bunu yapamazsın” deme hakkını kendinizde görerek pratiğe döktünüz. ama işte çocuğuna “böyle yapamazsın” deme hakkını kendinizde görmeniz, yaptığınız şeylerin fedakarlık değil, karşılığını çocuktan beklediğiniz şeyler olduğunu gösteriyor. anne- baba olarak yapılması gereken çocuğun iyiliğini istemek değil, mutluluğunu istemek aslında. fakat bir türlü bunu beceremeyen ebeveynlerle donatılmışız.

    “neyin çocuğun yararına olacağını keşfedilmemiz için, önce çocuk için en iyisini, en doğrusunu zaten bildiğimiz, ne yaparsak yapalım çocuğun iyiliği için yaptığımız düşünesini bir kenara bırakabilmemiz elzem. çocuğunuz için en iyisini siz bilmiyorsunuz. çocuğunuz için en iyisini, eğer çocuğa ve olaylara doğru bir şekilde kulak verebilirseniz, ortaya çıkan durumlar ve çocuğunuz size kendisi gösterecek.”

    kitaptaki şu kısım bana ve etrafımdaki herkese çok tanıdık geldi: anneniz, evi temizlemiştir. bunu da muhtemelen ya misafir gelecek diye ya da bayram diye yapmıştır. sizden de o evi dağıtmamanızı (hatta benim annem banyo yapamazsın banyoyu temizledim derdi) ister. mümkünse odadan çıkmayıp evi dağıtmamanızı ister sizden. ama işte gelin görün ki, şartlarını annenin oluşturduğu ve çocuktan sadece riayet etmesini beklediği ev, ne yazık ki çocukla birlikte yaşanan ortak bir alan olamıyor. ancak ebeveyninin belirlediği şartlara uyduğu takdirde o evde yaşayabildiği, gidecek başka yer olmadığı için de mecburen orada yaşamak zorunda olan çocuk aslında o ebeveynin dünyaya getirdiği ama yersiz yurtsuz kalmış bir çocuktur.

    ebeveynliğin yanlış anlaşıldığına bir diğer güzel örnek: “siz hiç, çocukluğunun kötü geçtiğini iddia eden ve bunu “annem pilavın kıvamını bir türlü tutturamadı”, “kahvaltılar berbattı” “balkonu seneden seneye yıkıyorlardı” “evi de ancak iki haftada bir süpürüyorlardı” gibi cümlelerle açıklayan, bu gibi fiziksel durumları yetişkinlikte aşılamayan derin yaralar olarak anlatan birine rastladınız mı?” diye soruyor kitap. ama niyeyse anneliğin, güzel yemekler yemeyle, temiz ve düzenli bir evde yaşamakla ölçüldüğü bunların gerekli olarak dayatıldığı değerlerle büyüdük.

    sartre, sevmenin, kendini sevdirme projesi olduğunu söyler. sevgi, karşımızdaki kişi bizi sevmediğinde de bundan etkilenmeden kalıyorsa, değişmiyor, azalmıyorsa, o zaman gerçek sevgidir. kitap diyor ki, eğer çocuk sizi sevmeme özgürlüğü olduğunu biliyorsa ve buna rağmen sizi seviyorsa işte gerçek sevgi o. ama eğer çocukta ebeveynini sevmeme gibi bir alternatif yoksa o sevgi mecburi, zoraki bir sevgiden hatta itaatten başka bir şey olamaz.

    çok beğendiğim bir alıntıyla bitiriyorum:

    hayatta varoluşunuzu en güçlü, en coşkulu, en yaratıcı biçimde ortaya koyduğunuzu içinizde duyduğunuz, kendi yaptığınız, başardığınız herhangi bir şeyi düşünün; bunu aileniz sayesinde değil, ailenize rağmen başardığınızı göreceksiniz.
  • gerçek anlamda bu kitabı okumadan özümsemeden çocuk yapmaya kalkışmayın. devamında yazılan ‘ iyi toplum yoktur’ ve eylül de çıkmış ‘ bütün çocuklar iyidir’ kitapları eğitmenler ve anne babalarca mutlaka okunmalıdır. nihan kaya’nın özellikle kırgınlık kitabında geçen şu satırlar etkileyicidir: ‘’ kırıldıkça parçalandım bin parçaya bölünüp yıldızlar halinde gökyüzüne saçıldım, ışığımı övdüler ama nasıl yandığımdan hiç bahsetmediler.’’ özellikle ‘iyi aile yoktur’ u öğrencilerime ve görüşebildiğim tüm velilerime öneriyorum şu an mersin ’ de bir devlet okulunun tabelasında her velinin mutlaka okuması gereken kitaplar listesinde başlarda yer alıyor.
hesabın var mı? giriş yap