hesabın var mı? giriş yap

  • yavuz bingöl'ün yüzyılın trollü olma ihtimalini aklıma getirmiştir. adam belki de tayyibin güvenini kazanmak için numara yapıyordu bir iki haftadır, şimdi de trollüyor olabilir mi acep?

    fuatavni de yiğit bulut çıksa bir christopher nolan filmi içinde yaşadığımı düşünmeye başlayacağım.

  • kilimanjaro'ya tırmanma fikrinin aklıma ilk tam olarak ne zaman geldiğini açıkçası hatırlamıyorum. nitekim, etiyopya'da yaşamaya başladıktan sonra yavaş yavaş oturmaya başladığı kesin gibi. zaman içerisinde civilization oynarken karşıma çıktığında bana +3 food, +2 culture sunmasının yanında, ilk acabaları da bilinçaltıma yerleştirdiği de bir gerçek.

    internette birkaç tur şirketi araştırmış, yıllık iznime nasıl oturturum diye düşünmüş ancak sonradan başka diyarların ağır basmasıyla rafa kaldırmıştım. geçtiğimiz ekim ayında hem yeni tatilden dönmüş hem de kafamdaki çoğunlukla gelecekle ilgili sorulara cevap arıyordum. ofisten arkadaşın "eee hunter, bir sonraki tatil nereye, kilimanjaro'ya mı?" sorusuyla da uzun zamandır rafta tozlanmış olan fikir tekrardan masanın üstünde yerini almıştı.

    sonrası ise epey hızlı gelişti; iyi bir tur şirketi bulundu, biletler alındı, dağa uygun elimde kışlığa yakın neredeyse hiçbir şey bulunmadığından her şey türkiye'ye izne giden arkadaşlardan temin edildi. önümdeki yaklaşık 4 ayda yapabileceğim tek şey fiziksel olarak hazırlanmaktı. bunun için de işten arta kalan zamanda haftada 4 gün 10-12 km koşarak gün saymaya başladım.

    peki zorum neydi? olay benim için zirveye ulaşmaktan öte başlangıç noktasındaki hunter ile yola çıkıp, türlü türlü ve belirsiz zorluklarla mücadele etme, insanları ve onların hikayelerini dinleme, bilmediğim bir ortama adapte olma, limitlerimi görmek ve en sonunda zirveye ulaşayım ya da ulaşamayayım başladığım noktaya başka bir olarak geri gelme isteğiydi. bu şeklini tahmin etmemin mümkün olmadığı bir yolculuk hedefiydi. zaten şantiye ortamında, çok uzun bir süredir yeterince kifayetsiz muhteris ile 7/24 birlikte çalışıp, yaşayıp bir de delirirken böylesi bir macera epey cezbedici olabiliyor.

    tanzanya'ya vardığımda haydi hop dağa çıkalım moduna girmemek için kendime 1-2 gün hem dinlenme hem de son hazırlıkları yapmak adına süre ayırmıştım. bu sürenin bir bölümünü de konakladığım yerin tüm gelirini aktardığı stella maris adlı bir okulda geçirdim. okulda okuyan çocukların büyük bir bölümü yetim ya da maddi durumu yeterli olmayan ailelerin çocukları. acaba utangaç olurlar mı, konuşmaya çekinirler mi diye düşünürken çevremi benimle tanışmak isteyen, yaşadığım yeri, yurdu öğrenmek isteyen çocuklar sardı. elimden tutup 1'den 7'ye kadar olan tüm sınıflarını ve oyun alanlarını gezdirdiler. çocuklarla epey vakit geçirdikten sonra okul müdürü ve birkaç öğretmenle konuşma şansı bulmuş ve onları dinledikçe çok da bizden farklı olmadığını gördüm. onlar da neredeyse her sene değişen eğitim sistemlerinden ve genel olarak eğitime siyasetin karışmasından şikayetçiydi.

    tanı ya da tanıma birileriyle gezmek her zaman riskli bir iştir. yalnız yola çıkmanın özgürlüğünü ve bunun getirdiği keyfi sevsem de bu maceramda mutlaka yanımda birileri olacaktı. haklarını teslim etmem gerekir, bu macerada dünyanın farklı yerlerinde yaşayan 7 amerikalı ve 1 hintli ile tanıştım. bu tarz gruplarda, takımın ahengini tek bir kıl bile bozabilecekken bu anlamda hiçbir sıkıntı yaşamamak benim için büyük bir şanstı.

    kilimanjaro'ya tırmanmak için toplamda 7 adet rota bulunmakta. tercih ettiğim rongai rotası, dağın kuzeyinden giriş yapıp zirveye ilerleyen tek rota olmasının yanında nispeten diğer yerlerden daha az yağış alan bir rotaydı. ne şanslıymışız ki yağmur ve diğer meteorolojik durumlarda hiç bu kadar yanılmış olamazdık.

    maceramızın başlangıcını toplamda 9 kişi ve bize yol gösterecek rehberlerimiz, taşıyıcılar, aşçı vb. kamplarda görev yapacak yerel arkadaşlarla rongai rotası'nın girişinden (1.950 m) yaptık. yaklaşık 3-3,5 saatlik bir süre içerisinde yağmur ormanlarının içinden yürüyüp ilk kamp noktamız olan simba kampı'na (2.830 m) ulaştık. kilimanjaro'da benim gibi amatörlerin zirveyi görmesinin tek yolu yavaş hareket etmekten geçiyor. bu yüzden svahili dilinde "yavaş yavaş" anlamına gelen "pole pole" her grubun temel felsefesi.

    ister maraton koşucusu olun ister benim gibi ofiste çalışan bir mühendis, yüksek irtifa hastalıklarının kimi vuracağı belli olmuyor. o yüzden aklimatizasyon yani vücudu yüksekliğe alıştırma olayı hayati önem arz ediyor. bunun için nispeten düşük tempoda yükselmek ve en önemlisi bolca su tüketmeniz gerekmekte. şahsen yemek veya çay/kahve saatleri dışında günde 4 litreden az su içmemeye özen gösterdim. zirveye ulaşana kadar günde biri sabah biri akşam olmak üzere 2 defa sağlık kontrolünden geçirildik. bu kontrollerde hem kandaki oksijen oranınız hem de nabzınız ölçülmekte ve eğer oksijen oranı %80'in altına düşerse dağdan indirilmeniz gündemde oluyor. neyse ki tüm tırmanış boyunca kanımdaki oksijen oranı %90'ın altına düşmedi ama grubumuzdaki 2 pilot zirve günü %82'lerde gezen oksijen oranlarıyla ağrı kesiciyle de geçmeyen baş ağrılarıyla mücadele etmek zorunda kaldılar. dediğim gibi, kimi vuracağı belli olmuyor ama şansınızı artırmak sizin elinizde.

    2. gün hepimizin en karanlık günü oldu. eğer yağmur mevsiminde değilse, sabah erken saatlerde çadırdan çıktığınızda tertemiz bir havayla karşılaşıyorsunuz. işte biz de bu manzaranın getirdiği moralle yaklaşık 6-7 saat sürecek ve kikilewa kampı'na (3.679 m) varacağımız 2. günümüze adım attık. morallerin dip yaptığı bu kara günde sıkıntımızın temel sebebi su geçirmez tabir ettiğimiz neyimiz varsa 4 saat boyunca yağan yağmur ve doluya dayanmaması olmuştu. ayaktan başa sırılsıklam olmuş bendeniz dışında iki kat kılıf takılmış çantalarım da su almıştı. ilk ve tek zirveye çıkamama korkusunu/gerçeğini hep birlikte o gece yaşadık. kurutabileceğimiz bir zaman dilimi de açıkçası yoktu. sabahları zaten güneşin ilk ışıklarıyla yola çıkıyor, saat 3'ten sonra da erken gelen yağmur mevsimiyle ıslaklığımızla başbaşa kalıyorduk. beni en çok tedirgin eden ayakkabılarımdı. sırılsıklam olmuş bir ayakkabıyla zirveye çıkmam düşünülemezdi. ecnebilerin güzel bir laf vardır; desperate times call for desperate measures. ayakkabıları kurutmanın tek yolu onları giymekten geçiyordu. ilk başta babaannelerinizin - anneannelerinizin katiyen onaylamayacağı bir yöntem olsa da %100 etkili bir çözüm oldu bizim adımıza.

    zirveye ulaşmayı bir kenara bırakırsak en sevdiğim günler 3. ve 4. günlerdi. yaklaşık 3.5 saatlik kuru bir yürüyüşün ardından kamp kuracağımız mawenzi gölü'ne (4.315) ulaştık. bu 2 gün boyunca yükseklere çıkıp tekrardan kamp yaptığımız noktaya geri dönüyorduk. hem manzara hem güneş açısından doyurucu ve kurutucu günlerdi. yükseğe çıktıkça iklim ve bitki örtüsü de çelik* gibi değişiyordu. yağmur ormanlarında başlayan yolculuk önce bozkıra geçmiş ardından kutupsal çöle dönüşmeye başlamıştı. 3.000 metreden sonra yüksekliğin vücudunuza olan etkilerini görmeye başlıyorsunuz. gündelik hayattaki basit şeyler sizin için büyük efor gerektiren, sizi nefese nefese bırakabilen işlere dönüşüyordu. ayakkabı bağlamak, üstünüzü değiştirmek, çanta toplamak vs. bunların hepsini mola vere vere, nefesinizin düzene girmesini bekleyerek yapabiliyordunuz. o yüzden daha 2. günden bu maceramda istediğim gibi (özellikle gece) fotoğraf çekemeyecektim. gecelerin buz gibi olmasını geçtim gece fotoğraf çekmek için harcayacağım enerjiye daha sonrasında mutlaka ihtiyaç duyacaktım. yüksekliğin benim için bir diğer önemli etkisi de uyku düzenini etkilemesi oldu. 2. günün gecesinden itibaren her saat başı uyanmaya başlamıştım ve daha da garibi o her 1 saatlik dilimde de birbiriyle alakasız rüyalar görüyodum. normalde rüya görmeyen/hatırlamayan biri olarak tek bir gecede 7 ayrı rüya görmek çok enteresan bir anıydı.

    5. gün yani büyük gün en sonunda gelip çatmıştı. ilk başta 6 saat süren inişli çıkışlı bir yürüyüşün ardından zirve öncesi son kamp noktamız olan kibo'ya (4.703 m) ulaştık. yükseklik arttıkça hızımız daha da yavaşlamış ve artık önündekinin adımlarını izleyerek hareket eder hale gelmiştik. yol üzerinde kasım 2008'de düşmüş olan ufak bir uçağın enkazıyla karşılaştık. ilginç bir bilgi de şu ki her ne kadar kilimanjaro'ya çakılmış bir uçak olsa da enkazı yürüme rotasına çekilmiş. yıpratıcı bir yürüyüşün ardından zirveden önceki son durağımıza ulaştık. şanslıymışız ki kamp noktasına ulaştıktan 30 dakika sonra kar yağmaya başlamış ve hemen tipiye dönerek akşam 9'a kadar devam etmişti. gece 11.30'da zirveye doğru çıkacağımız zorlu yol öncesinde dinlenmek için 3-4 saatimiz vardı ancak hem yükseklikten (doğal olarak oksijensizlikten) hem de heyecandan uyumak pek mümkün olmadı hiçbirimiz için.

    gece 10:00'da uyandıktan sonra son hazırlıklarımıza başladık. üstte 7 altta 3 kat kıyafetle annelerimizin onaylayacağı seviyeye ulaşmıştık. saat 11:30'da buz gibi bir havada akşam yağan tipi sayesinde yaklaşık 25-30 cm kalınlığındaki karların üzerinde yola çıktık. adımlarımız arası boşluk kalmayacak ölçüde yavaş hareket ediyorduk. oksijen %30 oranında azalmış zirvede ise havadaki oksijen %50'ye kadar düşecekti. çoğunlukla zigzag çizerek hareket ederken, yüksekliği son noktasına kadar hissetmeye başlamıştık. kimilerinde baş ağrıları nüksederken kimilerinde gerçeklik algısı gitmeye başlamıştı. bu yüzden de grupta bölünmeler yaşamak zorunda kaldık. kendi adıma yaşadığım en büyük sıkıntı ise midemde yükseldikçe artan kramplardı. kilimanjaro'nun tepesindeki kratere ulaşmanın tek yolu gilman noktası'na ulaşmaktı. bu noktaya grubun hepsi ulaşabildiyse bunu ana rehberimiz abraham'a borçluyduk. tamamen kontrolü eline aldığı, eğimin %65'e vurduğu bu tırmanışta bize diğer grupların geçmediği yolları karanlıkta göstermekle kalmamış, verdiği gazlarla da ayakta kalmamızı sağlamıştı. en sonunda saat 06:30 sularında gilman noktası'na ulaşmıştık, e dolayısıyla da güneşi doğarken izleyebilmiştik. bu yükseklikte ve soğukta mola veremeyeceğimizden hemen karar vermemiz gerekiyordu. dağın zirvesi uhuru'ya ulaşmak istiyor muyduk? 9 kişiden 2'si bu noktada aramızdan ayrılarak kibo'ya geri dönme kararı aldı.

    uhuru'ya ulaşmak için yaklaşık 1.5 saatlik bir yolumuz kalmış ancak özellikle kimsenin bacağında güç kalmamıştı. dahası hala uykusuzduk. neyse ki güneşin çıkmasıyla donmaya başlayan el ve ayak parmaklarımız ısınmaya başlamıştı. türlü sıkıntılara ve yorgunluğa rağmen en sonunda ana hedefimiz olan afrika'nın en yüksek noktasına (5.895 m) ulaşmayı başarmıştık. anın büyüklüğü karşısında tüm yorgunluğumuzu rafa kaldırmış anın tadını çıkarmaya başlamıştık. soğuk ve oksijensizlik yüzünden sadece 20 dakika zirvede kalabildiğimiz o sürede uhuru zirvesi tabelasında fotoğraf çektirmek için diğer rotalardan gelenlerle sıra beklememiz gerekmişti.

    dönüş yolunda nutkumun tutulduğu an kesinlikle kilimanjaro'nun 3 zirvesinden biri olan mawenzi'yi gördüğüm bu andı. bulutların mawenzi'nin iki tarafından yükseldiği o anlarda sadece bakakaldık. eski bir duyguya ve anıya bağlayamayacak kadar güzel ve yorgunluğumuzu 2 dakika da olsa unuttuğumuz eşsiz bir an oldu bizler için. karlı zeminin de avantajıyla yaklaşık 3 saat içerisinde zirveden kibo'ya ulaşmış ancak dinlenecek bir vakit olmadığından ve bir an önce alçalmak adına 3 saat uzaklıktaki son kamp noktamız olan horombo'ya (3.720 m) ulaşmak için yola çıktık. hatırlatmak gerekir ki hala uyumamıştık.

    7. yani son gün toplamda 19 km yol yapıp maceramızın noktalanacağı marangu kapı'sına ulaşabildik. yol aynı zamanda marangu rotası'nın başlangıcı olduğundan yanımızdan geçen yeni yetmeler mis gibi kokarken bizim 1 hafta sonunda nasıl koktuğumuzu düşünemiyorum bile.

    hayatımda hiç bu kadar sınırlarımın zorlandığı bir macera yaşamamıştım. kilimanjaro görece kolay bir dağ ve bir bakıma herkes yapabilir şeklinde pazarlansa da sizi sadece fiziksel değil psikolojik olarak da sonuna kadar zorlayacak bir dağ. bundan sonra buna benzer bir şeye kalkışır mıyım çok emin olmasam da bir süre dağ vb aktivitelerden uzak durmaya çalışacağım kesin gibi. hele ki annapurna veya everest gibi bir şeye kalkışmak çok farklı ve bana uzak bir motivasyon gerektiren bir macera.

  • şu an evli olmamı sağlayan 7 sene önceki davranış. tabii yüz yüze cesaret edemediğimden sms yolu ile
    hatırladığım kadarıyla;

    - uzun süredir beni bu kadar heyecanlandıran kimse olmamıştı, sence bunun adı ne? cilekli sut
    yaklaşık 2-2,5 saat ses seda çıkmaz? ben sms attığıma bin pişman, aklımdan bir sürü şey geçerken
    - nasıl inanacağım sizin olduğunuza? tatile nereye gitmiştiniz? (çok garanticidir de kocam, inanmaz ben olduğuma, müdürünün onu sevindirmek için attığı bir sms sanır)
    - erdek (bu ne biçim adam ya, şaka mı?)
    - beni de uzun zamandır kimse bu kadar heyecanlandırmamıştı, bu mesajın gerçek olduğuna ancak yarın servise bindiğinde göz göze geldiğimiz zaman inanacağım.

    hala hayatta yaptığım en doğru şeylerden biri olduğunu düşünüyorum. sürekli gelen mesajlar üzerine edit: kimilerine bir cesaret örneği oldu bu entry, kimileri imrendiğini ama olumsuz geri dönüşten korktuğunu söyledi kimileri de inanamadı bu duruna nedense. 3 gün önce 12. evlilik yıldönümümüzdü, eşim ve kızımızla birlikte kutladık.tabii ki her şey her zaman güllük gülistanlık olmuyor, tartışmalar, kırgınlıklar, küslükler... ama bütüne baktığımda sevgi her şeyin üstünde. siz de kalbinizin sesini dinleyin gençler..

  • girizgâh
    insanlık tarihi boyunca yazılmış bütün romanlar bir yana, victor hugo’nun 17 yılda tamamladığı, bir sefalet destanı, bir fedakarlık ve çürümüşlük hikayesi olan sefiller diğer yana. bir roman ne kadar iyi olabilirse o kadar iyi, ne kadar sarsıcı olabilirse o kadar sarsıcı, ne kadar öğretici olabilirse o kadar öğretici ve ne kadar acımasız olabilirse o kadar acımasız.

    dünya edebiyat tarihinin en büyük eserinin incelemesi ve özeti burada

    bir insan olarak victor hugo
    victor hugo yaşamı boyunca toplumun içinde bulunduğu durumu anlatmaya çalışmış, adalet terazisini dengeye getirmenin yollarını aramıştı. ölüm cezasının insan onuruna yakışmadığı dile getirmiş, siyaset arenasında bu onursuzluğu ortadan kaldırmak için savaşmıştı.

    yapıtlarıyla dostoyevski, tolstoy, camus, zola, flaubert gibi dünyanın en büyük yazarlarına ilham kaynağı olan hugo, asıl ününü yoksulların ve emekçilerin gönlüne girerek kazanmıştı. o yazar olarak çağının devrimci ruhunu yakalamayı başarmış, gelecek nesillere ilham kaynağı olmuştu.

    bir sanatçının, bir yazarın veya bir toplumcunun gelmek isteyeceği tek yer de bu olsa gerek. yaşarken bunu başarabilen nadir insanlardan biri olan hugo, ölümünden yüzyıllar sonra bile aynı duygu ve hislerle anılacak ve ölümsüz eserleri, dünyanın dört bir yanında okurlarına ulaşmaya devam edecek.

    victor hugo 1885 yılında hayata veda ettiğinde cenazesine iki milyondan fazla insan katılmıştı. paris’in nüfusundan oldukça fazla olan bu cenaze kalabalığı, onun insani olarak ortaya koyduğu fikirlerin değerini, gözler önüne seriyordu.

    yazarın son dileklerinden biri basit bir cenaze töreniyle birlikte yoksul tabutunda gömülmekti. dönemin hükümeti onun şanına yaraşır bir cenaze merasimi hazırladı ve büyük yazarın dileğini yerine getirip yoksullar için hazırlanan bir tabutta gömülmesine izin verdi.

    görkemli törene ve ölümcül kalabalığa rağmen, işçiler, yoksullar, sömürülenler ve sesini duyuramayan insanlar, bu büyük insan için son görevlerini yerine getiriyor, çalışmalarını onurlandırmak ve onun adaletli ruhuna dokunmak için hep birlikte dua ediyordu. çünkü yaşamı boyunca bu insanların sesi olan büyük yazar artık yoktu.
    cenaze aracı ilerlerken ona seslenen insanların ağzından tek bir isim yükseliyordu, o victor hugo değildi, jean valjean’dı…

    --- spoiler ---

    romanın felsefesi
    sefiller romanı yoksulluğa karşı bir protestonun, bir aşkın, dini inançların ve ahlaki seçimlerin hikayesi olduğu kadar suç ve ceza ile adalet sisteminin insanlık onurunu ayaklar altına alışının sert ve güçlü bir eleştirisidir.

    hiç kimse dünyaya iyi veya kötü damgasıyla gelmemiştir. onu iyi veya kötü yapan şey toplumun ta kendisidir. suçlular ceza sisteminin tekil bir ürünüdür ve asıl suçun yükü topluma aittir. bundan dolayı kurumların rasyonel reformu, bireylerin cezalandırılmasından önce gelmelidir.

    şüphesiz ki adalet ve adaletsizlik roman içindeki en önemli temayı oluşturmaktadır. victor hugo belirli bir felsefi kuram benimsediğini dile getirmemiş olsa da, ahlak felsefesi ve sosyal felsefenin izlerini sürmek oldukça kolay bir iştir.

    yazar sevgi ve şefkatin bir insanın başka bir insana verebileceği en önemli armağan olduğunu ve bu nitelikleri her daim tekrar etmenin bir insanın hayattaki en önemli hedefi olması gerektiğini belirtmiştir. jean valjean'ın da hayatını değiştiren en büyük kırılma anı piskoposun ona gösterdiği sevgi ve merhamettir.

    jean valjean bir mahkum gibi muamele görmeye ve yargılanmaya alışmıştır. bu nedenle, piskoposun gümüş şamdanlarını çalmaya teşebbüs ettikten sonra adamın ona merhamet göstermesi onu şaşkına döndürmüştü. jean valjean'ın tövbe etmesi ve piskopos'un kendisine gösterdiği merhameti kucaklaması için neredeyse bir refleks olarak son bir suç daha işlemesi gerekti. zira merhameti kabul etmek dayanılmaz bir şeydi ve derin bir irade ve metanet gerektiriyordu.

    işte, küçük gerves adındaki bir çocuğun parasını çaldıktan sonra kafasında merhamet ve vicdan gibi değerleri yeniden değerlendirdi ve yaptığının ne kadar iğrenç olduğunu fark edip hayatını değiştirmeye kesinkes karar vermiş oldu.

    nefret dolu, öfkeli ve yaşama karşı iğrenç duygular besleyen bir suçludan saygın bir hayırsevere, sevgi dolu bir babaya ve merhametli bir ihtiyara dönüşmesi, hugo'nun sevgiye yaptığı vurgunun en somut örneğidir, çünkü jean valjean ancak başkalarını sevmeyi öğrendiğinde kendisini geliştirmiş ve başka insanların sevgisine layık olmuştur.

    sevgi ve fedakârlık birbirine eş değerdir. jean valjean'ın başkaları için yaptığı fedakarlıklar, kaçınılmaz olarak eski mahkûmda büyük sorunlara neden olurken, aynı zamanda ona daha önce hiç hissetmediği bir mutluluk ve tatmin duygusu kazandırmaktadır. başkalarına, özellikle de cosette'e olan sevgisi, onu umutsuz zamanlarında bile ayakta tutan en önemli güçtü.

    jean valjean yaptığı fedakarlıkların hiçbir zaman karşılıksız olmadığını zamanla görecekti. bunlardan biri fauchelevent adında bir adamla bağlantılıdır. jean valjean bir gün bu adamın at arabasının altında kalmasına şahit olur. çevredeki kalabalık adamın ölmesine kesin gözle bakarken jean valjean sıradan bir insanın yapamayacağı bir fedakarlıkla adamı kurtarmayı başarır. bir zaman sonra bu fedakarlığın karşılığı olarak jean valjean’ın ve cosette’in hayatı da düzene girmiş olur.

    jean valjean mösyö madeleine isminin arkasına sığınarak belediye başkanı olduğu sıralarda bir adam jean valjean olduğu gerekçesiyle yargılanmaya başlamıştı. madeleine baba vicdanının sesini dinlemeyip mahkemeye gitmeseydi ve o adamı büyük fedakarlıkla kurtarmasaydı, gölge bir ismin arkasında huzurla yaşayabilirdi. ama o bunu yapmadı.

    cosette’i çok sevdiği ve kendisinden başka kimseyle olmasını istemediği halde, ayaklanma sırasında neredeyse öleceği kesin olan marius’u barikattan kurtarıp kızının sevdiği adama ulaşması için ölümle burun buruna mücadele etmiş, kendisini yine feda etmişti.

    sürekli peşinde olup onu zindana atmak için var gücüyle çalışan javert’i öldürüp ömrü boyunca kurtuluşa erebilecek şansı eline geçirmişken o, javert’i bağışlamıştı. üstelik bu adamın daha sonra kendisini yakalamak için yine karşısına çıkacağını bile bile bunu yapmış, bir kere daha kendisini feda etmişti.

    cosette ile marius evlendikten sonra marius’u karşısına alıp kendisinin eski bir forsa olduğunu ve geçmişinde yaptığı hataların onların hayatını mahvetmemesini istediği için, son kez kendisini feda etmişti. jean valjean bir forsa, bir suçlu, bir mahkûm, bir serseri olarak başladığı hayatı işte böyle fedakarlıklar zinciriyle bağlamış ve yüce gönüllü bir adama dönüşmüştü.

    toplumun onu itip kabullenmediği bir noktada, bir piskoposun ona el uzatmasıyla değişen hayat ancak sevginin gücüyle olgunluğa erişmiş, vicdanın insanın adalet terazisi olduğunu, nasıl kullanması gerektiğini ancak kendisinin bilebileceğini göstermişti.

    iyiler, kötüler ve fedakarlar… romandaki iyi şüphesiz ki cosette, fedakâr ise jean valjean’dır. kötüsü ise romanın en önemli karakterleri olan, insanın nasıl onursuz bir yaşam sürebileceğini, nasıl bir parazit gibi kan emici olabileceğini, vicdansızlığın ne menem bir musibet olduğunu gösteren thenardies’lerdir.

    cosette’in annesi fantine bu insanlara çocuğunu bırakmak zorunda kaldığında thenardies’ler hem cosette’i bir köle gibi kullanmıştı hem de fantine’i soyup soğana çevirmiş, kadını kendi bedenini satmak zorunda bırakmışlardı.

    salt kötülüğün en büyük göstergesi olan bu açgözlü, bencil, aşağılık, rezil insanlar kolay yoldan servet kazanmak için kendi çocuklarını satıp sokağa terk edecek kadar merhametsiz ve acımasızdır. bundan dolayı onların kötülüğü javert ile karşılaştırılamaz çünkü javert bir kanun adamıdır ve o merhametini ve vicdanını cebinde saklı tutup sadece jean valjean’a odaklıdır.

    fakir bir taşralı aileden gelen bir mahkûmdur jean valjean. ahlaki olarak iyi ve kötü arasında kalıp en nihayetinde iyinin izini sürmeye karar verir ve onun uzun ve sancılı dönüşümü, romanın en önemli anlatı örgüsüne tekabül eder.

    jean valjean'ın kadırgalarda geçirdiği 19 yıl, başta onu çaresiz bir çocuktan sert bir suçluya dönüştürüyor- ki bunun sorumlusu hugo'ya göre hapishane sisteminin sosyal kötülükleri yaratıp sokağa salmasıdır.

    tolstoy’a göre insanın içindeki tanrı vicdandır. roman boyunca sürekli jean valjean’ın vicdanıyla mücadele içinde olduğuna tanık oluyoruz. bildiğimiz bir şey var ki, tolstoy, victor hugo’dan çok etkilenmiştir. kim bilir ona bu sözü söyleten belki de bu roman olmuştur.

    jean valjean’ın vicdanı fantine’in, fauchelevent’ın, marius’un, belediye başkanı olduğu koca bir kasabanın, cosette’in ve javert’in yaşamını kökünden değiştirmişti. bütün bunların sebebi ise bir piskopos ve romanın çok küçük bir yerinde gördüğümüz küçük gerves sayesinde olmuştu. biri inançtı diğeri masumiyet.

    jean valjean marius’u kanalizasyonda sırtlanıp kurtarmaya çalışırken boğazına kadar pisliğe batmıştı ama yine de dimdik ayakta durmayı başarmıştı. aslında o küçük sahne onun bütün hayatının temsiliydi. ömrü boyunca hep boğazına kadar doluydu ama o dimdik durmayı bilmiş, doğrunun ve adaletin peşinden gitmeye ant içmişti.
    sonuç olarak yaşam gerçeklerin bir gün ortaya çıkma huyuyla sona erdi ve jean valjean’ın yüce gönüllü bir insan olduğu ancak ölüm döşeğindeyken fark edildi.
    --- spoiler ---

  • dün deprem anında müşterilerini koltukta bırakıp kaçan berberleri, altınlarını bırakıp sokağa fırlayan kuyumcuları, müşterilerini içerde unutan işletme sahiplerini, çocuğu markette bırakıp kaçan kasiyerleri gördük. bir tane öğretmenin öğrencilerini bırakıp kaçtığını görmedik. marifet diye yazmıyorum. olması gereken olmuştur. bir çok öğretmen arkadaş önce öğrencilerinin telaşına düşüp, kendi çocuğu daha sonra aklına gelmiştir. sözlükte ve sosyal medyada her fırsatta öğretmenin tatili, maaşı konuşanlar bunu da konuşsun.
    tanım : sözlükte gündem olması gereken örnek davranıştır.

  • açık ara sakaryadır. bakın sosyologların incelemesi gereken bir vakadır sakarya. umarım hayatım boyunca yolum düşmez.

  • biraz önce 5n1k'da cüneyt özdemir'den ayar üstüne ayar almaktaydı kendisi.

    okuyorduk, duyuyorduk ancak ben sayın kazaz'ın beyninin bu derece yanmış olduğunun farkında değildim. hiç bir konuda net bir fikri, tam anlamıyla bilgisi olduğunu sanmıyorum. laf çeviriyor. baronlar, atatürk, ak parti, baş örtülü kardeşlerimiz, islamın altın çağı...

    bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan insanın nefis bir örneği. tam yeni türkiye işi. bu seçimde olmaz ama bir sonrakinde neden bir milletvekilliği olmasın diyorum kendisine. 10 yıl sonrasını düşünsenize tuğçe kazaz, arda turanlı bir meclis. halleluya beybi.