• perry anderson ’un kitabı. postmodernitenin kökenleri (iletişim yayınları, 187 sayfa, çev. elçin gen) kitabı şu ana özgü olarak kavramlar dünyasında krallığını ilan etmiş bir kavramın, postmodernizmin kavramsal geçmişine ve teorik arka planına nüfuz etmek isteyenler için zengin bir kaynak sayılabilir. gerçi başlangıçta anderson’un niyeti böyle bir zengin kaynak yaratmak değilmiş, bunu da söylemeden geçmeyelim. müellifimizin eserine yazdığı önsöz kısmından öğrendiğimize göre, perry anderson’un esas niyeti fredric jameson’un the cultural turn kitabı için kendisine ısmarlanan önsözü hakkıyla tamamlamakmış. ancak anderson vazifesini muaffakiyetle nihayete erdirip ortaya çıkan neticeye baktığında, elinde tuttuğu metnin bir önsöz için fazla uzun olduğuna karar verip öyle kurmaya karar vermiş bu kitabın küçük ama sağlam çatısını.

    perry anderson’un “bir fikir değil, bir görüngü olarak postmodernin ortaya çıkmasına kaynaklık eden koşulların bazıları üzerine fikir üretmek” ve postmodernite fikrinin köklerine ilişkin tarihsel bir değerlendirme sunmak amacıyla oluşturduğu bu çatı dört ana nokta üzerine kurulmuş gözüküyor. postmodernizm kavramının ve bu kavram etrafında yürütülen hararetli tartışmaların olgunlaşma macerası -kuru bir kronolojik anlatıya saplanmadan- kitabın filizlenmeler, billurlaşma, tespit ve etkiler kısımlarında ele alınıyor. biz de bu sayede bir kavramın kendi tarihi içinde yaşadığı dönüşümlerin ne kadar baş döndürücü olabileceğini bir kez daha idrak etmiş oluyoruz. üstelik hepsi bu kadar da değil. perry anderson bize postmodern tahayyüle ilişkin düşündürücü şerhler sunuyor kitabında. bu şerhlerin odağında da jameson’un postmodernizm yorumu yer alıyor. pek tabiî metinde jameson’un yorumları üzerine açılan parantezler zorunlu olarak habermas ve lyotard’ı da kapsıyor. ancak postmodernitenin kökenleri’nde amaç tarihsel bir değerlendirme yapmak ve ele alınan temayı belirli bir bağlam üzerinden düşünmeye çalışmak olunca okuyucu, anderson’un habermas ve lyotard yorumlarını biraz beklemek zorunda kalıyor. ama ne gâm!.. zevkli bir bekleyiş oluyor bu ve karşımıza edebiyattan mimariye uzanan geniş bir alanda, postmodernite kavramının köklerine ışık tutan bir “bunları biliyor musunuz?” yolculuğu çıkıyor. bu yolculuk boyunca dünya sisteminin merkezî entelektüel ikliminde boy veren postmodernizm ve modernizm gibi kavramların ve bu kavramları odak alan tartışmaların ilk defa çevre ülkelerde filizlendiğine tanık oluyoruz önce. anderson’dan öğrendiğimiz kadarıyla “bir estetik akım olarak modernizm sözcüğünü, guatemala’da çıkan bir dergide peru’daki bir edebi hareket hakkında yazan nikaragualı bir şaire borçluyuz.” yine anderson’dan öğrendiğimiz kadarıyla modernismo kavramının doğuşuna benzer bir şekilde, postmodernizm sözcüğünün doğuşu da amerikan ya da avrupa entelektüel çevrelerinde değil, 1930’ların hispanik dünyasında olmuş. her iki kavramın da çıkışında esas fail edebiyat çevreleri.

    postmodernismo terimini ilk kez kullanan federico de onis’in bu kavramı kullanmaktaki amacı modernizmin kendi içindeki muhafazakar bir gerileyişi tarif etmek gibi gözüküyor. anglosakson dünyasının kavramı sahiplenmeye başlamasıyla birlikteyse işler biraz daha karmaşıklaşıyor. onis’ten yirmi yıl sonra, 1954’te tarihçi arnold toynbee a study of history isimli çalışmasının sekizinci cildinde fransa-prusya savaşı ile açılan çağı “postmodern çağ” olarak adlandırıyor. modernizmi kalabalık ve güçlü bir burjuvazinin varlığıyla açıklayan toynbee’ye göre postmodern çağ sanayi işçisi ve bir tür aydın despot figürünün varlığıyla tescillenmiş bir çağdır ve olumsuz nitelikleri haizdir. hemen hemen aynı tarihlerde kuzey amerikalı şair charles olson ise yavaş yavaş emperyal çağın ardından gelen postmodern çağın olumlu olduğunu düşünmüş ve bir anlamda müspet bir postmodern kavramsallaştırması geliştirmişti. olson’un modernin ötesine işaret eden postmodern kavramsallaştırması 1959’da c.wright mills ve irwing howe tarafından olumsuz bir içerikle kullanılmaktaydı. bu adamlar için adına postmodern denilen şey modernin ötesinde değil, gerisinde duruyordu ve modernizmin yanına gelen bir artıya değil, kocaman bir eksiye göndermede bulunuyordu. ancak kavramın bütünüyle aşağılayıcı bir anlama kavuşması harry levin’in aynı yıllarda postmodern edebiyatı; modernizmin yüksek entelektüel standartlarını hiçe sayan, taklitçi, esnek, sanatçı ile burjuva arasında yeni bir suç ortaklığının adresi olan bir nokta olarak tarif etmesiyle gerçekleşti/miş.

    1971 yılında ihab hassan ünlü boundary 2 edebiyat-eleştiri dergisi çevresinden bir entelektüel olarak charles olson’un mirasını yüceltici bir biçimde yeni bir postmodern kavramı inşa etti. bu kavram modernizmin hakim çizgilerini radikalleştiren ya da reddeden ve müzikten teknolojiye uzanan bir eğilimler dizgesine verilmiş içten bir selamdı. hassan için postmodernizm modernitenin değerlerine anarşik bir saldırıydı ve bu haliyle de olumlanıyordu. marcel duchamps ve andy warhol ise bu yeni anarşik halin öncü kahramanları olarak kutsanıyorlardı. hassan, 1980’lere gelindiğinde yapısalcılık sonrası ve bir çok anlamda da yapısalcılık karşıtı olan motifleri postmodern başlığı altında bir araya getirmişti. işte tam da bu noktada kritik bir soru su yüzüne çıkıyordu: “postmodern sadece sanatsal bir eğilim midir, yoksa toplumsal bir görüngü müdür?”

    hassan’ın bu soru paralelinde yaptığı bir saptamayı aktarırsam, sanırım bu soruya verilmiş klasik yanıtlardan birisini ortaya koyabilirim. şöyle diyordu ihab hassan : “sağ ile sol, altyapı ile üstyapı, üretim ile yeniden üretim, maddecilik ile idealizm, önyargıyı sürdürmek dışında pek bir işe yaramamaktadır.” öz ingilizcesi: politics is dead. hatırlatalım: jean françois lyotard 1979’daki o meşhur la condition postmoderne (postmodern durum, çev: a.çiğdem, vadi yayınları) yapıtına konu aldığı terimi de doğrudan hassan’dan almıştır. lyotard ile birilikte postmodernite toplumsal bir görüngü olarak analiz edilmeye yaklaşmıştır. zira lyotard için postmodern bakış, toplumu marxist çatışmacı yahut parsons’cu organik bütünlük zaviyelerden değerlendirmiyordu. toplum bizatihi dilsel bir iletişim alanının konusuydu. bilim, bilgi ve benzeri kavramlara atfedilen kutsiyet haleleri hayaletleşiyordu artık. üst anlatılara duyulan güven sarsılıyordu vs, vs.

    burada anderson’un özel vurgusu, lyotard’ın kendisinin dahi eserini “uydurulmuş hikayeler ve bir parodi olarak en kötü kitabı” olarak mühürlemesi ve kitabın lyotard’ın kişisel entelektüel konumunu gölgelemesi üzerinedir. anderson burada uzun uzun lyotard’ın devrimci bir sosyalistken nihilist bir hazcılığa dönüşünden bahseder. postmoderni bir melankoli haliyle eşitleyen lyotard’ın anlayışını ve bu anlayışın politik implikasyonlarını eleştiren anderson “anti” bakışını habermas’a da çevirmektedir. habermas’ın tamamlanmamış bir proje olarak gördüğü moderniteyi popülerleşme ve uzmanlaşma olarak ayrışan iki çelişik ilkenin bütünlüğünden türettiğini belirten anderson, bu haliyle tamamlanmamış bir projeden değil, daha baştan imkansız bir projeden bahsetmenin daha yerinde olduğuna inanmaktadır. anderson için habermas’ın tezleri çeşitli açılardan uzlaşmazlıklarla maluldur. anderson’a göre lyotard ve habermas kavrama felsefî bir ağırlık katmıştır şüphesiz. ancak postmodernitenin kökenlerine ilişkin gerçek bir tarihsel yoruma bu iki düşünür de yer vermemiştir. lyotard’ın meta anlatıların geçersizleşmesini, habermas’ın ise yaşam dünyasının sömürgeleştirilişini postmodernin ortaya çıkış belirtisi olarak öne sürmesi “boş gösterenlere işaret etmektir.” öz türkçesi: bu iki düşünür analizlerinde marksizmden “neredeyse hiç” yararlanmamışlardır. bu açıdan fredric jameson yazarımızın gözünde çok daha değerli, hatta biricik bir konumda konuşlanmaktadır. jameson postmodernizmi kapitalizmin mantığındaki dönüşümlere paralel olarak ele almış, onu “geç kapitalizmin kültürel mantığı” olarak işaretlemiştir. jameson’un lukacs, bloch, althusser, sartre, lefebvre, adorno gibi referans noktalarını birleştirmesindeki maharet ve üslubundaki ustalık onu batı marksizmi içinde çok yukarılara taşımaktadır. anderson için jameson’un esas mahareti kültürel çalışmaların tuzaklarına düşmeden bir popüler kültür ve tüketim analizi ile kapitalizmin üretime yönelik dönüşümünün bir potada eritmeyi başarmasıdır. bu başarı büyük ölçüde anderson’un postmodernite tartışmalarında eksik gördüğü şeyi, jameson’un ihmal etmemesinden kaynaklanmaktadır. yani jameson’un analizlerinde “dönemsellik” fikri hiçe sayılmamış, tarihin duraklarını görmezden gelinmemiştir. anderson’un metni de bu açıdan önemsediği şeyi layıkıyla yerine getirmiş, geçmişi unutmamıştır. bununla birlikte bu metin bilgilendirici kitaptır, fena değildir ama ben perry anderson'ı hiç sevmem. fakat onu sevmemem ondan birşeyler öğrenmemi engellemez. ayrıca yeri değil ama terry eagleton'ı da hiç sevmiyorum. bu hasip ile nasip kardeşleri neden sevmediği açıklamıştım daha önce: (bkz: marx ve mahdumları)
hesabın var mı? giriş yap