hesabın var mı? giriş yap

  • linç edecekler belki ama ben imamoğlu'nda mansur yavaş'taki azmi ve icraatleri göremiyorum. nerede görülmüş 2 ay çalışıp 2 hafta yıllık izin yapmak? adam istanbul'dan çok tatilde veya başka gezilerde. en azından bugün acil dönüş yapmasını beklerdim.

  • vinyl, isminin hakkını çok güzel veren bir diziydi. ancak arkasında mick jagger ve martin scorsese gibi iki dev olmasına rağmen birinci sezonunun ardından düşük izlenme oranları gerekçe gösterilerek iptal edildi.

    ben bu dizi hakkında objektif bir şeyler yazamam. çünkü dizinin konu aldığı her şeyi çok seviyorum. mesela birinci bölümde robert plant 'in genç halini görünce imdb'ye girip 10 puanı yapıştırmıştım. bu gibi cameo'ların üzerine scorsese'nin ustası olduğu çöküş hikayesi mekaniği vardı. ancak dudak uçuklatan bütçesi ve kaliteli oyuncularına rağmen dizi izleyicinin ilgisini çekemedi.

    şimdi bu entry'de eleştiri olarak değil ama izleyicilerin gözünden bakarak dizinin tutmama sebeplerini listeleyeceğim. bilgi olarak film tadındaki pilot bölümü baz aldım o yüzden spoiler ibaresi bırakmıyorum. şimdi, let's go!

    1) çıkmadan düşemezsin: martin scorsese'nin en sevilen filmlerinde benzer hikayeler anlatılır. casino , raging bull yada the wolf of wall street'de genç ve hırslı bir adamın çoğunlukla yasadışı yollar ile hızlı yükselişini ve zirveye ulaştıktan sonra kibiri yüzünden düşmeye başlamasını izleriz. karakterin bütün hikayesine şahit olduğumuz için ister istemez ana karakteri benimseriz. bu dizi ise hikayeye ortadan başlıyor. ilk bölüm başladığında richie finestra'nın sahip olduğu şirket mali olarak iyi bir noktada değil ancak finestra konum olarak kariyerinin zirvesinde.

    bu durum bir filmi ortasından izlemeye başlamışsınız gibi bir his uyandırıyor. bunun yerine liseden yeni mezun, müziksever bir gencin müzik piyasasındaki bir şirkette, giriş seviyesi bir işte çalışmaya başlamasını ve yükselme hikayesini izleseydik izleyici ana karakterle daha kolay bağdaşım kurabilirdi. çünkü bir çoğumuz fotokopi çektik, çok önemli müşterinin önünde kendimizi rezil ettik falan. richie ise daha ilk bölümden özel uçakla gezdiğinden izleyici olarak aranızda bir bağ oluşmuyor.

    2) sence de biraz hızlı gitmiyor muyuz?: müzik tarihine biraz aşina olanlar game of thrones'a taş çıkaracak kadar çok entrikanın döndüğünü biliyordur. ortalık grup arkadaşının kız arkadaşını çalmalardan, şüpheli ölümlerden, aldatmalardan, ayrılıklardan, kovulan menajerlerden geçilmez. bu aslında dizi için bir avantaj ancak dizi bu konulara o kadar hızlı giriyor ki bu konulara aşina olmayan izleyici yarı yolda kalıyor.

    ki dizinin bahsettiği konular herkesin ilgi alanına girmiyor. led zeppelin dinleyen çoğu insan john bonham'ın nasıl öldüğüyle ilgilenmez. dünya çapında başarılı bir müzik adamı olsa da ahmet ertegün'ün ismini bilen sayısı görece azdır. bu nedenle müziği yada dönemi seven izleyici bile işin arka planını bilmediği için bu gibi detaylar arasında kayboluyor.

    3) yeni evren yeni mekanikler: her filmin yada dizinin kendine ait evreni vardır. tutarlılık adına bu kuralları size hissettirir ve bu kurallar içinde kaldığında izleyicide bir gerçekçilik hissi uyandırır. müzik piyasasının da kendine ait kuralları vardır. kimle nasıl konuşulur, hangi rockstar neyi sever, iş nasıl bağlanır, gruplar nasıl kurulur yada dağılır belli bir mekanik içinde ilerler.

    bu evren kurma anı diziyi yapanlar için zordur ancak izleyici için çok keyiflidir. çünkü izleyici bilmediği bir evrene dahil olur ve şekerciye giren çocuk gibi hisseder genelde. bu dizide ise mekanikler kapsayıcı şekilde açıklanmıyor hiç. mesela scorsese filmlerinde gerekli görüldüğünde dördüncü duvar yıkılarak seyirciye içinde bulunduğu evren hakkında açıklama yapılır. bu dizide ise anlatılan mekanikler izleyiciyi yeterince dahil etmiyor evrene. burada sanırım diziyi izleyecek insanların bilgisine güvenilmiş ama bkz: 2. madde

    4) 1600 bpm: gitaristler yada bateristler genelde takıntılıdır böyle şeylere. 400 bpm bateri bazen keyifli olsa da bunun üstünde gitar hızlarında hangi notanın çalındığı pek anlaşılmaz. kısa zamana çok şey sığdırıldığı için siz ne olduğunu çözene kadar riff biter zaten. bu dizi de biraz bu dertten muzdarip. dizinin başındaki insanlara baktığınızda dönem ile ilgili anlatacak çok şeyleri olduğunu anlıyorsunuz ama bu genel bir dağınıklığa neden oluyor.

    ayrıca bu dağınıklık konuların yüzeysel işlenmesine de neden oluyor. evet döneme genel bir bakış atıyorsunuz ama bu bakış mesela stranger things 'in 80'lere attığı bakış kadar detaylı değil. genel atmosfer olarak tabi ki çok başarılı ona bir şey diyen taş olur ama insan hikayenin de aynı şekilde detaylı olmasını istiyor haliyle.

    5) kötü adamlar unutulmaz: scorsese'nin ana karakterlerine bakarsanız birkaçı hariç hepsinin kötü insanlar olduğunu görürsünüz. hepsi egoist, maço, üçkağıtçı ve genelde kadınlara değer vermeyen insanlardır. ancak çok iyi inşa edildikleri için seversiniz bu karakterleri. örneğin joe pesci sert rolleriyle ünlenmiş ve canlandırdığı karakterler izleyiciler tarafından çok sevilmiştir. bu durumda oyuncuların da etkisi var tabi ama anlatılan hikaye ve karakter inşası burada en önemli faktör.

    bu dizide ise birinci maddede bahsettiğim gibi bir inşa mekanizması yok. o yüzden karakterleri direkt olarak en sevilmeyecek halleri ile sunuyorlar size. scorsese trendlerin üstünde bir yönetmen tabi ama bu tip maço, egoist, sert adamların ekrandaki ömrü tükendi biraz. ee tony soprano diye sormayın. çünkü tony soprano kötü bir karakter olsa da bir yandan havuzundaki ördeklerin gitmesine üzülen bir karakterdi. o yüzden çift yönlü anlatıldığı için karakteri seviyordunuz. burada ise sadece belli bir kesime hitap eden şakalar yapan egoist insanlar var sadece. karakterlerin derinine de inilmediği için tony'deki gibi "kusur"ları göremiyorsunuz.

    vinyl güzel bir projeydi aslında. ama biraz keith moon'un the new yardbirds için söylediği şey geçerli. eğer bir süper grup kurmaya çalışırsanız kurşundan yapılma bir zeplin gibi çakılırsınız. keith moon'un bunu söylediği insanlar çakılmadı ama dizi içerdiği ögeleri iyi değerlendiremediği için şuan burada üçüncü sezonu yorumlayamıyorum mesela. bu durum da bize sevdiğimiz her şey bir araya gelse de oranın ve malzemenin kullanılış şeklinin çok daha önemli olduğunu hatırlatıyor sanırım.

  • (bkz: 17 nisan 2020 ingiltere turkiye ucak seferi)

    bir hafta onceki ucusun ardindan karantimanin 7. gunundeyim.
    otruma düzenini ben de sorguladim, ancak mesafeyi ayarlamak icin 1 uçak dolusu yolcu icin en az 2 ek ucak daha sefere katilmaliydi. böyle yapılsaydı da bilet fiyatları çok daha pahali olacakti. hatta geçenlerde gördüğüm bir başlıkta, birileri £222 thy fiyati konusunda mizmizlanyordu ki thy'nin normal tarife fiyatlari bu civarlardadir.
    benim ucusum 222 pound, 3.5 saat londra -ankara ucusuydu.(ekleme: bunların yanı sıra uçuş prosedürleri ile ilgili hiç bir fikrim yok, belki öyle kolay değildir bunu ayarlamak)
    uçağa binmeden önce heathrow'da saatlerce bekledik, hiç kimse hava alanı yönetimine veryansın da etmiyor neden yeterli oturma alanı yok diye. yer yoktu oturacak, her yanım tulum- gözlük-maske giyinmiş çinli ile doluydu.

    ek olarak ankara'ya inişin ardından 3 saatlik otobus yolculuğu ve 14 günlük karantina süresinde tirnak makasindan camasir suyuna, yeni nevresimlerden su isticisina kadar tum ihtiyaclar a dan z ye hazir beklemekteydi. 4 kisilik odada tek basima kaliyorum, internetim ve cayir cayir yanan kaloriferler cabasi.
    ayrıca gunde 3 ogun taze yemek, su, cay, kahve gibi seyler ile birlikte ( et yemedigim halde etli yemeklerden dolayi sizlanmiyorum, sizlanamiyorum ) karantina sonunda herkesin gitmek istedikleri şehirlere nakil işlemlerini yükleniyorlar.
    durumumun ozetini ıngiltere'deki arkadaslarima bahsedince her birinin agzi acik kaldi, bedava oldugunu duyunca gozleri portledi. acik soyliyeyim nadir olarak ulkemle ovundugum durumlardan birini yakaladim ve en kucuk detayina kadar anlattim etrafima.

    not dusmeliyim ki gece gündüz tam korumayla bize yemek, temizlik hizmeti veren tüm emekçilere de minnettarım. onlar da kendilerini riske atmakta ve ellerinden gelen çabayı göstermektedirler, belki istemeye istemeye geliyorlardır işe, eminim lanet de ediyor sorguluyorlardir da. buna rağmen güler yüzlerini esirgemiyorlar bizlerden. uçuş sonrası stresli oluyor herkes, virüsun bulaşmış olma olasılığı, yorgunluk, uykusuzluk ve açlık biraz geriyor ve biraz buyurgan oluyor çalışanlara karşı, biraz daha dikkat etmek gerekir.

  • enteresan subliminal mesaj. adeta evrim teorisini çürütecek türden bir tesadüf.

    (bkz: ateistler hadi bunu da açıklayın)

    edit: işgüzar sözlük moderasyonu sayesinde anlamı kalmamış tersten okunuş. bu başlık açıldığında i. melih'in tersten okunuşuydu. sağolsun başbakanlık ekşi sözlük dairesi başkanlığı çok yerinde bir düzeltme yaparak türkçemizi kurtarmış oldu.

    edit2: geç de olsa düzeltilmiş, buradan kendilerine yakarışımı duydukları için teşekkür ediyorum. moderasyon çalışıyor.

  • başlığı ancak bu şekilde açabildim. istanbul'da ilk kez görülen hayvanlar desem bu sefer de osmanlı öncesini yok saymış olacaktım.

    " osmanlı döneminde istanbul ahâlîsi hangi hayvanları ilk kez ne zaman görmüştür? " sorusunu cevaplamaya çalışacağım.

    maymunlarla başlamak isterim. istanbul'un maymunlarla tanışması padişah ikinci bayezid dönemine denk gelir. şu yazımda da bu konuyu detaylıca anlatmıştım.

    osmanlı'da maymun ticareti/ passenger28

    donanmada gözcü olarak kullanılan maymunlar zamanla konaklarda uşak, haremde soytarı hâline gelirler.

    osmanlı hakimiyetindeki istanbul'a ilk kez bir filin gelişi ise bu şehri fetheden padişah fatih sultan mehmet dönemine denk gelir.
    venedikli seyyah giovan angiello, günümüzde kalıntıları kalan hipodromun yakınındaki bazı harabe kiliselerin onarılarak fatih tarafından fil evine çevrildiğini yazar.
    zaten fatih dönemi minyatürlerinde de filleri görürüz. orhan pamuk'un benim adım kırmızı adlı romanında muhteşem bir üslupta anlattığı nakkaşlar, tarihimizi aydınlatmamızda bize çok yardımcı olmaktadırlar bu şekilde. minyatürlerdeki her ayrıntı bize o dönemle ilgili bilgi vermektedir. bakın meselâ fatih'in eşlerinden mükrime hâtun'un fil üzerinde tasvir edildiği meşhur minyatür:

    mükrime hatun

    bu filler istanbul'un fethinden sonra fatih'e hediye olarak gönderilmişlerdir. kimi kaynaklarda sayılarının yüzü bulduğu söylenir. bence abartılı bir sayı.

    gelelim aslanlara. fatih sultan mehmet döneminde hiçbir kayıtta istanbul'da aslanların var olduğuna dair bir bilgiye rastlamadım. oğlu ikinci bayezid dönemi için de aynı şeyi düşünüyordum fakat yanıldığımı hatırladım.
    çünkü daha sonraki padişah yavuz sultan selim'in dönemiyle ilgili okuduğum birçok kaynakta yavuz'un istanbul'a aslan ve kaplanlar getirdiğini görmüştüm fetihlerinden dönerken. hatta sadece aslan değil, kaplan ve gergedan gibi hayvanlar da getirtmiştir.
    nitekim kendisi, çin sarayına bile tehdit manasıyla kaplan ve gergedan göndermiş bir adamdır!

    evet, ikinci bayezid dönemi. bu dönemde de istanbul'da hatta sarayda aslan olduğunu düşünmemizi sağlayan bir minyatür var;

    ikinci bayezid'in huzurunda bir gösteri:

    ikinci bayezid

    ilginçtir. hünernâme'de bir de osman gazi'nin tasvir edildiği bir minyatür vardır ve bu minyatürle hemen hemen aynıdır ama orada sığır yoktur ve aslan olarak bahsedilen hayvan siyah renkle resmedilmiştir.

    osman gazi

    belki size hayalperest bir tavır olarak gelecek ama ben bu hayvanın o dönemin anadolu'sunu da düşünürsek melanin pigmenti bozukluğu ya da fazlalılığı sebebiyle simsiyah görünen bir anadolu parsı olduğunu düşünüyorum. günümüzde kara panter diyoruz!

    timsahı ilk gören osmanlı padişahı yavuz sultan selim olmuştur. hatta şu meşhur minyatürde yavuz, timsahın kellesini gövdesinden ayırmaktadır mısır'da.

    yavuz sultan selim

    lâkin bu hayvanın istanbul'a getirilmesi padişah dördüncü murat zamanına denk gelir. özellikle ramazan aylarında ahâlî için düzenlenen gösterilerde timsahlar da kullanılmıştır. yine bu padişah döneminde bir aslanın zincirlerinden kurtulup ahaliye saldırdığı ve bir kişinin de öldüğü geçer kayıtlarda. istanbul'da bir aslan tarafından öldürülmek büyük şanssızlık olsa gerek! beni de şile'de devekuşu kovalamıştı. rahmetliyi iyi anlıyorum.

    ikinci osman döneminde meydana gelen tarihimizin en sert geçen kış mevsiminde de deniz donmuş, istanbul sokaklarında geyikler, kurtlar ve domuzlar cirit atar hâle gelmiştir. muhtemeldir ki ahâlînin çoğu bu dönemde ilk kez görmüşlerdir bu hayvanları. dışarıdaki o müthiş tipide galata'daki sıcacık evlerinin penceresinden dışarıya bakan yedi yaşındaki bir çocuk olarak bu hayvanların sokaklarda dolanıp avlandıkları anlara şahit olmak isterdim.

    istanbul'un zürafa ile tanışması ise ikinci mahmud dönemine denk gelir. habeşistan'dan bir gemiyle gönderilen bu zürafa, haftalarca istanbul ahâlîsine gösterilmiştir. hatta abdi bey adında bir kişinin bu zürafanın sırtına bindirildiği ve hayvanın beşiktaş'a doğru koşmaya başladığı söylenir 20. yüzyılda yazılan bazı kitaplarda ama bu tamamen güldürme amaçlı uydurulmuş bir hikâyedir.

    ve aklıma gelen şu güzelim hayvan: sığın!

    sığın

    alageyik değildir bu arkadaşlar. muhtemelen çoğunuz ilk defa duydunuz bu hayvanın adını bile. o devasa büyüklükteki boynuzlarıyla belgesellerde gördüğümüz ren geyikleri var ya hani! işte öylesi boynuzlara sahip geyiklerimiz de vardı bizim bir zamanlar bu topraklarda.
    en son 1850'li yıllarda görülmüştür maalesef ülkemizde.
    osmanlı kaynaklarında sıgın yahut sıgın geyik gibi isimlerle anılan bu hayvanlar, maalesef aşırı avlanma sonucu ülkemizde varlığını yitirmiştir.
    istanbul'daki kasaplarda asırlar boyunca en pahalı et bu geyiğin eti olmuştur. canlısını görmek nasip oldu mu bilmiyorum istanbul'da kimseye lâkin bahsetmek istedim bu hayvandan da.

    evet aklıma gelen hayvanlar bunlar. istanbul'da günümüzde dahi görmemizin pek mümkün olmadığı eglencelerde çeşitli yabanî hayvanlar da görülmüştür anlayacağımız üzere.
    1547'de yazdığı seyahatnâme diyebileceğimiz eserinde istanbul'dan bahseden fransız gezgin jerome maurand, günümüz isimleriyle aslanlar, mısır firavun fareleri, iran kedileri, kaplanlar, leoparlar, sibirya parsları ve filler gördüğünden bahseder.

    yine 16. yüzyıl ortalarında istanbul'da bulunan avusturya elçisi busbecq, yukarıda bahsettiğim hayvanlara vaşak ve atmaca, kartal, şahin vs. ekleyerek bu hayvanların hepsinin kedi gibi evcilleştirildiklerini ve buna çok şaşırdığını yazar.

    velhasılıkelam keşke insansız bir dünyada gününü gün etse idi şu bütün hayvanlar.