hesabın var mı? giriş yap

  • ilk önce en arkadaki koltuklardan ortadakine itina ile oturulur. ardından şoförün ani fren yapması sonucu koltuktan öne doğru fırlayıp otobüsün ortasına kadar gelinir, tam o anda rezil olmamak için otobüsün içinde şu cümle yankılanır (bkz: kaptan orta kapı)

    not: bu hikayenin yaşanmış veya yaşanmamış olması gerçekten hiç önemli değil, cidden.

  • balık etinin bağ dokuları diğer etlere göre daha gevşektir. bu özellik balığın hemen pişmesini ve fazla pişirildiğinde suyunun kaçmasına neden olur. tabi burada balığın yağ durumun önemlidir. yağlı balıkları ızgara ya da tavada pişirmeye gerek yoktur. barbun, tekir, mezgit gibi balıklar daha çok tavada kızartmaya uygun balıklar. fakat pandemi sebebiyle mangal ya da park bahçe imkanı kısıtlı olduğu için evinizde koku istemiyor ve balıktan maksimum verim almak istiyorsanız uyguladığım bir yöntemi paylaşıyorum. genel olarak çipura ve levreği bu yöntemle yaparım.

    elinizin altında hazır olması gerekenler
    7 yemek kaşığı zeytinyağı sızma zeytinyağı
    2 yemek kaşığı taze sıkılmış limon suyu
    2-3 çay kaşığı kurutulmuş kekik
    2 küçük diş sarımsak
    öğütülmüş biber
    deniz ya da kaya tuzu
    yağlı kağıt
    alüminyum folyo

    fırını önceden 210 dereceye ayarlayın. soğuk fırına asla atmayın. önceden ısıtılmalı.
    balıkları temizledikten sonra iyice kurulayın.
    tepsi boyutunda alüminyum folyo içerisine aynı büyüklükte yağlı kâğıt yırtın. folyo balığa temas etmemeli. buna dikkat edin.
    balığı yağlı kâğıdın ortasına alın. balığın her iki yanında olan filetosunun ortasından kuyruğuna kadar çizik atın görsel

    bu kesiğe deniz tuzu ya da kaya tuzu öğütün
    küçük kapta zeytinyağı ve limon suyunu çırpın ve balıkların üzerine paylaştırın.
    iç kısmına ezdiğiniz sarımsağı sürün.
    elinizde kekik ve karabiberi birbiri ile karıştırın ve balığın üst kısmına serpin. biz biraz sulu şekilde pişirdiğimiz için karabiber serbest ama susuz pişirecekseniz fırında karabiberi tavsiye etmiyorum. piştikten sonra serpebilirsiniz.
    tereyağı seviyorsanız kesikleri iç kısmına nohut büyüklüğünde tereyağı parçası yeterli. daha büyük parça koymayın.

    200 derecede 20 dk, 190 derecede kontrollü bir şekilde 5 dk yeterlidir. ağdasız ve daha sıkı balık eti sevenler bu süreyi kontrollü bir şekilde uzatabilirler.

    --- buğulama tarzı sevenler ---

    yağlı kâğıdı her iki ucundan katlayarak balığı içerisine hapsedin. aynı şekilde kalması için folyoyu da zarf şeklinde kaptın ve buhar çıkmayacağından emin olun. görsel

    fırın tepsinizin içerisine iki parmak su ilave edin ve bir saatlik pişirme süresini başlatın. 35-40 dk sonra suyunu kontrol edin. kalmamışsa biraz takviye edin.
    --- buğulama tarzı sevenler ---

    hepsi bu kadar basit.

    not: siz balığı nasıl istiyorsanız tüketin fakat buğulama ya da en azından fırında pişirdiğinizde omega 3 yağ asitlerinin kaybı çok daha az olduğu için gelişme dönemindeki çocuklarınıza bu şekilde pişirin.

  • şarkılarının hikayesini merak edenlere çok az kişinin bildiği o hikayeyi anlatmak üzere buradayım. toplanın eyyy canısı'lar, sırılsıklam'lar, tutku'lular...

    not; kesinlikle şehir efsanesi değildir.

    ayakkabı tamircisi bir babanın kalabalık ve fakir ailesinin bir bireyi olan ibrahim, onaltı yaşından beri deliler gibi sevdiği zehra'ya şarkılarla, türkülerle ve şiirlerle kavuşabilmenin hayalini kuruyordu. çok klasik biraz anakronik zengin kız - fakir oğlan kuramından nasibini almıştı ve kızın babası yörenin en zenginlerinden biri olmakla beraber bir diğer zenginin oğluyla kızını evlendirip en zenginler arası bir voltran oluşturmanın hayalini kuruyordu. kızı annesinin zoruyla başladığı liseyi bitirince allahın emri peygamberin kavli kapitalizmin gerekliliği devreye girecekti.

    o yörelerde o zamanlar aşk el ele tutuşmalı, fırsat buldukça öbüşmeli, elleşmeli, dilleşmeli bir seviyede değildi. iki aşık arasındaki rabıta yine çok klasik biraz anakronik gönülle sağlanıyordu. evinin önünden geçmeler, yanından geçerken iç çekmeler, üç saniyeden fazla olmayan anlam yüklü bakışmalar ve belki tükenmez kalemin azizliğine uğramış bir kaç mektup. dahası ve ötesi yok. yani her aşk biraz platonikti o yörelerde, karşılıklı platonik.

    lise bitime doğru yol alırken ibrahim ve zehra aşkı da aynı hızla bitime doğru yol alıyordu. durumun vehametinin farkında olan ibrahim, kafaya koymuştu. karneleri alınca kızı kaçıracaktı. karne gününden bir gün önce her şeyi ayarlayan ibrahim, zehra'ya planı anlatmak için ıssızda bir buluşma ayarladı. işte bu klip ve şarkı o günü anlatır;

    sen aldırma, giderim buralardan bir pantolon bir caket.

    yani görüşme başarısız geçmiştir. kız ibrahim'i sevse de ailesini karşısına almayı kabul etmez ve ibrahim' tek bir seçenek bırakır; ünlü bir şarkıcı olup emine ün'ü tokatlamak. iyi çaldığı bağlamasına, herkesin ooo harika dediği şiirlerine, vay amk sende ne ses var oğlum be tepkileri aldığı sesine güvenerek yenilgiyi kabullenmiş gibi görünerek istanbul yolunu tutar. ümidi elinde ki malzemeyi harmanlayıp zengin olmak ve geri dönüp zehra'ya kavuşmaktır.

    gelir gelmez hayalleri haydarpaşa garının duvarlarına takılır ve bir ananskym bile diyemez istanbul'a doyunca. zira öyle unkapanı'na gidelim '' al bu sesim, bunlar şiirlerim, bu da sazım hüsnü '' diyelim de ünlü olalım gibi bir durum yoktur. en kolay bulunur işlerden birisidir inşaatçılık. yoksa sesi güze diye amele etmezler kimseyi. ibo'da başlar mala vurmaya. derken bir yandan kopmamak için mevzudan daha realist bir tutum takılıp nota filan öğrenmeye çalışır ki rakibi kürt sanatçılar bir mahsun bir özcan bu konuda çok şanslıdır ona göre.

    ilk yevmiyesini alıp, unkapanı'nı bi kolaçan ettikten sonra jeton alıp ailesini arayan ibrahim zehra'nın çoktan nişanlandığını duyunca yıkılır. sonra kalkıp üstünü başını temizler ve pes etmek yok diyerek otobüse atladığı gibi tekrar erzurum'a gider. delikanlı gibi gecenin bir vakti kızın penceresinin önüne dikilip bağırır; overlok makinası ayağınıza geldi. yok şey der; haşim ağa, bende para kazanıcam, bende zengin olucam, lütfen zehra'yı verme o adama. ve haşim ağanın oğullarından bir güzel dayak yer o akşam. o gecenin anısı şu şarkıda yaşar;

    yaktılar yüreğimden vurdular ciğerimden.

    ibrahim'n bu tacizinin üstüne bir de düğün tarihi öne çekilmez mi? gelmez mi zengin adamın almanya'da ki zibidi oğlu geniş paça pantolonuyla? peki ibrahim naapar? önce bunu;

    ne bugün ne yarın unutmayacağım vallah.

    yapar. hemen akabinde bir de şunları söyler;

    tutma benim gibi onun elini.

    burada çok bilinen bir yanlışı düzeltmek istiyorum. hani el ele tutuşmazlar demiştik ya, bu şarkıda '' tutma benim gibi onun elini '' derken benim elimi tuttuğun gibi değil tutmadığın gibi demek ister. her neyse, konuya dönecek olursak yazdığı şarkıları söyleyemeyen ibo, sessiz çığlıklarını kurşunlarla patlatmak ümidiyle yapacak daha iyi bir şey olmadığını görünce bastı gitti askere. o, acemi birliğinden içeri '' en yakın binadan atla girme içeri '' espirisi eşliğinde girerken sevdiği zehra kınayı getir aneeey eşliğinde bir başka şeye girdi. yanıyordu ibrahim ve her nöbette söylüyordu sessizce;

    canısı ömrümün yarısı.

    söylemekle kalmayıp notasını da yaptı. zaman notalarla aktı geçti. o, '' bu saatten sonra ben mi ulllaaann'' diye çömezlerini aşağılayarak askerliğini bitirirken zehra '' tabi ki sen tabi ki sen'' şeklinde sevmekteydi adını gizliden ibrahim koyduğu oğlunu. ha niye öyle sevmekteydi? zehra oyunbaz bir kızdı, çocuğa önce kimmiş annesinin bir tanesi diye soruyordu.

    ibrahim için artık hayat sadece yaşamış olduklarını ısıtıp ısıtıp yiyeceği bir mutfak tezgahından ibaretti. zira hem oturacak bir yer bulamıyordu, hem de yaşamış olduklarından daha lezzetli bir yemeğin olacağına inanmıyordu bu dünyada. bazen içine biraz daha kekik kattı;

    gece boyu uyumasam şiir yazsam hayal kursam.

    bazen bastı pul biberi;

    hala ben dut gibi aşık.

    yiyenlerin ağzını yüzünü yaktı, ağlattı onları ve derken iskender ulus ile karşılaştı arkadaşlarıyla bol acılı yemeğini paylaşırken. iskender ulus onun bu halini görünce bu acıdan daha çok yemek çıkar mantığıyla ona bir peçete uzattı ve sil dedi burnundaki teri.

    işte o saatten sonra başladı ibrahim yeniden. söylediği her şarkıyı öyle bir söyledi ki o yanına yaklaştırmadıkları sevgilisiyle aralarında yüzlerce km varken hasbihal etti, dertleşti onunla. yeniden aşık etti hatta kendine. mesela dedi ki;

    sen özümsün sen sözümsün iki gözümsün sen.

    bunu duyan zehra ne yaptı? ne mi yaptı? ne yapsın garip. gizli gizi ağladı kocasından önce yatakları hazırlamak için girdiği odada. hatta bir gün erkenden uykusu gelen kocası içeri girip zehra ile ibrahim'in hasbihaline şahit olunca cinnet geçirdi. teyibi kırdı zehra'yı daha çok kırdı. tüm o yörede ibrahim erkal kasedi satan ne kadar adam varsa onları da kırdı. ama durduramadı ibrahim'i. daha yüksek sesle bağırdı;

    aşkından yanam yanam yanam kül olayım mı?

    o bağırdıkça zalim koca zehranın sesini kıstı. örseledi onu aşağıladı. ve tüm bunlar ibrahim'in kulağına kadar gidince bu zulumden kurtarmak için zehra yı bir kaç fake attı;

    dönemem sana ah gücüm yok!

    bu fakeler kocayı rahatlatsa da zehra'ya kan kusturdu. taa ki emine ün'ün dudaklarında ibo'nun dudaklarını görene dek. işte o gün bitti ibo onun için ki ibo'da bitmek için dudaklarında gezinmişti emine'nin. ha tabi hoşuna gitmemiş miydi? tabi olum manyak mısın?

    o günden sonra ibrahim ve zehra... yorudum lan amk. bu nasıl bir işsizlikti böyle. allah'ım galiba çıldırıyorum. kalkıp şunla biraz halay çekeyim bari tam olsun;

    https://www.youtube.com/watch?v=q7ngdh7qg84

    edit; linkler düzeltildi.

  • simdi en son gittigim metallica konserinden sonra kesinlikle tescilledim ben bunu. yabanci bir grubun elemani ne derse desin bizim seyircimiz hep ayni mecbur cevabi veriyor. bir kac ornek 27 temmuz 2008 metallica istanbul konserinden:

    james hetfield: istanbuuuuulll
    seyirci:yeah

    james hetfield:metallicaaaa
    seyirci:yeah

    james hetfield:istanbuuuuulll
    seyirci:yeah

    james hetfield:metallicaaaa
    seyirci:yeah

    james hetfield:how are you doing tonight?
    seyirci:yeah???

    james hetfield:you guys are incredible
    seyirci:yeah???

    james hetfield:i think that's enough for today.
    seyirci:yeah???

    ilerde cakalin biri cikacak:

    -istanbuuuulll....
    -yeah
    -are you responsible for the armenian genocide?
    -yeah!!!

    o zaman sicicaz iste. serefsizim avrupa gazeteleri baslik atar, elli bin turk kendi agziyla itiraf etti diye.

  • kazanın gerçekleştiği ve bir yaralının olduğu vagonlardan birindeydim. kaza anını anlatmak gerekirse, metro hafiften titremeye başladı, çok anormal bir durum olarak görmedik ama bir süre sonra titreme şiddeti epey arttı ve saniyeler içerisinde şu manzara gerçekleşti: (+18)

    http://imgur.com/ecpwjpw.jpg

    bu manzaradan hemen sonra metrodaki acil çıkış düğmesine bastık ve sirenler çaldı. şansımıza metronun her iki tarafında duvar değil de sağ tarafında inşaatın olduğu ve inşaat işçilerin olduğu boş bi alan vardı. onlardan yardım istedik, kapı açıldı ve çıkmaya başladık. ambulans istedik ve 30 dakika boyunca ambulans gelmedi ve o adam yaralı bi şekilde yerde yatmaya devam etti. kazazedelerden biri metroda çalışan işçilere "burada sağlık görevlisi yok mu hiç? başınıza bi şey gelse çağırabileceğiniz herhangi bi kimse?" dedi ama işçilerin başını öne eğip susması durumun vehametini özetlemeye yetti. kaza alanından çıkmak için de bu yolu kullandık:

    http://imgur.com/itq7kqs.jpg

    http://imgur.com/sccpgju.jpg

    http://imgur.com/ykrjrmm.jpg

    http://imgur.com/pf71ktv.jpg

    söylenecek çok söz de yok aslında.

    dip not: burayı okuyan haber ajanslarının dikkatine, yukarıdaki fotoğrafları dilediğiniz gibi kullanabilirsiniz. yeter ki türkiye'de insan hayatının bu kadar ucuz olduğunu herkesin yüzüne tokat gibi çarpın.

  • 9 yıl önce, stajyer öğrenci olarak çalıstığım hukuk bürosunda patron -aynı zamanda amcam- oğlunun telefon faturasını yatırmamı ister. fatura bedeli iki aylık kyk kredim tutarında. bürodan ücret almıyorum, karın tokluğuna çalıştırılmak için biçilmiş kaftanım çünkü yemek de yemiyorum büroda. dışarıda deli gibi yağmur yağıyor ve ben yaklaşık 30 dklık yürüyüş mesafesine bir saat içinde gidip, faturayı yatırıp geliyorum. patron sinirli, çünkü ona göre geç kaldım. ben sıçan gibiyim, çünkü donuma karar ıslanarak yürümüşüm. devamı;
    patron:neden geç kaldın?
    ben:yürüyerek gittim.
    patron:kızım sende hiç kafa yok mu otobüse binseydin.
    ben: o tarafa buradan otobüs yok.
    patron: neden taksiye binmedin?
    ben:..

    -neden taksiye binmedin?

    çünkü param yoktu, çünkü parası olmayan insanların aklına bile gelmez taksiye binmek. çünkü oğlunun yani kuzenimin telefon faturasını yatırmak için,hukuk fakültesi okuduğum için belki bir şeyler öğrenirim, belki işe yararım diye çalıştığım bürondan bana beş kuruş bile vermiyorsun. çünkü babam yani kardeşin işsiz. bana harçlık veremiyor. ama ben ne iş olsa yapayım, gerekirse yağmurda it gibi ıslanıp fatura ödeyeyim, belki elime üç beş bir şey geçer diye yanına geldim ve sen bana "neden taksiye binmedin?" diyorsun.

    bu ancak tek sıfatı zengin olan bir insanın kurabileceği bir cümle işte benim için. yağmurda ıslanan birine neden taksiye binmediğini sormayın.

    durum guncellemesi: artik taksiye binebiliyorum, kimseye neden taksiye binmedigini sormuyorum yine de. bir de bana neden taksiye binmedigimi soran herkesi affettim, amcami bile.