hesabın var mı? giriş yap

  • aras kargo'nun alanini isaretlemesi olayi. boylece yurtici kargo veya ptt kargo bu apartmana yaklasamayacak.

    siz neden yurtici kargo'nun geldik bulamadik stickeri yapistirdigini sandiniz olm? isiyorlar bahceye, oburleri giremiyor.

    kuryeye basarilar diliyorum, mesanene kuvvet evlat. dikkat et cok karanlikta iseme, acineler carpmasin.

  • buna kişisel olmayan bir örnek de verebileceğimi fark ettim:

    bizim bi arkadaş, böyle internetten tanıştığı bir kızla konuşurken kız buna: 'ya evin boyanması lazım' diye atmış oltayı. bu da zokaaaa diye giymiş metin özülkü işçi tulumunu, atlamış gitmiş kızın evine. bütün gece mala vurmuş, ama bildiğiniz mala. duvarlara vurmuş, fayanslara vurmş. pasta cila, slikon, kaloriferin havasının alımı derken evin her işini buna yaptırmışlar. gerçek hikaye bu.

    bunun dışında kadınlar da angarya'dan muaf değil. en bilinen örneği de, benim de sıklıkla başvurduğum,

    ''ya çok acıktım, bu saatte açık yer nerede bulacam, biri olsa da yemek yapsa'' çirkinliğidir.

    hamarat olduğunu ispat etmeye çalışan kadının börek yapıp gelmesi ile nihayetlenen bu aktiviteler ise ancak duruma göre angaryaya girer. çünkü erkek tarafı karşılığını vermeye çalışır. elinden geleni yapar. tabakta bırakmaz. öyle yetiştirilmişiz, ne yapalım. bunu da bulamayan varlar ile, arkandan ağlarlar ile.

  • mümkün mertebe uzak dursak da avm'lere bebek arabasıyla gitmek zorunda kaldığımız her seferde karşılaştığımız uyuz tiplerdir.
    dün akşam yine karşılaştık bu tiplerle.
    yürüyen bant olan katlarda zaten kesinlikle kullanmıyoruz asansörü ama yürüyen merdiven olunca güvenlik nedeniyle mecburen binmek gerekiyor asansöre. ama ne mümkün bir sürü gereksiz tip yüzünden binebilmek. adam 1 ya da 2 kat çıkabilmek için yürüyen merdivenin hemen yanındaki asansörün önünde 10 dakika bekleyebiliyor. fıttırıyorum. lan sen gezmeye gelmedin mi bu nalet yeri? geze geze çıksana amk yukarı! yaşın en fazla 30! nasıl bir robotluk bu!

    asansör geldiğinde binebilmek de ayrı bir macera. bebek arabasının yanlarından önümüze geçip binebiliyor insanlar. sıra mıra hak getire. öncelikli olmamız gerektiğini tamamen bir kenara bırakıyorum zira burası türkiye.

    bazen yavruyu kucağıma alıp yürüyen merdivene kaktırıyorum arabayı iki büklüm çıkıyorum üst kata.

    edit: anne değil baba yazdı.

    edit 2: öncelik tanımlanmamış diye atlamış sazan. tanımlanmış tabi ki. asansörün önünde öncelikliler diye bir tabela var ve orada bebek arabası işareti var. işte bu beyinsizler asansörleri işgal eden.

    edit 3: ha bir de memleketi bilmezmiş gibi ne işi var avm'de demiş. lan biz çok mu meraklıyız gidip onca insanın içinde sıkış tıkış hareket etmeye. 'zorunda kaldığımızda' yazmışız bak oraya. yani bu avm denen yerlerden tamamen uzak durmak artık çok zor. illa ki bir işini orada görmen gerekiyor. siz okküzsünüz diye biz kendimizi mi sakınalım. bunu sokak köpeklerine karşı yapıyoruz biz. ısırırlar diye gitmiyoruz onların takıldığı yerlere. sen de mi bu muameleyi istiyorsun. bu heyvanlar yüzünden gitmiyorum mu diyelim.

    debe editi: başlıktaki tüm entirileri okuyunca düşündüğümden daha fazla öküzle birlikte yaşadığımızı gördüm. ellerine sağlık çok güzel açıklayanlar olmuş konuyu. bir öküze anlatır gibi anlatmışlar.
    özetliyorum: kimse bu tiplerden iyilik beklemiyor, asansörden inip yer versin demiyor zaten. sadece sıra beklemesini öğrensinler ve mecbur değillerse kalabalık yapmasınlar yeterli. orada sırası gelen anne-baba asansöre binebilmeli. aksi gerçekten insanı delirtiyor.

  • benim için ilkokul yıllarında yapılmış olan harekettir.
    bir sürü kitabım vardı, hocalar ciltlememizi istedi, nasıl yapıcam edicem diye düşünürken babama da anlatmıştım durumu. sabah kalktığımda bir de ne göreyim babam hepsini ciltlemiş, tek tek defterleri bile. çocuk aklımla çiftçi babamın ciltleme işinden anlamayacağını düşünmüştüm. nerden bilsin diye düşündüm. o kadar temiz ve nizami ciltlemişti ki şok olmuştum. çok düzenli, tertipli, her şeyi not alan ama okuyamamış bir adam babam. o kadar eğitim aldık halen onun düzenine tertibine yetişemedim, bazı şeyler eğitimle olmuyor. kendi okuyamadı belki ama küçücük evinden iki öğretmen bir avukat çıktı. canım babam.

  • adamın fakirlik dnalarına işlemiş, 500 liralık saati pahalı sanıyor.

    yoktur hacı, ikisi de aynı. zamanı gösteriyor.

  • özellikle bu zihniyetteki 60+ yaş kişilere, zerre saygı duymamamın yegane sebebi olan dayıdır.

    ülkemizde bolca olduğu gibi şehrimizde, mahallemizde, sokağımızda hatta akraba çevremizde de bulunmaktadır.

    yüzlerine karşı diyorum, vatan haini nankörlersiniz, gelecek katilisiniz.

    edit : ifade

  • o kılın omuz bölgesine ait olduğunu bilebilen kimse bence kendisine hiç sevgili falan aramasın. bu beyin gücü ile milyarder falan olsun, dünyayı dolaşsın.

  • boğulmakla, bu insanların ölene kadar saygı duyacağı ve adınızı sayıklayıp duracağı bir efsane olursunuz.size can verdiklerini düşünürler.ömürleri boyunca yaptıkları en iyi iş ve ölüm döşeğindeyken varlıklarının ispatı olarak andıkları tek kişi siz olabilirsiniz.
    bu yüzden saldırgan kurbanı dibe vurmuş zavallıyı oynayın.profesyonel hatanın ta kendisi olun.eğer onlara kendilerini tanrı gibi hissettirebilirseniz , insanlar deveye hendek bile atlatırlar.
    tıkanma - chuck palahniuk

  • 1989'da utah üniversitesi'nde çalışan stanley pons adlı profesör ve yardımcısı martin fleischmann soğuk füzyon diye bir şey gerçekleştirdiklerini açıklarlar. ciddi bir nötron ışınımı olmuş ve kimyasal tepkimelerle açıklanamayan bir ısı açığa çıkmıştır. fizik dünyası son derece heyecanlanır; ama hevesler kursaklarda kalacaktır, çünkü son derece tuhaf şekilde deneyle ilgili hiçbir ayrıntı açıklanmaz. yarım yamalak, diğer bilim adamlarının veya akademik bir komitenin elinden geçmemiş bir rapor sunulur, deneyin tekrarlanmasına hiçbir şekilde olanak vermeyen, uyduruk bir şeydir. teori de oldukça şüpheli gözükmektedir. diğer fizikçiler eldeki az bilgiye dayanarak tekrar deneyleri yürütür. hiçbir deneyde en ufak bir nötron ışınımına rastlanmaz. pons ve fleischmann'ın bilgi vermeyişi olsa olsa işin degman olmasıyla yorumlanabilecek bir hal almaya başlamıştır, ama deneyle ilgili doğru düzgün bilgi olmayınca kesin olarak soğuk füzyonun gerçekleşmediği söylenememektedir. birkaç gün sürdüğünü söyledikleri işlemin sonunda birşey görülmeyince bir hafta, o da olmayınca haftalarca sürer diye kıvırmaya başlarlar. bu arada deneysel hatadan bile gelebilecek ufacık belirtiler az da olsa birşeylerin olduğu yolunda yorumlanır.

    bu sırada abd hükümeti, başarı olasılığı az bile olsa başarının getirisi inanılmaz olacağından diğer enerji araştırmalarından 5 milyon doları (1989'un parasıyla) soğuk füzyon araştırmalarına aktarır. dünyadaki tüm büyük üniversitelerde fizikçiler harıl harıl bu konuyu incelemektedir; soğuk füzyonla ilgili süreli yayınlar çıkar, konferanslar, sempozyumlar gırla gider. ancak soğuk füzyon hala olanaksız görünmektedir.

    bir toplantıda pons ve fleischmann naylon bir kaptan oluşan bir su banyosunun içinde yer alan basit, ufacık bir düzeneği "u-1 utah tokamak'ı" diye tanıtınca salon gülmekten yerlere yatar. dünyanın en ileri tokamak'ına sahip olan princeton plazma fiziği laboratuarı'ndan harold furth adında bir bilim adamı ağır su yerine normal su kullanınca ne olduğunu sorar ve öyle bir deneme yapılmadığı cevabını alır. (bu kontrol deneyidir. iki deney arasında fark yoksa olay ağır suyla ve dolayısıyla nükleer tepkimelerle alakalı değildir)

    bu komedi bir süre devam eder. bu arada fizikçiler olayın fiziksel olarak mümkün olmadığını gösterir, kimyagerler çıkan ısıyı tamamen kimyasal tepkimelerle açıklar. ikili kontrol deneyleri yapmamak için bahane üstüne bahane bulur. sonunda "füzyon olduysa kullandığınız katotta döteryum bulunması lazım, onu da tespit etmesi iş değil" denilir. haftalarca bu da katotları ancak imalatçı firmanın test edebileceği gibi bahanelerle geçiştirilir. sonunda test yapılır. 6 haziran 1989'da test sonuçları gelecek ve utah üniversitesi'nde basın toplantısıyla açıklanacaktır. oysa basın toplantısı iptal edilir, pons ve fleischmann sonucu açıklamayacaktır. gerekçeleri de (bkz: bahane) sonuçların başka bilim adamlarınca veya akademik bir komite tarafından kontrol edilmemiş olmasıdır!

    utah üniversitesi hemen soğuk füzyon çalışmalarını durdurur. pons ve fleischmann toyota'da bu fiyaskoyu bir süre daha devam ettirip sonra da tam film gibi ayrı ayrı ve sefil birer hayata adım atar.

    işin en ilginç yanı, halen soğuk füzyon ile ilgili olarak infinite energy adlı bir süreli yayın çıkması, soğuk füzyon hakkında yıllık konferanslar düzenlenmesidir. yani fizikçiler arasında ufo kültü kılıklı bir soğuk füzyoncular kitlesi oluşmuştur, her yıl aha bir şey buluyoruz galiba diyip aslında bir yere gitmiyorlardır ve fizik dünyasının geri kalanından izoledirler.*

    kaynak kitap: voodoo science
    alt başlığı: the road from foolishness to fraud
    yazari: robert park

  • sabah kalkilir dolaba bakilir..

    -aaa kinder bidi bidi sutlu balli, bu ne bu ne?
    +onlar benim dokunursan kafani kirarim..
    -ama ama, 2 tane var burda, biri benim degil mi? bohu
    +hayir! bir tanesini denemek icin aldim, oburunu de deneyince begenirsem diye aldim..
    -hm...

  • bilişsel bilimler, bilişsel "sistemlerle" ilgilenirler. öyleyse önce bir sistem varsayımı olmalı. peki sistem nedir?

    bir mekanizmanın veya bağlı bir ağın parçaları olarak birlikte çalışan şeyleri oluşturan, sistem adı verilen karmaşık bir yapıdır. bu nedenle, sistem belirli ilke ve prosedürlere göre çalışır.

    bilgisayar bilimleri (özellikle aı kısmı), psikoloji/sinirbilim (özellikle sinirbilim yani neuroscience), linguistik ve felsefe blümlerinin ortaklaşa çalıştığı bir projedir aslında bilişsel bilimler. beynin tam bir hesabını vermeye çalışan sistemlerine agı gerler. yani artifical general intelligence, fakat aı'cılardan bazıları bunun beyhude bir çaba olabileceği düşüncesiyle "pragmatik" hedeflere odaklanılması ve aı prosedürlerine bağlı kalınması gerektiğini önerirler. ileride zaten bir şekilde agı, yani bilmenin bütünlük içindeki tüm bilgisi kendi kendine peydah olacaktır.

    şimdi bu konu altında bilişsel bilimler camiasına "genel kanının aksine" görülen bazı tespitlerde bulunayım. spekülatif de olsa bu tespitlerin üzerine kurulu teoriler, eski bakış açılarının içine düştüğü bazı çıkmazlar yüzünden günden güne bilişsel bilim camiasında popüler olmaya başlamışlardır.

    *

    bilişsel sistemler sadece ve sadece kendi eylemlerini (actions) yaratırsa işe yarar çözümler sunarlar. buna göre geri bildirim duyumları, (feedback sensations) eylemlerini varlığını sürdürmek için çok özel bir şekilde yönlendirmeye yarar. bu tanımlarla biliş ve yaşam temelde aynı fenomen haline gelir. prensip olarak, ruh-beden problemi ancak bu şekilde tasviye edilerek bilişsel sistem gibi bir projeye başlanabilir.

    bu perspektiften baktığımızda, autopoiesis mefhumu oldukça önemlidir, çünkü ancak bu yol üzerinden bilişsel sistemlerin "iş görmesini" sağlayabiliriz.

    buna göre, sistemi olusturan parçaların tüm eylemleri sisteme yeni bir geri bildirim olarak geri döner. yani, kendini yeniden üretebiliyorsan yaşıyorsun bu hayatı demektir. istersen termosifon bile olabilirsin. eğer bu özelliğe sahipsen sana diyeceğim şey yine "yaşıyorsun bu hayatı" olur.

    autopoiesis söz konusu olduğunda, dağıtıcı bir yapının ortaya çıkması iki ayrılmaz varlık arasındaki ayrımı ortaya çıkarır: bir yandan organizma, diğer yandan ekolojik niş. 20. yüzyıl büyük düşünürlerinden biri olan gilbert simondon'un terimiyle bu iki mefhum sadece birbirleriyle ilişkilerinde var olurlar. fakat bunların varlıklarının statüsü, bilişsel bilimlerden ayrı, sadece felsefenin teknik mülahazalarına dayandığından, belki de zaten sadece "kuruntudan" ibaret olan bu probleme girmeyeceğim.

    autopoiesis ve bilişsel bilimi birlikte değerlendirdirdik ve birbirlerine kısaca eklemledik. şimdi de, duyu motor döngüsü (sensorimotor loop)kavramını ortaya koyalım.

    buna göre, duyusal girdiler, yukarıda tarif ettiğimiz autopoiesis'i korumak adına eylemleri belirli bir şekilde yönlendirmek için kullanılmalıdır. bu aslında bir bilme biçimidir. aslında bu, bir öneri niteliğindeki bilme terimi değil, doğrudan eylemde nasıl ifade edildiğini bilme biçimidir. dolayısıyla bir öğrenmedir. eğer bu kurala uyarsa, makinalar da öğrenir...

    bu eylemler çevreyi veya organizmanın çevresiyle olan ilişkisini değiştirir ve dolayısıyla duyusal girdiyi değiştirir. yazının ilk kısmıyla beraber ele alırsanız, bu durum döngüyü kapatır ve dinamik bir sistem kurar. hadi buraya küçük bir bakınız verelim. (bkz: dynamics systems theory) bir tane daha (bkz: dst) şimdi bu noktada, kilit nokta şu: dünyanın organizma için "ne" olduğu, eylemlerinin sonuçlarından ne daha azı ne de daha fazlasıdır, "ne" sorusunun cevabı da muhtemel eylemlerin dağarcığına bağlıdır.

    buna göre, eylem olmadan dünya ve algı yoktur. her canlı organizma eyler ve içinde bulunduğu dünyayı ortaya çıkarır. (bkz: eylemek)

    dolayısıyla, gerçeklik organizmaya çevre tarafından önceden verilmez, daha ziyade organizma tarafından ortak olarak kurulur.

    yani, duyusal deneyim, dış dünyanın içsel temsilini duyusal sinyallerle aktive ederek yaratılmaz, duyusal deneyim, tecrübe, his vs. ancak bir keşif tarzına karşılık gelir. bu nedenle de aktif bir süreçtir.

    algılama ve duyusal farkındalık, bu keşif eylemlerinden kaynaklanan duyusal girdilerdeki değişikliklerin yapısını kullanma eylemiyle ortaya çıkar. bu nedenle, planlama, akıl yürütme ve hedef başarısına ilişkin diğer görevler, tamamen olumsal bir şekilde çalışmaktadır. yani bilişsel sistemler, genellikleri gittikçe daralan bir şekilde yazarsak mantıkta, matematik ve fizik biliminde karşılaştığımız gibi zorunlu kurallar ve bu kuralların zorunlu sonuçları olarak gelecekteki olayların zorunluluğu yani determinizm kisvesinde iş görmezler.

    algı ve duyu gibi sonuçlar olumsal olsalar bile, bu olumsallık herhangi bir düzenleme olmadan gerçekleşmez. buna göre, eyleyen düzenleyici bir programla, bir yol haritasıyla (guideline) donatılmıştır. eyleyen (cognitive agent) buna göre yararlılığını en üst düzeye çıkaracak eylemleri seçer. bu minvalde, robotlar da çeşitli duyusal tarzlara sahip olabilir ve hatta sahiptir.

    tüm bu yazdıklarımın bulunduğu perspektif; beynin, ezberleme, akıl yürütme ve planlama gibi daha yüksek bilişsel süreçlerin üzerinde çalıştığı dış dünyanın içsel bir sunumunu yaptığı klasik görüşten radikal bir ayrılmadır.

    bu bakış açısı, algıyı açıklamak için içsel temsillere duyulan ihtiyacı ortadan kaldırır. içinde bulunduğu çevreyi, en iyi rol oynayan eyleyen tarafından örneklenebilecek en iyi temsil olarak görür.

    yani temel olarak pragmatik bir yaklaşımdır. bu doğrultuda da evrim teorilerinin dogmatik olmayanlarıyla da örtüştürülebilir, yakınlaştırılabilir.

    buna göre gerçerli olan evrimsel görüş, darwin'deki gibi survival of the fittest değildir. evrimi, lamarck'taki gibi kullanılan organlar zamanla gelişir, kullanılmayanlar körelir diye de teorize edemeyiz. daha ziyade bir katastrof süreci veya sürekli katastroflar sayesinde gelişen bir sistem olarak teorize edebiliriz.

    bu bakış açısının mottosu şudur:

    daha iyi performans = daha iyi adaptasyon

    *

    peki nasıl oluyor da, çevre bizde içsel bir temsil haline dönüşüyor? o da başka bir yazının konusu olsun.