• evvela dişlerimiz döküldü
    sonra saçlarımız
    arkasından birer birer arkadaşlarımız
    şu canım dünyanın orta yerinde
    yalnız başına yapayalnız
    kırılmış kolumuz, kanadımız
    tatlı canımızdan usanmışız

    bir şüphedir sarmış yüreğimizi
    ya kendini aldatıyor demişiz ya bizi
    bir şüphedir demir atmış ciğerimize
    pamuk ipliği ile bağlamışlar bizi
    düğüm üstüne düğüm şöyle dursun
    bir çalım bir kurum hepimizde
    nereden inceyse oradan kopsun

    bu canım dünyanın orta yerinde
    hayvanlar kadar bağlanamamışız birbirimize
    yalan mı? gözünü sevdiğim karıncalar
    işte: hamsiler sürü sürü
    arılar bölük bölük geçer
    leylekler tabur tabur

    ya bizler? eşref-i mahlukat! ..
    boğazımıza kadar kendi murdar karanlığımıza gömülmüşüz

    bizler bölük bölük, bizler tabur tabur
    bizler sürü sepet
    yalnız birbirimizi öldürmüşüz

    arkadaş dökümü..
    b.r.eyüboğlu
  • en azından üç dil bileceksin
    en azından üç dilde
    ana avrat dümdüz gideceksin
    en azından üç dil bileceksin
    en azından üç dilde düşünüp rüya göreceksin
    en azından üç dil
    birisi ana dilin
    elin ayağın kadar senin
    ana sütü gibi tatlı
    ana sütü gibi bedava
    nenniler küfürler masallar da caba,

    ötekiler yedi kat yabancı
    her kelime aslan ağzında
    her kelimeyi bir dişinle tırnağınla
    kök sökercesine söküp çıkartacaksın
    her kelimede bir tuğla boyu yükselecek
    her kelimede bir kat daha artacaksın

    en azından üç dil bileceksin
    en azından üç dilde
    canımın içi demesini
    canım ağzıma geldi demesini
    kırmızı gülün alı var demesini
    nerden ince ise ordan kopsun demesini
    atın ölümü arpadan olsun demesini
    keçiyi yardan uçuran bir tutam ottur demesini
    insanın insanı sömürmesi
    rezilliğin dik alası demesini
    ne demesi be
    gümbür gümbür gümbürdemesini bileceksin

    en azından üç dil bileceksin
    en azından üç dilde ana avrat dümdüz gideceksin
    en azından üç dil
    çünkü sen ne tarih ne coğrafya
    ne şu ne busun
    oğlum memiş
    sen otobüsü kaçırmış bir milletin çocuğusun

    dizeleriyle kalbimi fethetmis sair, yazar. yazdiklariyle resimlerini, cizdikleriyle de siirlerini suslemistir. resimlerine baktiginizda siirlerini gorursunuz ve siirlerinde de resimlerini.
  • günlerden öyle pis öyle yaşamsız bir gün... her şey ters gidiyor, düzeleceğine dair bir ışık da yok gibi.
    aynı böyle bir sonbahardı. hemen eve gitmeyeyim yürüyeyim biraz dedim. ev her şeyiyle temiz kalsın istiyor insan. sadece yerler, sehpa üstleri, elbiseler değil seninle birlikte içeri giren ya da senin için gelen duygular da temiz olsun, kirlenmesin.
    yürüdüm işte biraz, ne kadar bilmiyorum.
    sonra bir sokakta aniden korkunç bir müzik başladı. sesi de sonuna kadar açmış hadsiz. bir insana zorla sevmediği müziği dinletmek insanlık suçudur, işkencedir. e öleyim bari diye geçirdim içimden. göğe doğru beni değiştir işareti yapmak istedim ama her şeyin yeryüzünde olduğunu biliyordum, vazgeçtim.
    işte tam o anda mavi ahşap bir kapı gördüm. aslında mavi de değil cam göbeği. ne olduğunu düşünmeden girdim içeri. raflarda seramikten yapılmış minicik kuşlar vardı, böyle serçe parmağım kadar. bir de horozlar. dönüp nerede olduğuma baktığımda anladım bir atölyede olduğumu. sahibiyle ne konuştuk hatırlamıyorum, bir süre sonra tüm yeteneksizliğimle tezgahtaydım.
    hamura veya çamura dokunmak ve o hiçliğe bir beden vermek, eline boya alıp boş bir tuvale bir yaşam aktarmak, her gün binlercesini duyduğumuz sıradan kelimelerin bir araya gelip oluşturduğu cümlelerde dününü, yarınını, keşkeni, belkini okumak bu yaşamın oksijeni.
    bir kere öyle gerekmişti de oksijen vermişlerdi bana, çok iyi gelmişti. o atölyede geçirdiğim süreden sonra aynı öyle hissettim.
    gitme vakti geldiğinde yine o cam göbeği renkli kapıya yöneldim, o zaman fark ettim kapının yanına asılan kocaman bir bezin üzerine yazılı şiirini.

    “kimi eskidiği için yaşar,
    kimi yaşadıkça eskir,
    ne tohumda keramet,
    ne toprakta,
    ne başakta,
    marifet yaşamakta.”
  • 1949'da bir gün istanbul büyük kulüp'teki bir toplantıda, davetliler bedri rahmi eyüboğlu'ndan bir şiir okumasını isterler. bedri rahmi, şiiri okurken aniden gözlerinden yaşlar süzülür. "kadınım, kısrağım, karımsın." salondaki herkes niye ağladığını anlamıştır; tabii herkesten çok, hemen yanı başındaki -dizede geçen 'karımsın' sözünün kendisi olmadığını bilen- karısı eren eyüboğlu anlamıştır. peki neydi o şiir ve şiirin hikâyesi?

    1940’ların başları. evli ve yeni çocuk sahibi olmuş olan bedri rahmi eyüboğlu, güzel sanatlar akademisi’nde asistanlık yapmaktadır. o sırada heykel bölümüne misafir bir öğrenci gelir: türkiye'nin ilk kadın heykeltıraşlarından biri kabul edilen, esmer bir ermeni kızı mari gerekmezyan..

    ikili arasında filizlenen yasak aşk sanat ile beslenir ve ortaya büst, tablo ve şiir gibi sanat eserleri çıkar. mari, bedri rahmi’nin büstünü yapar. aralarındaki fırtınalı, yasak aşk sanat çevrelerinde tepkiyle karşılanır. mari ardı ardına önemli eserler üretmiş olmasına rağmen yaşadığı yasak aşk ve ermeni oluşu nedeniyle sanat çevresi ve toplum tarafından dışlanıp yok sayılır. bununla da kalmaz, mari evli bir adamla aşk yaşadığı için ermeni cemaatleri tarafından da dışlanır.

    "sigara paketlerine resmini çiziyor, körpe fidanlara adını yazıyordu” düşsel bir tabloda sevdalısıyla kendisini, gökyüzünde kanat açan iki atlı olarak resmetmişti.

    bu yasak aşk mektuplarla ve gizli gizli görüşmelerle sürerken o sıralarda mari halsizleşir. menenjit olmuştur. arındandan geceleri öksürük nöbetleri geçirmeye başlar. bedri rahmi, sürekli ateşi yükselen mari'nin başından ayrılmaz. ve gerçek anlaşılır: mari veremdir. dönemin öldürücü hastalığı, mari'yi pençesine alır. mari zayıflar, bitkinleşir. iyileşebilmesi için antibiyotiklere ihtiyaç vardır. savaş yeni bitmiştir, ilaç neredeyse yoktur ve çok pahalıdır. tedavi görecek parası da yoktur. bir sürü eseri olmasın rağmen, dışlandığı için eserlerine kimse rağbet göstermez.

    bedri rahmi ise elinden ne gelirse yapmaya çalışır. paha biçilmez tablolarını haraç mezat satıp mari’nin ilaçlarını alır. ancak bu çabaların hiçbiri mari’yi kurtarmaya yetmez. aynı yıl içinde, mari gerekmezyan istanbul alman hastanesinde hayata gözlerini yumar.

    bedri rahmi mi? kahrolur... kendini içkiye verir. sanata küser. evine dönmez. eren hanım ise bu duruma çok üzülür. eşini hayata ve evine döndürmek için çok çabalar. ve sonunda da döndürür evine. ya da öyle sanar. aslında o gece, onu evine döndüremediğini anlamıştır. o geceden sonra eren hanım, bir süre paris’te yaşamaya karar verir. ve paris’teyken eşine yazdığı bir mektupta, ona o geceyi şu sözleriyle hatırlatır:

    “canuşkam,
    kulüpte bir gece, şiir okumuştun, hani! hatırladın mı? gözlerinden, birden yaşlar döküldüğünü görünce içimin karardığını hissetmiştim. sesin, nasıl titremişti. hey! bütün bunları hatırlıyor musun? sanki böğrüme, kızgın bir ütü yapışmış gibi olmuştum. o gece… senin seneler sonra bile olsa yanıp tutuştuğunu anlamıştım! bedri’nin ruhuna, insan üstü bir gücün acıyıp, ona güç vermesi için dua etmiştim. ruhunun çektiği acıları allah dindirsin. allah sana resim yapma sevinci versin ve bizim yanımızda yaşamaktan, mutluluk duyabilmeni sağlasın.
    eren.” (4 ocak 1950 - paris)

    1950'den sonra bir süre ayrı yaşarlar. bedri rahmi sanatla neredeyse hiç ilgilenmez. birkaç otel panosu yaptı, onu da geçimini sağlamak için. 1959'da nato merkezinde 50 metrekarelik bir pano hazırlamak için paris'e gider. eşi eren hanım'la buluşur. tekrar beraber olurlar.

    ve... bedri yıllar sonra kansere yakalanır... 21 eylül 1975 tarihinde istanbul'da pankreas kanserinden yaşama veda eder ve küçükyalı mezarlığı'nda defnedilir.

    o gece okunan şiiri başta eren hanım olmak üzere kimse unutmaz. işte dillere pelesenk olan karadut'un hikâyesi budur işte. bu ilişkiden geriye pek çok tablo vardır ve pek çok da şiir. o gece, o kulüpte ağlayarak okuduğu bu şiir:

    karadut

    karadutum, çatal karam, çingenem
    nar tanem, nur tanem, bir tanem
    agaç isem dalımsın salkım saçak
    petek isem balımsın a gülüm
    günahımsın, vebalimsin.
    dili mercan, dizi mercan, dişi mercan
    yoluna bir can koyduğum
    gökte ararken yerde bulduğum
    karadutum, çatal karam, çingenem
    daha nem olacaktın bir tanem
    gülen ayvam, ağlayan narımsın
    kadınım, kısrağım, karımsın.
    ii
    sigara paketlerine resmini çizdiğim
    körpe fidanlara adını yazdığım
    karam, karam
    kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
    sıla kokar, arzu tüter
    ilgıt ılgıt buram buram.
    ben beyzade, kişizade,
    her türlü dertten topyekün azade
    hani şu ekmeği elden suyu gölden.
    durup dururken yorulan
    kibrit çöpü gibi kırılan
    yalnız sanat çıkmazlarında başını kaşıyan
    artık otlar göstermelik atlar gibi bedava yaşayan
    sen benim mihnet içinde yanmış kavrulmuşum
    n'etmiş, n'eylemiş, n'olmuşum
    cömert ırmaklar gibi gürül gürül
    bahtın karışmış bahtıma çok şükür.
    yunmuş, yıkanmış adam olmuşum.
    karam, karam
    kaşı karam, gözü karam, bahtı karam
    sensiz bana canım dünya haram olsun.

    * *
    * * *

    not: şairin bu yasak aşkının hiç yayımlanmamış mektupları için: hughette bouffard eyüboğlu, biz mektup yazardık `:*`

    torunu rahmi eyüboğlu'nun odatv youtube kanalı söyleşisi

    ayrıca: bakınız

    not: evet, sözlüğe böyle bir içerikle döndüm. yazmadığım dönemde yeşillendiren tüm yazar arkadaşlara teşekkür ederim. neden yazmadığımı, niçin bir sürü girdi sildiğimi bilen biliyor.
  • kendisine ait dol karabakir dol isimli kitabini uzun arayislarim sonunda bulmus bulunmaktayim.
    bir dortluk yazmadan da olmaz hatta;

    yaşımı yaşına kattım doksan çıktı
    canımı canına kattım noksan çıktı
    beraber bir resim çektirdik
    bombok çıktı
  • bir sevgilim olduğunda bana şiirini okusun istediğim şair, ressam. o eşsiz şiir;

    "susadım
    üç tane elma soydular,üç tane portakal
    nafile
    bir bardak suyun yerini tutmadı
    acıktım
    kuş sütü,kuru üzüm getirdiler
    nafile
    bir çimdik somunun yerini tutmadı
    seni düşündüm sevgilim şükrederek
    su gibi aziz olasın her daim
    ekmek gibi mübarek."
  • ne zaman yalnız kalsam, hüzünlü olsam aklıma bir dostun bi kağıt parçasında bana verdiği ustanın yalnızlıkla ilgili şiiri gelir..

    yalnızlığın kadarsın
    yalnızlığın mis kokmalı
    yalnızlık dediğin büyük bir zindan
    dünyanın en kalabalık zindanı
    dinden imandan cıkarır
    ama öyle bir adam eder ki insanı..
  • üç dil adında insanı koparan, fincanı zindanı vesairi taştan oyan bir şiiri vardır ki bedri beyin, değmeyin keyfe.. öte yandan "ressamların ismi bedri olmalı" şeklinde ülkemize yerleşen bir kanaatin ön saflarındandır aynı zamanda bedri bey. diğer örnek de biliyorsunuz ki bedri baykam

    bir de yemini var, atölyesinin duvarına astığı. o da şöyledir:
    bugüne kadar resim sanatı alanında
    yapılagelmiş olanları inceleyeceğime
    kendini bütün dünyaya kabul ettirmişler
    arasında beni en çok saranlarını ayırarak
    onlara kendi aramalarımı, denemelerimi
    katacağıma
    alışılagelmiş, basmakalıp, hazırlop
    klişeleşmiş çiğnene çiğnene tadı tuzu
    kalmamış hiçbir şeyi tekrarlamayacağıma
    elimden çıkan her çizgiye
    her lekeye
    her renge
    her beneğe
    kendi aklımı
    kendi tecrübemi
    kendi tasamı
    kendi ömrümü, yüreğimi basacağıma
    aldığım nefes, içtiğim su, bastığım toprak
    gözüm, kulağım, burnum,
    elim, belim, dilim, derim üstüne
    yemin ederim
    yemini bozduğum gün
    burdan giderim
  • eskici isimli şiirin sahibi şair:

    eskiden yeterdim kendime
    artardim bile
    simdi ne yapsam nafile
    ve
    kim demis 'can eskimez' diye
    bu can tedirgin tende
    can da eskimis
    ben de..
  • karadut şiirini yazdigi mari gerekmezyan 1946'da menenjit tuberkuloz'dan öldükten sonra bedri rahmi'nin dizeleri şöyledir:
    "türküler bitti
    halaylar durdu
    horonlar durdu
    hüzün geldi baş köşeye kuruldu
    yoruldu yüreğim, yoruldu."
hesabın var mı? giriş yap