hesabın var mı? giriş yap

  • "bizim muhakkak istanbul'da üçüncü değil, dördüncü, beşinci köprüyü de yapmamız lazım."

    "yetkim olsa mimarlar odası ve stk'ları kapatırım."

    "sadece amelelerle değil, fıstıklarla da uğraşıyorum. onlara yeterince zaman ayırabiliyorum."

    "işadamı için şirketleri karısı değil metresi gibi olmalı"

    "kadının iyisi az görür, az duyar ve az konuşur. iyi kadın budur."

    bu şahane vecizelerin sahibidir kendisi. ama nasıl oluyorsa 'itici' ali ağaoğlu, utanmadan üniversiteye ahkam kesmeye gelip de, kafasına yumurtayı yediği zaman 'iğrenç saldırı'ya uğramış oluyor. siz gidin insanların evlerini başına yıkanların, deniz kumuyla inşaat yapıp depremlerde yıkılan binalar sayesinde köşeyi dönenlerin avukatlığını yapmaya devam edin. bu arada bunları üniversitelerinde istemeyen vicdan sahibi öğrencilere de ağzınıza geleni söylemeyi unutmayın. sonuç değişmiyor.

    (bkz: bir iki üç bunlara yetmez ama daha fazla yumurta)

  • tek rakamlı istatistik veren liseliye karşılaştırmalı çok rakamlı bir istatistik veriyorum
    normal sezonda ortalama karşılaştrılması:

    maç başına ortalama sayı:
    kobe bryant 25.4
    michael jordan 30.1

    ortalama ribaunt:
    kobe bryant 5.3
    michael jordan 6.2

    ortalama asist
    kobe bryant 4.8
    michael jordan 5.3

    ortalam top çalma:
    kobe bryant 1.5
    michael jordan 2.3

    ortalama blok
    kobe bryant 0.5
    michael jordan 0.8

    playoff istatistik karşılaştırması

    maç başı ortalama sayı:
    kobe bryant 25.6
    michael jordan 33.4

    ortalama ribaund:
    kobe bryant 5.1
    michael jordan 6.4

    ortalama asist:
    kobe bryant 4.7
    michael jordan 5.7

    ortalama top çalma:
    kobe bryant 1.4
    michael jordan 2.1

    ortalama blok:
    kobe bryant 0.7
    michael jordan 0.9

    bunlar tek sezon değil kariyer ortalamasıdır, kobenin 100 yıl daha oynaması gerekiyor, 1 tane istatistikte bile mj yi geçebilmek için.

    şimdi sonuca gelelim.
    bu adam efsanedir.

    liseli sana bir bilgi:
    nba gecenin 4 ünde uykudan uyanıp izlenir.

  • olay hiçte sandığınız gibi aldatma olayı değil.
    tam bir şebeke meselesi. urfa'da yaşanmış bir olay ve organize bir dolandırıcılık durumu. bu şekilde basılan adam korkutuluyor. "para vermezsen videoyu abime atarım" diye korkutulan adamdan yüklü miktarlarda para alınıyor. kadın da işin içinde yani.

  • ne zaman uyuduğu belli olmayan biyonik bakkaldır.

    20 seneden beri gözlemlerim.

    bir fiil, 365 gün bu şekilde çalışır.

    arasıra, bazı bazı, oturdğu yerde uyukladığını gördüysemde, biri içeri girer girmez doğrulur.

    ulan ben kafayı yicem, beni uykususuz bıraktı. sabah kalkıyorum bunun için bakıyorum. orada akşam uzatıyorum kafamı, bazı zaman 3'leri buluyor kapatması.

    bir insan günde 2.5 saat uykuyla 20 seneden beri yaşar mı?

    enyştayn mı bu amk.?

    2 tane çocuğu var bide. ne ara o çocukları yaptı anlamış değilim.

    edit; bir fiil değil bilfiilimiş..

    yeter ulan debe editi; anladık bir fiil deil. siz büyük resme bakın? kimden ulan bu çocuklar?

    debe editi; hepbirlikte bir fiil bi el atalım

    (bkz: taşlıdere ilköğretim okulu yardım kampanyası)

  • daniel day lewis giderken adeta kadınlara selam olsun demiş. bir yanda hayatını ve mesleğini borçlu olduğu annesi, diğer tarafta hayat yoldaşı, menajeri ,iş ortağı kız kardeşi ve aşkı alma. filmde, bir adamın var olabilmesi için kadınlara ne kadar ihtiyaç duyduğunun, onlarsız bir hiç olduğunun altı çizilirken, daniel day lewis oyunculuğu ile centilmenliğin ,vicky krieps ise pasif direnişin kitabını yazıyor.

    film içerdiği tüm absürdlüklere, garipliklere rağmen tüm zarafetiyle bir şiir gibi sihirili bir müzik eşliğinde insanın kalbine işliyor.

  • bütün paramı evde unutmuşum, kredi kartlarımı, banka kartlarımı, kimliğimi ve her şeyi. kimseden de borç almak ya da teknolojinin imkanlarını kullanmak istemedim. bugünkü görevim buydu sanki: "cebimde kalan 3-5 liralık bozuklukla bakalım ne yapabilirim?" diye attım kendimi bir başıma istiklâl caddesi'ne, survivor hesabı.

    cadde yine cıvıl cıvıldı, kalabalık ve gürültülü. kediler kış güneşinin altında banyo yaparken, turistler üstüme üstüme yürüdü her zamanki gibi. acayip iç çamaşırlarının olduğu dükkanların önünden geçtim, insanların sigara içmek için dışarda oturduğu cafelerin önünden. daha önce defalarca girdiğim yerlere elimde şakırdatarak oynadığım bozuk paralarla girmem imkânsızdı. camlarının önünden usulca geçtim o restoranların. içerde yemek yiyen insanları gördüm geçerken. ahahaha, çok zevkliydi, tam bir küçük emrah gibiydim, şişte döne döne kızaran tavukları izleyen ufak bi çocuk gibi.

    insan cebinde para varken kıymetini bilmiyor, yere 10 kuruş düşse eğilip almaya bile tenezzül etmez bazısı. kimiyse 5 kuruşun hesabını yapar. sonuçta para yoksa yoktur, yaratamıyosun ki bunu, sadri alışık gibi elini şalvara her atışında bi banknot bulabilmek sadece filmlerde oluyor.

    cadde üzerinde bir yere girdim, oturdum, elimde bozuk paralar, gözüm fiyat tarifesinde...çocukken yaptığımız gibi, bir elimizdeki paraya, bir de bakkal amcaya bakıp, "şu kaça?...bu kaça...hmmm peki şu?" diye sorup paramızın yettiğine razı olduğumuz günlerdeki gibi. aslında daha kalitesine paramız yetmediği için aldığımız ucuz çikolatayla yaşadığımız hazzı, büyüyünce yediğimiz hangi çikolatadan alabildik ki?

    dükkana girince bir yandan düşünüyorum: "börek yesem, yanına da bir çay içsem, yeter. ama büyük çay içersem yetmiyo, ona göre..."

    oturdum siparişimi verdim, çayımı içiyorum. bu benim içebileceğim tek çay. her yudumundan zevk alarak içiyorum, böreğin her lokması lokum gibi geliyor bana, yavaş yavaş, keyfini çıkararak yiyorum.

    derken içeri bir kız çocuğu giriyor, 8-9 yaşlarında, okuldan yeni çıkmış, sırtında pespembe bir çanta var, kocaman. elinde bir para, "kürt böreği alcaktım ben" diyor. kürt böreği, hani şu pudra şekerli yeneninden, yerken ağzım burnum pudra şekeri olduğundan tercih etmediğimden. o yaşta kızın "pudra şekerli kürt böreğini" bilmesine şaşıyorum. ben o böreği ondan 12 yıl sonra keşfedeceğim çünkü. ama o belli ki çok seviyor.

    "elde yiycem" diyor kız, "kaç para?"

    "60 kuruş" diye cevap veriyor kasadaki tonton amca. kız bi kere yutkunuyor, etrafına bakınıyor. ağzından bir cümlecik dökülüveriyor:

    "50 kuruş versem olmaz mı?"

    yüreğime ok gibi saplanan bir cümle.

    o an çocuğu kader arkadaşım, sıra arkadaşım gibi görüyorum. onun kadar küçük oluyorum bende, yüreğim pır pır ediyor. ondan 20 yaş büyüğüm neredeyse ama 10 dakika önce aynı çekingenliği yaşamışlığın verdiği duygularla kızı sarıp sarmalayasım geliyor. ben olan biteni oturduğum yerden izlerken, kız tekrar soruyor:

    "50 kuruş versem olmaz mı? bakkaldan meyve suyu da alcam da."

    "olmaz olur mu hiç güzel kızım." diyor tonton amca, meyve suyunun parasını da düşünen kıza. "hiç vermesen de olur." diyor hatta. kızın elli kuruşunu almayacak belli ki, içim ısınıyor.

    "olmaz" diyor kız, elli kuruşu bırakıyor tezgahın üstüne, alıyor böreğini eline. burnunu pudra şekerine bulayan kocaman bir ısırık alıyor, yollanıyor bakkala doğru, meyve suyu almaya. dünyanın en mutlu çocuğu o şu anda. orada, gözlerimin önünde.

    ben de böreğimi bitirip, işe geri dönüyorum. cebimde kalan 2 liramla markete giriyorum, bi çikolata alıp dibine kadar harcıyorum bugün kendime ayırdığım zoraki harçlığı.

    ve iki şeyi fark ediyorum birdenbire;

    -birincisi, giderek benden uzaklaşan çocukluğuma uzun zamandır hiç bugünkü kadar yaklaşamamış olduğumu...
    -ikincisi ise kullanmayı hiç sevmememe rağmen kendime artık bir cüzdan almam gerektiği.

  • "babama maç kaçta diye sordum. 'ben nerden bileyim aç teletext'i bak' dedi teletext dedi amk... ilhan mansız sakat, oynayamayacakmış desen inanacak..."