• stoacı seneca, naturales quaestiones 1.13'te "quid est deus?" (tanrı nedir?) diye sorar ve cevabı yine kendi verir: "mens universi" yani "evrenin zihni" (zeitgeist'la karıştırılmamalı).

    açımlama aynı yerde devam eder: "quid est deus? quod uides totum, et quod non uides totum. sic demum magnitudo sua illi redditur, qua nihil maius excogitari potest, sic solus est omnia, opus suum et extra et intra tenet."

    "tanrı nedir? görebildiğin her şey, göremediğin her şey. onun haşmeti insan aklının sınırlarını aşar; ondan daha büyük hiçbir şey düşünülemez; böylece o yapıp ettiği her şeyin hem içinde hem de dışındadır."

    böylece mens universi yani "evrenin zihni" olan tanrı, doğanın kendisine dönüşmüş olur. doğada bizi çevreleyen ne varsa ya da ne yoksa (natura ipsa), her şey bir bütünlük içinde tanrı'yı verir. şimdi bunu tanrı varsa niye bu kadar acı var söylemine yamayın; söylemi çözün.
  • "sonsuz karanlıktan sonra birdenbire günışığını görürsek, gökyüzü hakkında ne düşünürdük? ancak her gün göre göre kazanılan göz alışkanlığından dolayı ne her gün gördüklerimize şaşırırız ne de onların nedenlerini sorarız, çünkü olayların öneminden çok yeniliği bizi onların nedenlerini araştırmaya zorlar. gökyüzünün bu denli düzenli hareketlerini, yıldızların bu denli belirli düzenlerini ve her şeyin kendi arasında bağlantılı ve uyumlu olduğunu gördüğü halde bunlarda herhangi bir mantığın bulunduğunu inkar edecek ve bunların rastlantıyla olduğunu söyleyecek biri var mıdır? tüm bunlar öyle bir güçle yönetilir ki bu güce hiçbir biçimde erişemeyiz."

    cicero, de natura deorum ii.xxxviii.96-97
  • evvelce de bunun farkındaydım ama son zamanlarda eski metinleri analiz etmeye çalışınca daha sık görmeye başladım; hıristiyanların ve nedense eskiden onlar gibi değil idiyseler de, şimdi onlar gibi evrim teorisi ve darwin başta olmak üzere, her doğa araştırmasına burnunuzu sokan müslümanların argümanları hep stoa disiplininden geliyor. evrende bir uyum bulunduğuna dair daha eski metinlerde ifadelere rastlıyoruz. ancak sıklıkla dile getirdiğim gibi, hıristiyanlık bir stoa ürünü olduğundan (stoa felsefesi de suriye kökenlidir; yunanî değildir; hatta üzerinde keldani etkisi baskındır; birçok araştırmacıya göre materyalist yunan dünya görüşünün eksik olduğu din ve kutsal inanç yönünü oluşturmuştur) haliyle pietas'a eklemlenmiş roma ideallerine de en cuk diye oturan da diğer disiplinler -akademia ve epikuros- değil de stoa olmuştur. roma'nın dinsel sadakat merkeziliği haliyle sonraki avrupa'nın ve hıristiyanlığın niteliğini belirlemiştir. avrupa, ta renaissance'ın sonuna kadar (başında da materyalizm yoktur) bu etki merkezinden çıkamamıştır. hal böyle olunca hıristiyan din adamlarının argümanları da (ve yukarıda da dediğim gibi, onlara özenip kuran'dan doğa araştırmalarına veri üreten taklitçi müslümanların argümanları) yunan-roma (ama özellikle roma) kökenli olmak durumunda kalmıştır.

    mens universi'nin isa'nın tek tanrısına dönüşümü dikkat çekicidir. bunu insan aklı/@jimi the kewl entirisinde anlatmaya çalıştım kabaca. hareketlenme noktam da sokrates'in sorgusuydu. stoa nezdinde sokrates'in tuhaf bir etkisi var. sokrates'in etiğe yaklaşımı stoacılarınkiyle üç aşağı beş yukarı aynıdır; eninde sonunda amaçlanan erdemin araştırılması ve onun bulunmasıdır. etik nihaî gayedir. ancak sokrates, xenophon'un memorabilia'sından öğrendiğimiz kadarıyla, doğa araştırmasının / fiziğin gereksiz olduğunu söylüyor. oysa fizik, stoa felsefesinin temel taşlarından biri. sokrates etiğe fiziksiz, stoacılar fizikle varıyor. (bkz: etik-fizik ilişkisi) bu önemli çünkü stoacılarda fizik, evrensel zekaya yani mens universi'ye dikilmiş merdiven gibidir. doğadaki uyum, evrensel zekadaki uyumun anlaşılmasının önünü açar. çünkü biz uyuma uyduğumuz müddetçe kendi zekamızı evrensel zekaya uydurabilmiş oluruz. temel düşünce bu. bu düşüncenin de bazı temel kavramları var; tek tek bakalım:

    hegemonikon . hormai . isonomia (aequilibritas) . mantike . poiotes . prolepsis . pronoia (providentia - de providentia)

    gelin stoacıların mens universi'sini tüm bunların ışığında hıristiyanların aeternitas'ına bağlayalım. avrupa'nın 2000 yıllık dinsel yolculuğunu anlamaya ramak kalsın.
  • werner heisenberg de insana özgü bilincin insan dışına çıkarılmasına (örneğin "mens universi"de olduğu gibi) takılmış.

    "...önümüzden, alacakaranlıkta, pırıl pırıl ışıklarıyla açık mavi, masalımsı, ve hemen hemen gerçek dışıymış gibi görünen büyük bir yolcu gemisinin süzülmesi üzerine konuşma bir süre kesildi. birkaç saniye, ışıklı kamara pencerelerinin arkasında gerçekleşen insan yazgılarını düşündüm. sonra içinde bulunduğum düş anında wolfgang'ın soruları gemi hakkındaki sorulara dönüştü. gerçekte gemi neydi?

    enerji santralı, elektrikli kumanda sistemi, ampulleri olan bir demir yığını mı? ya da insana özgü bir amacın, insanlar arası ilişkilerin bir sonucu olarak meydana gelmiş bir biçimin ifade edilmesi miydi? ya da biçim verme yeteneğinin nesnesi olarak bu kez protein moleküllerinin değil de aksine çelik ve elektrik akımının kullanıldığı biyolojik yasaların bir sonucu muydu? «amaç» sözcüğü, bu biçimlendirici gücün ya da doğa yasalarının insan bilincine sadece yansımasını mı belirtir? bu bağlamda «sadece» sözcüğü ne anlama gelir?»

    bunun üzerine konuşma tekrar genel sorulara yöneldi. dünyanın amacı bilinç olan (ya da bilince erişmek olan ç.n.) düzenlenmiş yapıları arkasında, büyük ölçüde bir «bilinç»in olduğunu düşünmek, tamamiyle anlamsız değil mi? tabi ki bu şekilde ortaya konan bir soru, sorunun insan boyutuna indirgenmesi demektir. çünkü «bilinç» sözcüğü insana ilişkin deneylerden ortaya çıkmıştır. o halde bu kavram, insanlara yönelik olanların dışında kullanılmamalıdır. ama bu biçimde bir sınırlandırılmaya gidilirse, o zaman örneğin bir hayvanın bilincinden de söz edilmemesi gerekir. ama böyle bir konuşma biçiminin belirli, kesin bir anlamı olduğu duygusuna da kapılabilinir. «bilinç» kavramı insanlara yönelik alanların dışında kullanılmaya çalışıldığında bu kavramın anlamının belirsizleştiği görülür. olgucular buna basit bir çözüm getirmişlerdir. dünya, açıkça söylenebilen ile susmak zorunda kalınan arasında bölünmüştür. o halde burada da susulmalıydı. ama herhalde bundan daha anlamsız bir felsefe yoktur. çünkü hemen hiçbir şey açık anlaşılır bir biçimde dile getirilemez. eğer tüm belirsiz olan şeyler bir yana atılırsa, geriye herhalde sadece ilginç olmayan genellemeler (totoloji) kalır.» "

    kaynak: w. heisenberg, parça ve bütün, sf.244-245, çev. a. atalay, düzlem yay., 1990.
  • çaresizlik (bir an gelmiş ve ben nedenini hiç bilemeyeceğim ölçüde, isteğimin dışında doğmuşum; bundan daha büyük bir çaresizlik var mı?), tasarımı doğuruyor; yaşamımızın her anında böyle. bu başlı başına "yalana inanmak" değil, "yalanı oluşturmak". bardağın dolu tarafını görüyor değilim, sadece yalanı oluşturmanın yalana inanmaktan daha defectus defector / güdük asi = insan davranışı olduğunu düşünüyorum. insan eyleme geçebildiği müddetçe insandır; bunu yunan düşüncesinde de görüyoruz:

    1. eylem: prometheus ateşi çalıyor ve tanrıların sofrasında baş tanrı zeus'u kandırmaya yelteniyor 2. eylem: epimetheus, pandora kutusunu açarak insanın yaşamına diyalektiği sokuyor (hem de öngörü sahibi olan -adı da oradan geliyor- abisi prometheus'un yapma etme uyarılarına rağmen: pronoia yani tanrısal öngörü, aynı şekilde adem'i de uyarmıştı: eski ahit, yaratılış 2.17: "ama iyiyle kötüyü bilme ağacından yeme. çünkü ondan yediğin gün kesinlikle ölürsün." ).

    iyi ile kötü ayrımının oluşabilmesi için uygun zemini sağlayan bu iki insanî eylem, aslında insanı insan kılmış oluyor. çünkü bu iki eylem gerçekleşmezden evvel insan henüz insan değildir (hesiodos'un kaleminden çıkardığımız bu), hatta kadın bile yoktur; bu bile kadınsızlığın insansızlık olduğunun göstergesidir. sema bulutsuz ile bir sohbet esnasında laf lafı açmış ve evvelce düşünmediğim bir şeyi pat diye söylemek zorunda kalmıştım, başkaca kapıları açtığı için iyi ki de söylemişim diyorum: "adem de ilkin insan değildi; bahçeden sorumlu olması; onu insan kılmaz." aslına bakılırsa havva'nın yaratılması da onu insan kılmaz. o halde ne zaman başlıyor insanlık? yasak meyveyi yediği an! çünkü yasak meyveyi yediği an cennetten kovuluyor, dünyaya atılıyor. cennet insanî bir mekân olarak tasarlanmamıştır. sonuç olarak adem ilkin, -yunan düşüncesindeki- pandora kutusunun açılmasına kadarki sürede insan ne idiyse, oydu. adem'i insan kılan havva'yla birlikte bilgelik ağacından yiyerek, kısmî tanrı bilgeliğine kavuşmasıdır (krş. tanrıların tekelinde bulunan, yaratıcı gücün simgesi ateşin prometheus aracılığıyla insana geçmesi). o halde adem'in ilkin insan olmadığını, insan olmayı günahıyla tercih ettiğini yaygın tasarımdan çıkarabiliriz. ayrıca cennetten düşme mitik analojisiyle anne karnından doğmanın anlatıldığına dair sav için bkz. cennet projesi

    cennet projesinin yukarıda çizilen insan projesiyle anlamlı kılınabilmesi için bir tanrı düşüncesine ihtiyaç var. detaylı bir şekilde aktarmaya gerek duymadığım farklar vardır çok tanrı inancıyla tek tanrı inancı arasında. ancak bir nitelik benzerliği var ki, bana tanrı düşüncesinin bizzat cennet ve insan projesinin bekâsı adına gerekli olduğunu düşündürtüyor. stoa disiplininin pagan tanrısı ile ibrahim'in tanrı'sı (özellikle de st. paul'un hıristiyan tanrısı) arasındaki müşterek nitelik şu: tanrı birdir. bunun çoktanrılı sisteme nasıl uyduğunu şimdi soruşturmayalım, yanından hafifçe geçelim, çünkü "tanrı birdir" ifadesi, tam da isa'nın ve muhammed'in anladığı anlamda değildir. kozmik aklın bizzat kendisi olması açısından tanrı yani kutsallık birdir bir üst yani: mens universi'dir/evrenin zihnidir. kastedilen işte tam bu. işte bu, pagan dünyasından isa'nın dünyasına harikulade bir geçiş disiplini olması açısından stoa'yı anlamlı kılmaktadır. işte bu yüzden stoa düşüncesi, hıristiyanlığın babasıdır. yahudiliği de ana olarak düşünürsek "stoa düşüncesi yahudiliği döllemiştir, isa meydana gelmiştir" gibi sarkastik bir sonuca varabiliriz (bu son cümleyi beğenmedim. şeytan mı yazdırdı ne oldu. bkz. şeytan entirileri).

    diogenes laertius meşhur baskın filozoflar derlemesinin 7.135-137. bölümlerinde şöyle diyor: "tanrı birdir (theos); akıl'la (nous) aynıdır, talih'le (eimarmenes) aynıdır ve zeus'la aynıdır; ve daha birçok isimle anılabilir." (http://farm3.static.flickr.com/…90_2a0f5abc09_o.jpg) çok ilginçtir ki, stoa'nın ne kadar hıristiyanlığı etkilemiş olduğunun kanıtlarından biri de mens universi'nin tıpkı hıristiyanlıktaki logos/verbum gibi başlangıçta "yalnız" olduğunun düşünülmesidir. yeni ahit'teki yuhanna bölümünün 1. ayeti şöyledir: "in principio erat verbum" / "başlangıçta söz vardı". bakın diogenes laertius aynı yerde, stoacıların mens universi'sini yani tanrı'sını nasıl tasvir ediyor: "başlangıçta kendi başınaydı; bütün özü hava yoluyla suya dönüştürdü; canlıların doğumunda tohum nemli bir araçtır; bunun gibi tanrı da kozmik nemde evrenin tohumsal nedenidir. ilkin dört elementi yarattı: ateş, su, hava ve toprak." (laertius'un özetini sunduğu bu yaklaşım, stoa disiplininin kurucusu zenon'un "bütün üzerine", khrysippos'un "fizik", arkhedemos'un "elementler üzerine" adlı eserlerinde geçmektedir.)

    "başlangıçta sadece söz vardı" ile "başlangıçta tanrı tek başınaydı" arasında bir tasarım farkı yoktur; sonraki yaratım süreçlerini detaylandırabilirsiniz; kaldı ki bunun da burada kabaca işlemeye çalıştığım meseleyle bir ilgisi yok. ben burada stoa felsefesi kapsamında, madde tasarımının bir zorunluluğu olarak tanrı tasarımını doğurduğunu düşünmeye meyilliyim. çünkü stoa'da tanrı da evrensel uyumun bir parçası olup, ondaki dengenin dışına çıkamaz. hatta tanrısallık başlı başına tanrı'yı yücelten bir nitelik değildir; peteğin içindeki kudretli bir arı olmak ile o peteğin bizzat kendisi olmak arasında bir fark vardır. nitekim marcus aurelius, ta eis eauton'unda (vii.75) şöyle diyecektir: "evrensel doğa evreni yaratmıştır. her şey evrensel doğanın ürünüdür. böyle olmasaydı, her şey hatta evrensel doğanın yönettiği şeyler bile akıl-dışı olurdu." doğayı tanrının da üzerine çıkarıp onunla kutsallaştırmak müthiş bir tasarımdır; stoa disiplininin burada mens universi nezdinde determinizme bağlandığını görmemiz gerekir. gerçekten de stoa determinizm üzerine kurulmuştur (r. m. lawson, science in the ancient world an encyclopedia, abc-clio press, 2004, p.230). böylece insanın yapması gereken en iyi şey, evrenin yasalarından etkilenen logosun (yani tanrının) düşüncesini anlamaya çalışmasıdır. bu hıristiyan skolastiklerinde "her şey tanrı'yı anlamak içindir" düsturuna dönüşmüştür; çünkü logos yani kutsal söz her şeyin üzerine çıkmıştır. ne zamana kadar? renaissance'ın en büyük muştucularından francis bacon'ın mantığa ve doğa araştırma yöntemine dair çıkarımlarına kadar. ne diyordu bir tarafı okült kalmış bacon?

    "doğa araştırması tanrı'yı bulmak/onu anlamak için yapılmamalı; tanrı'nın yardımıyla ona egemen olmak için yapılmalı."

    müthiş bir tasarım daha! bilimin nereye yönlenmesi gerektiğini feneriyle gösteren bu mor şapkalı adam stoa'dan hıristiyanlığa, doğanın da yani yasanın da üzerine çıkarak egemenliğini kuran tanrının eski yerine çekilmesinde önemli rol oynamış oluyordu. bunun adı tanrı-tanımazlık değildir; bacon tanrı-tanımazlık yapmıyordu. tanrı'yı evrenin yasalarıyla anlamlı bir bütün içinde değerlendirmiş oluyordu.

    yunan'ın zeus'unun sofrasından pandora'ya, oradan adem ile havva'nın cennet bahçesine geçtik; sonra stoacıların, tanrının da uymak zorunda olduğu yasalarıyla, evren tahayyülünden skolastiklerin kozmik aklı anlama tarzına ve en sonunda bilimsel yönelimin hedef değiştirmesine vardık. ben bütün bunların da tasarım olduğunu düşünüyorum. james hollis'in anne karnı-cennet tasarımı biraz olsun gerçeklik payı içeriyorsa, hangi kutsallıkla neyi aramamız gerektiğinin de bir anlamı kalmıyor demektir. anne karnından düşenler belki de düşükle düşmemiş olanlar yanında çok daha şanssız olabilir. tıpkı pandora'nın içinden bütün yaşamayı trajik kılan unsurların çıkması ancak bir tek umut'un içeride kalması gibi, benim doğumumla birlikte bütün uyumsuzluklar, karmaşa, keşmekeşlik de dünyaya yayıldı. insan muhakkak sıkıntıya doğmuş oluyor; her yer o kadar karanlık ki, el yordamıyla yürüyebildiğimiz kadar yürüyoruz, arada fısıltılar duyuyoruz "manalı bir şeyleri aramamızı öğütleyen". ama sadece o kadar, onun dışında her şey karanlık, siyah. bir tek cate blanchett'ın memeleri beyaz.

    böyle lanet bir pesimistlikle entiriyi kapamak istemiyorum; cate blanchett'in memelerine dokunan kadındaki iç huzura kavuşmuş sayıyorum kendimi, entiriyi karartmaya hiç lüzum yok:
    http://img.dailymail.co.uk/…wis4pap1505_468x602.jpg
hesabın var mı? giriş yap