hesabın var mı? giriş yap

  • prion dediğimiz açılmış proteinler var. normal proteinlerin tam sindirilemeyip zombiye dönüşmeleriyle oluşan ve diğer proteinleri de etkilemesiyle üreyebilen, biyoloji tarafından canlı kabul edilmeyen moleküller. her protein bozunduğunda bu şekilde davranmıyor tabii ki, 1 milyon bozunmaya uğramış proteinden yani priyondan 1 tanesi şans eseri başka proteinlerle etkileşime girecek şekilde oluşabiliyor. evrimdeki doğal seleksiyon mantığı aynen prionlar için de geçerlidir.

    bu tarz küçük moleküllerin yaşayıp yaşamadığı sadece biyolojiyi değil felsefeyi ve metafiziği de etkiliyor. bizler biyolojide virüsleri yarı canlı kabul ediyoruz örneğin, çünkü virüslerin kendi kendilerine üremeleri için gerekli mekanizmaları yok. başka bir canlı hücreye doğada denk gelmeye ve onun sistemlerini ele geçirerek üremeye mahkumlar. yeryüzünde virüslerden başka bir canlı kalmamış olsaydı her cansız varlığın davrandığı gibi virüsler de oldukları yerde hiçbir faaliyet göstermeden duracaklardı. bizler bu gerçekten yola çıkarak virüsleri yarı canlı ilan ediyoruz ama virüslerin tabii ki bunu pek taktıkları yok. kendi varlık çizgilerinde çoğalmaya ve başka hücrelerle karşılaşmadıklarında cansız özellik göstermeye devam ediyorlar.

    gerçek şu ki canlıların ilk atası olduğunu tahmin ettiğimiz şey aslında rna olarak da bilinen bir organik molekül. bu organik molekül zamanla geçirdiği mutasyonlar ve doğal seçilim sayesinde daha kompleks molekülleri oluşturuyor. bu canlıyla cansız arasında karar veremediğimiz evrimsel zincirlerden ilk prokaryot hücreler, daha sonra ökaryotlar, daha sonra çok hücreli canlılar ortaya çıkıyor. insanoğlu olarak canlı ve cansız olarak varlıkları ayırt etmeye o kadar alışığız ki bu ara basamaklar bizlere çok yabancı geliyor. yukarıda verdiğim rna linkinde bu anlattıklarımı çok daha detaylı ve anlaşılabilir örneklerle anlatıyor. hatta ilginizi çektiyse kanalın kendisini tavsiye ederim. tüm bu bahsettiklerimden tutun, ekosistem dengeleri ve hayatta kalma stratejilerine kadar çok güzel simülasyonları var.

    dönelim konumuz olan prionlara.

    inek eti, dana eti vs'den gelen prionlar bizi etkilemiyor çünkü genetikleri bizim genetiğimizden uzak. tutup büyük babası ölünce ruhu benim bedenimde yaşasın diye beynini yiyen tipler var. tedavisi yoktur. prionlarla başa çıkamıyoruz. bu moleküller canlı özelliği göstermedikleri gibi varlıklarını sürdürmek için bir besine veya solunum materyaline ihtiyaç duymuyorlar. kendilerini akıntıya bırakıyorlar, hayat onları nereye sürüklerse. kendi orijinal yapısına benzeyen bir protein buldukları zaman onunla etkileşime girip kendisi gibi bir zombiye dönüştürüyor. virüsten daha küçükler. ısıtsanız da yaksanız da hiçbir etkisi olmuyor çünkü zaten şurada görebileceğiniz üzere katlanmış kompleks formdan helix formuna düşmüş proteinlerden bahsediyoruz. bizim yemekleri pişirmemizin sebebi hem sıcağın etkisiyle mikro organizmalardan arındırmak, hem de proteinlerin sıcakta katlanmış formlarını kaybederek helix yapıya düşmesinin sindirimi kolaylaştırması. dolayısıyla işlevselliğini kaybetmiş olmuyor.

    insan eti yemek bu yüzden tehlikeli. prion hastalıklarına yol açıyor. bir dönem dünya çapında inekleri kırıp geçiren deli dana salgını ineklere birbirlerinin öğütülmüş kemiklerinin yedirilmesinden ortaya çıkmıştır.

    insanlarda prion hastalıkları en çok sinir hücrelerinin tüketilmesiyle açığa çıkıyor.

    şu linkte bu insanlarda ve hayvanlarda görülen hastalıklardan detaylı olarak bahsediyor.

  • "çaykur rizespor’u tebrik ediyorum sanırım bu galibiyet onlara şl’ye direkt katılım hakkı sağlıyordu."

    evet böyle bir entry var yukarıda. ağlamanın her türlüsünü gördüm ama bu çok başka bir kafa. şampiyonlar ligi iddiası olmayan takımların maç kazanmak için uğraşmaması mı gerekiyor? ki şu an oynanan maçta adamlar gol atmaya çabalamıyor bile. resmen galatasaray defansı 3 asist yaptı. taraftarlık güzel ama şuursuzluk çok rezil bir hareket.

  • bu tür filmler için ortak bir ifade bulmak zor bana kalırsa. çünkü nispeten bıçak sırtı bir senaryoyla yola çıkıyor ve tez/antitez münazarasına uygun bir dramatik yapı kuruyor. haliyle filme ilgi gösteren (ya da herhangi bir sanat yapıtına) izleyici filmi vurabileceği yeri arıyor bilgi birikimi ölçüsünde. mesela bu filme de ''sistem eleştirisi'' filmi deyip bunu beceremediği kanaati üzerinden giydiriyor. kendi çapında haklı elbet sosyal eleştirmen ama yine bir sürü gerçeği atlıyor. ben o gerçeklerden bahsetmek isterim kendimce.

    öncelikle soru şu; bir filmin sistem eleştirisi filmi olmak için ne yapması gerek? tüm berrak dimağların bilebileceği üzere bunun en popüler örneği fight club denen garabet film (garabeti iyi anlamda kullanıyorum). bu film neredeyse her sistem karşıtı film için bir referans mektubu gibi. oysa hileli ve eleştirdiği şeylerin ona sağladığı olanaklarla küstahça bir sözdelikle izleyicisinin algısıyla tenis topu gibi oynayan bir film fight club. ama konumuz bu değil

    bu mesele üstünden yürüyünce sistem karşıtı filmin bir şeyleri yakıp yıkmasını, devlete ve kurumlara yönelik yıkıcı faaliyetlerini gözü kara, sakınımsız bir pervasızlıkla gözümüze sokmasın istiyoruz ki büyük pastoral kaçış senfonimizle 30 katlı ofis pencerelerimizden deniz manzaralı o havayı soluyalım.

    yok öyle kararlı şeyler diyor film işte. sizlerin ve benim beyaz yakalı, orta ya da orta üstsınıfa öykünen devrimci, kentsoylu varlığımızın ilk fırsatta yurt dışına kaçmaya yönelen, bayram seyran birleştirip uzun resmi tatillere sokuşturduğumuz dünya fetihlerimizin sözde 'her şeye sıfırdan başla'' mottosuna orta parmağı çekiyor bir güzel. sohbetlerde araya sıkıştırılan bilgi ve görgünün soylu tartımını ortaya koyan ingilizce (ya da başka herhagi bir dilde) sözcüklerin yabancılığına nah yapıyor kocaman. tek bir anında politik bir söyleme, söyleve koyulmuyor. noam chomsky diyalogları bile bu anlama gelmiyor bence.

    aydınlatın beni sistem eleştirisi nedir? mesela baba k mart'ı mı yakmalıydı çocuklarıyla? bomba mı koymalıydılar büyükbabanın evine?

    elimize geçen her fırsatta organik tarım, permakültür mitlerine sokulup, organik hayvan boku menşeili kavalımız, ekolojik ev konumlandırmalı dinlencelerimiz, biyobölgesel organizasyon stratejilerimizi güzelleyip, marka kot, ayakkabılarımız üstümüze çekip, son model akıllı telefonlarımızın yapabildiklerine hayranlık duyup kahvelerimizi yudumluyoruz. böyle filmleri de görünce ''oo hocam film müthiş bir sistem eleştirisi olabilecekken, kendi tuzağına düşüyor. en nihayetinde kapitalizme teslim oluyor'' tarzı beylik cümlelerinizi esirgemiyorsunuz. afferin size.

    ben sistem eleştirisi diye okuduğunuz bu filmi bir kaçış filmi olarak okudum. sistemden, nimetlerinden mümkün olduğunca uzak ama elbet yaşamın sürdürülebilirliği için milyon yıldır miras kalan bazı şaşmaz geleneklerin de öyle ya da böyle sürdüğü bir hayat var orada. en nihayetinde o çok özendiğiniz permakültür eğitimleri için 3000 tllere varan paralar isteniyor haberiniz ola.

    yani filmin her şeyden ama her şeyden kendini soyutlaması mümkün değil. sadece kendine has bir teori ve yaşam pratiği koyuyor ortaya. bak bu mümkündür, hepimiz bunu yapmalıyız gibi bir sinemasal ifadesi yok kesinlikle filmin. akraba olduğu filmlerin izleğini kendi ifadesiyle yorumluyor. büyük laflar etmiyor hiçbir yerinde. öyle görünüyormuş gibi yapsa da.

    kaldı ki aile denen çekirdek yapı zaten sistem denen şeyin cansuyu. yani yönetmenin (aynı zamanda senaryo yazarı) sözde sistem eleştirisine soyunurken sistemin belkemiği aileye güzelleme yapması için gerizekalı falan olması gerek kanımca. evet dokundurmalar, göndermeler var ki olmaması söz konusu olamaz. ama film bak ben müthiş bir sistem eleştirisi yapacağım tarzı bir tonal yaklaşıma sahip değil.

    filmi, ailesi olan, aile kurmuş bir adamın ailesine yaptıkları, bırakmak istedikleri ve elbet bunları yaparken kurduğu dünya, bu dünyanın gerçeklerle, düzenle, sistemle olan ilişkisi bağlamından bakmak, okumak daha doğru geliyor bana.

    nihayetinde anlatılan tüm hikayelerde kahramanlar ne tür özelliklere sahip olurlarsa olsunlar ustaca kurgulanmış bir manipülasyana soyunurlar onları yaratanlar tarafından. tabi bunu biraz hollywood eksenli söylüyorum.

    demek istediğim şu özellikle süper kahraman filmleriyle müthiş bir popcon kültür yaratıp iki saatlik eğlenme arzusunun tulumbası işlevini gören bir sinema geleneği fight club, into the wild gibi filmlerde daha sinsi bir yönteme başvuruyor.

    modern insanın, (orta sınıf, burjuvaji, işçi vs fark etmeksizin) önüne atılan bütün kahramanlar onu harekete geçirmek yerine izlemenin tehlikesiz pasifliğini uyandıran bir tür yatıştıcı görevi görüyorlar*. kendi aczini görüp, aciziyetini kabul eden insan kendini değersiz hissettikçe gerçekle arasına, gerçeğin hatırlatabileceği uyarıcıları yatıştıran, öteleyen başka bir düzlem örüyor. böylelikle perde ya da televizyonda gördüğü kahramanlar ve hikayeleri onları harekete geçirmek yerine tehlikesiz pasifliğin aczini kabul eden bireyler haline getiriyor. böylelikle gördüğü şeyden 2 saatliğine geçici keyif alan modern hayvan harekete geçmek yerine film ya da kitapların onlar için yaptığı şeylere bağımlılık duyuyor.

    al sana modern insanın tragedyası.

    işte bu film de tam da neredeyse ortak bir ağızla ''sistem eleştirisi yapmak istiyor, ama yapamıyor'' diyen tüm insanın kendine yönelik sayıklamasını ortaya çıkarıyor.

    evet dostum film sistem eleştirisi yapmak istiyor ama yapamıyor, sen de tüm o masa başı boklukları terk edip gübre, bok püsür ve bolca romantizm dolu taşra pastoralliğine gitmek istiyor ama gitmiyorsun. o halde sorun ne?

    spoilerrrrrrrrrrrrrr

    film üstüne başka şeyler yazmak istiyodum aslında (belki başka bir entryde. çünkü film de bir sürü mite gönderme var). özellikle ilk sahneyle açılan mitik bir anlam var. erginlemeye yönelik o sahnenin mitin temel özellikleri taşıdığı aşikar. bu ritüeller çocukluğu uğurlamaktan ziyade kovmak anlamına gelir. yani aslında çocuk- erkek olmaya zorlanır. psikolojik olarak ve elbet fiziksel olarak bu sınavı vermek zorundadır. aslında filmin anahtarı daha ilk sahnede eğer doğru okuyabilirseniz. nihayetinde yetişkinliğe, erkekliğe zorlanan çocuk serüvenin çağrısına kulak verir ve yolculuğa çıkar. çember çocuğun hikayesiyle tamamlanır. arada kalan her şey doğaya ve serüvene dönük çağrının karşılanması için olagelir. ha keze ailenin hep birlikte serüvene koyulması ve nihayetinde yaşanan hem fiziki hem ruhsal değişimle mesajın alınarak geriye dönüş yoluna koyulması.

    spoilerrrrrrrrrrrrrrrrr

    dip not: filmin tüm oyuncu kadrosu nefis ama orada o mahmur ve üzgün gözlerle bakan nai denen pislik (bkz: charlie shotwell) harika oynamışsın. bayıldım sana.

    edit: imla