• ismi "alejandro gonzález iñárritu" şeklinde yazılan, "alehandro gonsales inyarritu" şeklinde okunan yönetmen.
  • mutsuzluktan nihai yıkıma doğru kötüleşen yaşamları anlatan neşeli yönetmen. filmlerinde iyiyi de kötüyü de tam da oldukları şekilde gösterdiğinden, kötünün gerçek karanlığı da yaşam rutininin çaresizliği ve mutluluğun acizliği de olduğu gibi görülür.

    "bu dünya mümkün olan bütün dünyaların içinde en kötüsüdür. daha kötüsü var olmamayı gerektirirdi." buyurmuş herr schopenhauer*. yani çağından, coğrafyasından, medeniyetinden ve kültüründen bağımsız olmak kaydıyla, ortak bir kavrayışla daimi olarak çekinilen acı verici durumlar biraz daha fazla ve biraz daha tesirli olsa, dünyada halihazırda yıkıcı bir güçle dolaşan kötülük, sefalet ve vahşetin miktarı biraz daha artsa, var oluşumuz boyunca yüzleştiğimiz sıkıntılar biraz daha aşılmaz bir hale gelse, birey temelinde bizi hayatta tutacak, türün devam ve gelişimini sağlayacak motivasyonun temelindeki isteği tamamen yitirebilirdik. türün tüm bireylerini ezen böylesine yıkıcı bir kötülük ve çaresizlik dünyası her türlü birleşme, dayanışma, iletişim sistemleri geliştirme ve medeniyet yaratma imkanını daha doğmadan yok ederdi. yani hepimiz olduğumuz yerde acı içerisinde kıvrılır ve hiçbirimiz yaşama tahammül edecek gücü kendinde bulamazdı. neyse ki; böylesine dehşet verici ve nefes alıp vermemize izin vermeyen korkunç bir dünyadan tam bir adım gerideyiz.

    inarritu da tam olarak bu bir önceki adımda duruyor ve hikayelerini anlatmaya başlıyor. kötü bir dünyayı deneyimlemek, acının varlığına ve yoğunluğuna şahit olduktan sonra bunun öyküsünü anlatmak kendisinin buluşu değil elbette; felaketten felakete koşan insanlar tarih boyunca illa ki birilerinin kamyon sürdüğü ve finalde yirmi defa vurulduğu arabesk filmler ve "yeni bir gün-yeni bir facia" formülüyle ilerletilen diziler boyunca defalarca canlandırıldı. (bu sadece türk sinemasıyla ilgili bir mesele değil.) görebildiğim kadarıyla, bu filmlerin pek çoğunun sinopsisindeki temel nokta kahramanın bireysel şanssızlığı ve genel adaletsizlik olgusu üzerinedir. acı verici olaylar bunları hak etmeyen kahramanın başına dert olmuştur. iyi olanın alenen cezalandırıldığı, kötü olanınsa sonsuz mutluluğa erdiği bir zalım dünya tasvir edilir. bu dram anlayışında dünya üzerindeki ebedi mutluluğun varlığı yadsınmaz, bilakis gerçek olduğu ancak yanlış insanlara bahşedildiği vurgulanır. başka bir deyişle; dünya "olabilecek dünyaların en iyisidir*". (evet lafı çarpıttım. en azından mutluluğu elde edebilen "şanslı" tarafın algısı nezdinde, demek istiyorum.) gelgelelim, mümkün ve kalıcı olan mutluluk ideal bir adalet anlayışına tamamen aykırı bir iradeyle pay edilmektedir.

    oysa inarritu'nun yolu "mutluluk var-adalet yok" diyen dram kurgusundan farklı olarak, tragedyanın değerlerine yaklaşıyor. net bir biçimde öngörüldüğü halde yüzleşmenin kaçınılmaz olduğu yıkıma koşan kahramanın fonunda illa ki acıyla biten ve özgür irade kavramının lüzumsuz bir şaka olduğunu ispat eden bir dünya, kendisinin gösterdiği dünyadan çok da farklı değil. o, başlarına kötü şeyler gelen insanları değil, her şeyin er geç yıkıma doğru sürüklendiği bir var oluşa mahkum olmayı anlatıyor. üstelik bunu izleyicinin filmle samimi ve yoğun bir empati kurmasını, kendisini karakterlerle özdeşleştirmesini mümkün kılan etkileyici bir sadelikle başarıyor.

    bu noktada altını çizmek istediğim nokta bu entarinin bir film okuma entarisi olmadığıdır. kendi filmlerini inarritu'nun gözünden görmeye çalışmak, eserlerine yerleştirdiği alt metinleri bulup çözümlemek gibi bir amacım yok. alelade bir izleyici kimliğimle inarritu sinemasına dair öznel görüşlerimi –schopenhauer’un da katkılarıyla- bu satırlarda istifliyorum.

    amores perros, babel, 21 grams’ın temelinde yer alan, biutiful’da ise her nedense es geçilen kesişen hayatlar teması, yeterince karamsar ve bezgin bir duruşla incelenirse, insan yaşamlarını kalıcı izlerle birbirine bağlayan yegane gücün trajedi olduğu idrak edilebilir. çaresizliğin, acı çekmenin ve yoksunluğun dünyası olan bu dünya, insanları yaşamın dibinde birleştirir. inarritu’nun boğucu dünya tasvirinde tüm yaşamlar trajedide birleşir, olumlu hislerle kurulan bağlar hakim olan kötülüğün karşısında eriyip gider. topyekün kaosa daima bir adım mesafede duran inarritu evreninde insanları bir araya getiren trafik kazaları, silahlar, çaresizlik, düşkünlük, yoksulluktur. tıpkı sinapsislerin bağladığı nöronlar gibi, tüm insanların trajedilerle tek tek bağlandıklarını ve tıpkı kollektif bir beyin misali nihai yıkım olan ölümde tüm var oluşun yitip gideceğini düşündürür bana. nitekim inarritu’nun filmlerinde illa ki ciddi bir sağlık sorununa rastlamamız (bkz.: paramparça kemikler ve platinler, babilin av tüfekleri, 21 gramlık kalp yetmezliği, biutiful ve kanser) ölüm kavramının ağırlığını ve mahkum olduğumuz sonun bilincimize çöküşünü vurgularken, hali hazırda yeterince acı çeken insanın kırılgan ve zayıf doğasını da bir güzel teşhir ediyor. özetlemek gerekirse; kötü bir dünyada acı çekiyoruz, ölüme mahkumuz ve hem ölüme hem de diğer acılara karşı alabildiğine savunmasız, aciz varlıklarız.

    bir önceki paragrafta tasvir ettiğim dünya algısı, inarritu’nun filmlerinde üzerimize gülle gibi düşen boğucu hissin nedenini büyük ölçüde açıklıyor. mutsuzluğun piyangodan çıkan olaylara verilen bir tepki olmasından öte; dünyanın ve insanın dokusundaki temel bir madde herkesin acı çekmesine neden oluyor. burası kimsenin mutlu olamadığı sefalet içerisinde bir dünya. varoşlarda birbirine parçalatılan köpeklerin, vicdan azabının, kötümserliğin dünyası. yalnızca hayatta kalmak isteyenler dahi ölümden daha iyi bir yerde sonlanmayacak bir (biutiful’un kaçak işçileri, fas’ın yoksul halkı, meksikalı gençlerin besledikleri dövüş köpeklerinden daha iyi durumda olmayan hayalleri vs.) tünel boyunca sürünerek tutunmaya çalışırlar.

    olur da ölüm ve yoksulluk tarafından tehdit edilmiyorlarsa, bu sefer de onları karşılayan yalnızlık, iletişimsizlik ve yine ruhsal bir çöküntü olacaktır. bir defa siz sağlam kalsanız bile birileri kocanız ve çocuklarınıza çarpıp kaçabilir, karınızı tur otobüsünde yüzlerce metre öteden vurabilir, babanız kanser olabilir, köpeğiniz odanın zemininde yer alan bir deliğe girip kaybolabilir. dünyanın kötülüğü yalnızca sizi hedef almakla yetinmez, sevdiklerinizin acılarıyla gittikçe daralan ve sizi boğan ikinci bir işkence icat eder.

    olur da sağlıklıysanız; babel’in (filmin başlarındaki halleriyle) iletişimsiz ve mutsuz çifti, kendisini yalnız ve dışlanmış hisseden japon kızı, amores perros’un çaresiz aşık oğlanı, kızını özleyen eski gominist gerilladan daha iyi durumda olmazsınız. herkese uygun bir trajedi vardır, sefalet ve ölüm uzakta görünse dahi dünya insanı sürükleyecek bir mutsuzluk yaratacaktır.

    inarritu’nun filmlerindeki kötülük dünyası, mutluluğun önemsiz ve cılız anlara sıkıştığı bir yerdir ayrıca. hem mutlu anlar hem de yaşamın olağan rutini, bireyi bir sonraki trajediye taşımaktan öte bir işe yaramaz. mutlu anlar eğreti ve acınası görünür; dişleri kavgada tek tek döküldüğü halde gülümseyen bir adamın suratı gibi rahatsız edicidir. acı tüm somutluğu, kalıcılığı ve bağlayıcılığıyla yaşama saldırırken, mutluluk neredeyse anlamsız sayılacak kadar siliktir. güzel anlar şans eseri şöyle bir esip geçip geçen rüzgar gibidir; onlara umut bağlamak, iyiye güvenerek dünyadan hayırlı bir şey beklemek büsbütün saflıktır. biutiful’da ailenin yeniden toplanma sinyalleri verdiği, elleriyle dondurma yedikleri (sofra adabına büyük önem veren uxbal’ın dahi anın neşesi içerisinde duruma uyum sağladığı sahne hani) sahneyi izlerken hiçbir şekilde tebessüm etmiyorsam, bunun temelinde bir araya gelen bir aileyi değil de, kanserli babayı, manik-depresif anneyi, sorunlu oğlanı, imkansızlıkları; kısaca kaçınılmaz olan trajediyi görmem yatar. dünya bu bilgi ile gözlemlenip yorumlanırsa, mutlu anlar iyice acınası görünmeye başlayacaktır. buradan bir sonraki adım ise nötr olarak nitelendirilebilecek bir yaşam rutinini kötümserce gözden geçirmek, çaresizliklik ve kapana kısılmışlık içerisinde neden bu kadar kötü olduğu anlaşılamayan dünyaya yabancılaşmak olacaktır. inarritu’nun filmlerinde olumlu olan hiçbir duygunun etki bırakmayışı, benliğimize işleyen bu dünya tasavvurunun bir sonucudur.

    son olarak dikkatimi çeken bir diğer nokta ise; (amores perros’u pek iyi hatırlamıyorum.) 21 gram, babil ve biutiful’da yer alan huzursuzluk, sıkıntı ve çatışma dolu yemek sahneleridir. 21 gram’daki suratsızca yemek yenilen protestan sofrasında çocuklara isa’nın tokat hakkında söyledikleri uygulamalı olarak gösterilir, babil’de sürekli sızlanan karısı bardakların temizliğine ehemniyet vermeyen brad pitt’i haksız bulur ve ona laflar hazırlar, biutiful’da uxbal ağzına yemek tıkan oğlundan tiksinir ve onu sofradan kovar. insanlar doğar, acıkır, büyür, acıkır, yaşar, acıkır ve sonunda ölürler. yemek ihtiyacı insanları zoraki bir adetle bir araya getirir, birbirlerine güçlükle tahammül eden mutsuz aile bireylerinin çatışma sahasıdır sofra. tıpkı yemek yemek gibi bir araya geldiğinde çatışma yaşamak da insan olmanın yüklediği bir yüktür. inarritu’nun böyle düşündüğünü de sanmıyorum, daha önce de belirttiğim gibi bu yalnızca şahsi bir izlenim. muhtemelen bir ailenin geçimsizliğini ve mutsuzluğunu izleyicilere göstermenin en dramatik yönteminin, onları yemekte bir araya getirmekten geçtiğini düşünüyorduu bu kıza kadar, bu kıza kadaaaar. laba lab lab lab lab laaappsss.

    (bkz: sonunu bağlayamamak)
  • sinema tekniği, senaryo, bok püsür hiç anlamam ama bu adamın bütün filmlerini seyrettim ve artık eminim, çocuklarını kendin dışında kime emanet edeceğin bir ebeveyn için dünyadaki en büyük problem. tanrıya emanet edip toprağa koyup evine mi gelirsin( 21 grams), uzak biryere geziye gidip güvendiğin bir bakıcıyla evinde mi bırakırsın( babel), ölmek üzereyken manyak eski karın yerine hic tanımadıgın bir göçmene mi?( biutiful) bütün cevaplar kötü. hepsi berbat. bütün korkularımı cilalayan, kendimi bok gibi hissettiren, her filminde empati kraliçesini oynadığım, anne baba olma virüsünü almış "baba" bir yönetmen.
  • yaptığı felsefi derinliği olan filmler "sonu çokk belliydi şaşırtmadı yeaeea" diyen sinema izleyicisi tarafından izlendiğinde üzüldüğüm yönetmendir.

    the revenant da hayata karşı aç gözlülükten intikama aileden doğaya birçok konuda derinliklere inebilmiştir. bizim cumartesi akşamı kanyon izleyicisi çıkışında "sonu çokk belliydi yeaaeaa" diyor, o ayrı mesele.
  • inarritu filmleri yeni aldığınız giysi, ayakkabılar gibidir. yeniyken bir çiğlik vardır o cilalı yeni halleri içinize tam sinmez. eskidikçe zaman geçtikçe sahiplenir değerini anlarsınız. ne kadar eskisede atmaya kıyamazsınız, uzun yıllar geçsede unutmazsınız.
  • babel , 21 grams ve biutiful filmlerinden gördüğüm kadarı ile fazlasıyla gerçekçi bir yönetmen. o kadar gerçekçi ki insanın canını sıkar, hayat gibi
  • hepimizin bildiği üzere sinemanın iki türlüsü var. birinci türde amaç seyirciye oynamak. korkuysa korku, aksiyonsa aksiyon en kısa sürede izleyiciye ne istiyorsa verip bilet parasını hak etmek. ikinci tür ise sinemacıların bir şey anlatma derdiyle ortaya çıkıyor. yönetmenlerin aktarmak istediği bir hikaye, oyuncuların yaşatmak istediği duygular devreye giriyor.

    burada tahmin edebileceğiniz üzere aşırı aşırı kötü olmadığı sürece (bazen öyle olduğunda bile) birinci türdeki filmler genelde zarar etmiyor. ayrıca senaristlerin ya da yönetmenlerin yapımcıları ikna etmesine de gerek yok. zaten denenmiş onaylanmış formülleri tekrar ediyorlar. ikinci tür ise tam anlamıyla kaos. öncelikle hem oyuncuları hem de izleyiciyi anlattığınız hikayeye inandırmanız gerek. sonrasında da elinizden gelenin en en iyisini yapmalısınız çünkü burada çıta çok yüksek. her an kubrick, bergman, hitchcock gibi usta yönetmenlerle karşılaştırılma ihtimaliniz var. üzerine bir de hitap ettiğiniz kitle genel olarak daha entelektüel. bazen post modernizm ayağına yatıp saçmaladığınızda bu insanların numaranızı yutma ihtimali olsa da çoğu kişi dramatik yapı ya da oyunculuk gibi teknik konulara kafa yorduğundan ticari sinemada olduğu gibi ortalama işlerle parlama ihtimaliniz çok düşük.

    bu nedenle inarritu sinema için çok önemli bir isim. diğer yönetmenlerin çekineceği konuları anlatmaktan kaçınmıyor. yer yer karakterlerinin karanlık yönlerini ortaya seriyor ve en önemlisi bunu çok emek harcayarak elde ettiği teknik başarı ile birleştiriyor. madem inarritu bu kadar önemli o nedenle sinemasını daha yakından incelemek gerek. şimdi 5 madde ile yönetmenimizi tanımaya başlayalım.

    1) ölüm ve yaşam arasında: her drama filmi birazcık ölüm hakkındadır aslında. gerek bir karakterin ölüyor oluşu, gerek karakterlerin ölen yakınlarının ardından yaşadıkları gelip ilişir iñarritu filmlerine. bu ölümler de direkt olarak göze sokulmaz. filmin genel atmosferine yayılır ölüm meselesi. böylece izleyicilere kendi insanlıkları ve ölümlülük hali hatırlatılır.

    böyle bakınca konu biraz karamsar görünüyor tabi ama daha önceki yazılarda da konuşmuştuk bir hikayenin etkisinin, film bittikten sonra da devam edebilmesi gerekiyor. yani salondan çıktınız ve film bitti değil mesele. gerçek sinema sanatından bahsediyorsak eğer filmi kapattıktan sonra insanda bir süre boşluğa bakma isteği uyanmalı bana kalırsa. ıñarritu filmleri de bunu başarıyor tam olarak.

    ölümle ilgili bir diğer mesele de iñarritu filmlerindeki uzun süren ölüm kalım mücadelesi. örnek olarak babel'deki cate blanchett'ın karakterini ya da leo'ya oscar'ı kazandıran revenant'ı gösterebiliriz. bunlar ölüm konusunun görselleştiği anlar olduğu için daha belirgin tabi ama inarritu filmlerindeki her karakter az buçuk hayatta kalma mücadelesi veriyor aslında. simgesel anlamda bakarsak filmlerde herkes leo gibi çiğ et yiyor, cate blanchett gibi aldığı yara nedeniyle acı çekiyor. hatta biutiful'daki uxbal gibi herkes ölen insanları görmeye devam ediyor.

    2) teknik: bu alan çoğunlukla sanatçının sahip olduğu farklı vizyona bağlanıyor ama teknik aslında geliştirilen bir şeydir. mesela filmdeki bir kareye ya da hikaye mekaniğine bakıp yau nasıl bulmuşlar bu fikri diye düşünüyorsanız, sorunun cevabı yüzde 98 çok çalışmayla alakalı. bu nedenle bir şeyi sürekli yapmak ve her seferinde yeni şeyler denemek çok önemli sinemacılar için.

    yalnız iñarritu bu genel geçer fikre pek uymuyor gibi. mesela bir çok yönetmenin ilk filmi potansiyel gösterse de eksiklikleri vardır. ayrıca kendinize ne kadar güveniyor olursanız olun uzun metraj bir filmin seti, yeni bir yönetmen için kaos ortamıdır (okuduğum röportajlara göre setteki kaos asla bitmiyor ama yönetmenler zamanla bu kaos içinde yollarını bulmayı öğreniyor sadece) bu nedenle genelde ilk filmlerde işler kontrolden çıkmasın diye daha az oyuncu, daha bilindik bir dramatik yapı, daha sade bir görüntü yönetimi tercih edilir. yönetmenin ilerideki vizyonuna dair ufak emareler olur en fazla.

    iñarritu ise ilk uzun metraj filminden itibaren teknik ustalık gösteriyor. bunu da birdman'deki uzun planları gördüğüm için söylemiyorum. evet o kullanım da teknik anlamda etkileyici ama iñarritu seviyesindeki bir yönetmen için yapılması çok da şaşırtıcı değil. asıl mesele yönetmenimizin ilk üç filminde yatıyor. bu filmlerde birbiriyle çok az temas eden paralel hikayeler büyük bir ustalıkla anlatılıyor. ayrıca 21 grams'ta bir de üstüne olayın kronolojisi lineer değil. peki iñarritu neden tercihi bu yönde yapmış olabilir? bir izleyici olarak bana göre bunun iki sebebi var. birincisi gerçek hayattaki hikayeler aslında filmlerde anlatılan şekilde doğrusal gelişmez ve neden-sonuç ilişkisi çok daha bulanıktır. ıñarritu burada hayatı sinemaya getiriyor. ikincisi de iñarritu'nun anlattığı meseleler çok ağır. eşi kaybetmek var, pişmanlık var, kayboluş var, aşık olmak var. hayatın en ters yerleri var sürekli ve bunları dümdüz şekilde anlatmaya çalışırsanız izleyici yaklaşık yirminci dakikada can verir. bu nedenle iñarritu anlattığı hikayelerin daha akıcı olması için bu paralel anlatım tekniğini uyguluyor.

    3) sertlik konusu; bunu da yine iñarritu'nun ilk filmlerinden örneklerle konuşmak istiyorum. çünkü revenant filmi birden bire ortaya çıkmış gibi davranıyor insanlar. oysa bu mekaniğin bir kökeni var. mesela revenant'taki at sahnesi çok konuşuldu ama amores perros'un hareket noktası zaten köpek dövüşleriydi. parantez olarak burada iñarritu'nun hayli cesur olduğunu da söylemek lazım. çünkü köpek dövüşü gibi barbarca bir konuyu tüm çıplaklığıyla anlatmayı tercih etmiş. (burada köpekler eğitimliymiş ve aslında birbirleriyle oyun oynuyorlarmış. zaten bu sahnelerde yapılan ustaca kesmeler ile birbirlerini ısırdıkları falan gösterilmiyor.) öldürülen köpekleri (burada da köpeklere sakinleştirici vermişler ve her köpeğin dublörü varmış. böylece köpekleri uzayan çekimler sırasında tekrar tekrar bayıltmamışlar) falan kanlar içinde kameraya alıyor.

    yalnız sertlik konusu sadece bu gibi filmin yüksek anlarında kullanılmıyor. örneğin 21 grams'de sean penn'in karakterinin geçirdiği ameliyat sonrası çat diye kavanoz içinde kalp geliyor önümüze. ya da yine amorres perros'da bacağı kırılan karakterin tüm o cerrahi süreci olduğu gibi gösteriliyor. eğer bu tür şeylere karşı hassas iseniz (beni biraz kan tutar mesela) filmlerin yorucu olduğunu söylemek mümkün. yine de bu durum filmlerin muazzam etkileyici olduğu gerçeğini değiştirmiyor.

    4) karakterler arası gerilim; benim dramalarda en sevdiğim şeylerden biri tartışma sahneleridir. usta yönetmenler de bu gerilimi kurmak konusunda çok başarılıdır zaten. örneğin martin scorsese, italyan mafyası merkezli filmlerinde robert deniro ve joe pesci gibi istediğinde aşırı tedirgin edici olabilen oyuncular ile bu gerilimi sağlar. her yönetmenin gerilimi kurması da bir nevi kendi sinema kişiliğini yansıtır. iñarritu ise gerilimi diyaloglar ve atmosfer üzerinden kurar. örneğin amorres perros'ta dergi editörü ve manken sevgilisi arasındaki gerilim hayli gerçekçidir. o aradaki kazayı çıkarın yerine günlük bir problemi ekleyin, çift birbirine uzakken doludizgin ilerleyen ilişkinin aynı eve girildiğinde nasıl değiştiğini görürsünüz. ya da babel filmine bakalım. yussef ve ahmed arasındaki erkek kardeş gerilimi bire bir gerçek hayattan alınmadır.

    bir de gerilim sadece diyalogla bitmez. iñarritu'nun filmlerini izlerken atmosferden kaynaklı olarak da başınıza sürekli bir şey geleceğini düşünürsünüz. ortamların tekinsizliği öyle bir hissettirilir ki ana karakterin karşısına çıkan insanların bir anda terse dönüp birilerine saldırması, küfretmesi ya da silah çekmesi her an olasılık dahilindedir. çünkü fevrilik bu karakterlerin temel özelliklerinden biridir aynı zamanda.

    5) evrensellik; amerika dışında olup da daha sonra buraya gelen yönetmenlerin genelde iki dönemi oluyor. birincisi tamamen kendi ülkelerinin kökenine dayanan bir sinema. ikinci dönem ise yönetmenden yönetmene göre değişiklik gösteriyor. kimi yönetmen ulaştığı bütçeler ve oyuncularla filmlerine farklı boyutlar katarken kimisi de akıntıya uyup ortalama filmler yapmaya başlıyor.

    iñarritu'nun ilk filmi de bu şekilde meksika kökenli. ancak ikinci uzun metrajından itibaren kısa sürede evrensel bir konuma geçiyor. bu da çok önemli bir başarıdır aslında. çünkü sinemasına kendi ülkesinde devam eden yönetmenler yerel hikayeler anlatarak evrensel meselelere dokunmaya çalışırlar. (bkz. akira kurosawa hem samurayları hem de insan doğasını evrensel bir bakışla ele alır) iñarritu ise olduğu zeminden ayrılıp tüm milletlere hatta farklı zamanlara uzanıyor.

    mesela sinemada yıllardır kanayan yaradır. amerika merkezli bir yönetmen afrikalı, hintli, mısırlı falan bir karakter anlatacaksa bunlar olabilecek en karton şekilde aktarılır. işte pazarda anlaşılmaz şekilde bağırıp çağıran insanlar görürüz sürekli. iñarritu ise farklı coğrafyaların hatta farklı zamanların insanlarını anlatırken bile özü kaybetmez. hikayesine dahil ettiği japon karakterlere turist gibi bakmaz. filmindeki o kısım japonya'nın bir parçasıdır artık. hatta aynı filmde birden çok coğrafyayı gezdiği için bu durum daha güzel görünür izleyicinin gözüne.

    sonuç olarak inarritu iyi ki sinemacı olmuş ve dışarıdan gelen binlerce etkenin yapacağınız işi zorlaştıracağı bu alanda üretime devam etmiş. yoksa ölüm konusunu hem bu kadar derin hem de bu kadar yakın anlatabilen, bunu yaparken konuyu abartmadan bütünün bir parçası olarak ele alan bir insanı nereden bulacaktık?
  • filmleri; ''birşeyler izleyelim de hadi vakit geçsin.'' düşünse konsepti ile asla izlenmemeli. çünkü her filmi iyice özümsenesi olay örgüleriyle ve basitlikten çok uzak, zihnin ve bünyenin tam konsantrasyonunu isteyen temalarla dolu.

    masterpiece'leri olan amores perros, 21 grams ve babel; '' inarritu's death trilogy'' olarak geçmektedir.
  • sinema hakkında bilgim sınırlıdır ama fena bir izleyici de sayılmam. gördüm ki; amores perros, 21 grams ve babel'i izledikten sonra insanın kafasında inarritu tarzı diye bir fikir oluşuyor. birbirinden kopuk fakat bir o kadar da birbirine bağlı insanların kesişen hikayeleriyle, insanı içine aldığı oranda bunaltan-can sıkan-huzursuzluğa neden olan filmler bunlar. yukardaki filmleri sırayla izlediğinizde amores perros'ta neye uğradığınızı şaşırıyor, 21 grams'de bir nebze alışıyorsunuz. babel'de ise izleyeni tamamen kendine âşina hale getiriyor bu adam.

    yahu o değil de, adamın adını tek seferde hatasız yazabildiğim zaman iftihar ediyorum hafızamla. ne alengirli isim bu böyle.. "inyaritu" diye okunurmuş bir de.
  • kendisinin son filmi ile ilgili şöyle bir video yapılmış ve tarkovsky "hayranlığı" nın boyutu gösterilmiş. fazla benzerlik var gibi.

    https://www.youtube.com/watch?v=yvkig3lguuq
hesabın var mı? giriş yap