• sorun, modernist yaklaşımlarla, sözüm ona ikici yaklaşımlarla bakıldığında özüne nüfuz edilemeyen bir film olmasıdır. ilk bakışta dini bir propaganda gibi görünmesi de işbu nedendendir. halbuki aydınlanma projesinden bu yana yoğun biçimde tartışılagelen din ve bilim, idealizm ve materyalizm, akıl ve duygu/inanç gibi ikici yaklaşımları sorunsallaştıran üst düzey bir düşünme örneğidir bu film. özcesi basit çözümlemelere direnir, ilgi bekler, sembollerin okunması gerekir.

    hikayedeki baba figürü tanrısını öldürmüş bir rasyonalisttir, ampirik düşünür, deneye inanır, doğaya bakar, onu test eder ve gününü ona göre ayarlar. gölün kıyısındaki ateşin başında oturan evsiz ise kimsesiz bir isa görünümündedir. kilise bomboştur. insanların iletişimi sıfır noktasındadır. nitekim ilk sahnelerden birinde bir binanın alt açıdan çekimi yapılır. binalar köprü kuramayan, insanları ayıran soğuk yapılardır sadece. dekalog 2'deki açılış sahnesiyle karşılaştırın: bir adam yerleri süpürmektedir, alışılmamış bir çekimde, bedeni arkaplandaki binalar gibi büyük görünür. teknolojik uygarlığa karşı saf haliyle sıradan insanın yüceltilişi. dekalog serisi modern insanın anlatımıdır, tüm acı-tatlı yönleriyle; kapitalizm, onun dayattığı yabancılaşma ve hristiyan uygarlığı ise merkezdeki meseleler değildir, sadece onların çevresinde dolaşılır ya da tek tek bireylerin hayatına yansımaları ele alınır.

    dekalog 1'deki oğul ise sorgular; tanrı nedir, ölüm ne anlama gelir, anlamaya çalışır.

    baba, oğluna bilimsel açıklamalarda bulunarak, duygusuz bir ses tonuyla ölümün tanımını yapar. soğukkanlıdır. bir anlamda buz tutmuş göl babanın donuk çehresi ve soğuk kalbinin yerine-geçenidir. gölün kıyısında isa onun inanmasını bekler sanki. yani baba yeter ki inansın, doğada her şey hazır gibi görünür. bir parça ateş buzu eritmeye yetecektir sanki. ama baba hazır değildir.

    şu halde baba (aynı zamanda profesör olduğu unutulmamalıdır) tanrıya değil, doğaya, bilime ve kendi aklına inanır. tanrının yerine kendi aklını koymuştur. bütün bunlar yalnızlığı yok etmeye, sevgisizliği anlaşılır kılmaya, iletişimsizliği çözmeye yetecek midir? sorun budur.

    diğer yandan, baba, oğlunu yitirdiğinde kiliseye gider, yapı gene bomboştur. sanki inançlı kimse kalmamış gibidir. sunağa doğru yürür ve suntayı devirir, mumlar erir, baba diz çöker. isyanın tipik görüntüsü. bu aslında kieslowski'ye özgü bir isyan betimi, katlanmanın ve kabullenmenin bir önbiçimidir. üç renk*'deki ailesini yitiren ama paradoksal biçimde özgürleşen, kendisi olan kadın kahramanı (juliette binoche) anımsayın. ölüm bir son değildir, yaşam yeniden başlayacaktır. nitekim kış mevsimi bitecek, bahar gelecektir. bir kalbin ölmesi uzun sürer. yoksa o an ölürdü!

    bana kalırsa şu soru mühimdir: tanrıyı öldürdük, tamam, ama yerine ne ikame edeceğiz? nietzsche aynı soruyu sorup belli bir tür nihilizmden söz açmamış mıydı?

    baba için de soru(n) budur. bilime inandı, doğayı gözlemledi, matematiğe ve kesinliğe gönül koydu, bilgisayara inandı, kendi aklını dinledi.

    şimdi oğlu öldüğüne göre ölümü de yakından tanıyor demektir. kilisedeki betimi onun tanrıya sığındığı manasına gelmez. bu betim, aydınlanmacı aklın, modernist projenin tek tek insanların mutlu olmasını sağlayamamasıdır. dekalog 1 özetle budur. aydınlanmacı felsefe, bilimsel proje, aklın evrenselliği gibi postyapısalcıların sorunsallaştırıp eleştirdikleri, yapısökümüne uğrattıkları ikici yaklaşımların sonu gelmiştir. baba bunu anlamış olmalıdır. artık hayata ve ölüme daha farklı bir gözle bakacağı, daha duygusal davranacağı, hatta belki mesleki kariyerini de gözden geçireceği kesindir.

    şöyle de söylenebilir: kilisede baştan çıkarılan babanın edimi geçici bir yerine koyma hamlesidir. anlık bir çaba. nitekim izleyen çekimde onu gene bilgisayar karşısında görürüz. ama bu kez ona dokunup onun direktiflerini dinleyecek midir? bilgisayar gene kendi kendine açılmıştır. "hazırım" diyerek profesörü baştan çıkarmaktadır. bu iki türlü kıskaç değil midir? bir yanda kilise (fiziki değişime uğrayan ikonu hatırlayın) diğer yanda teknoloji (bilim, akıl vb.). sorun hangisini tercih edeceği değil, seçimlerin kendisini huzura kavuşturup kavuşturmayacağıdır. kimsenin hayatı bir kitap okuduktan ya da bir film izledikten sonra değişmez, değişemez. profesörü de öyle düşünmek gerekir. tanrıya inansaydı, hayatı mı değişirdi? bir bilim adamıdır nihayetinde, ama şu haliyle bile her şeye çözüm bulabilmekte midir? ama her koşulda seçimlerdir insanı insan kılan. başka türlüsü mümkün değildir.

    ne kantçı rasyonalite, ne descartesçı bilim vizyonu, ne de nietzscheci nihilizm tanımı. merkezden x'e doğru yuvarlanıyorsak kime ya da neye sığınacağız? mesele budur. tanrıya mı, evrensel akla mı, bilime mi? unutma: herkesin tanrısı kendine benzer. akıl dediğin bir toz zerresi de olabilir. bilim ise iktidarın sağ koludur. geriye ne kalmıştır? işte dekalog 1 bu soruların etrafında dönenir bana kalırsa. benim anladığım bu.

    edit: yazım yanlışı düzeltildi
  • efsanevi dekalog serisinin ilk filmidir.
    --- spoiler ---
    aslında her şeyin ne olacağı başında belli ediliyor. bu bana kalırsa anlatım da olması gereken bir durum çünkü; ölüm dediğimiz durum zaten hayatın her anında apaçık ortada olan ve günün sonunda mutlaka birinin başına gelen bir şeydir. filmden genel olarak bahsedicek olursak; ilk defa kieslowski filmi izleyenlerin keyif almaması ya da adapte olmaması oldukça normaldir. her filminden az çok aynı tarzda gider çünkü ; hemen hemen her filminin soğukta geçmesi, polonya gibi yerlerde. süt, kan ve belli renk tonlarını temsil eden sembolleri fazlaca kullanması, fonda çalan müziğin her daim duruma daha da gerilim katması gibi. film oldukça sakin, mutlu ve sıradan başlıyor. her kieslowski filminde olduğu gibi karakterlerimizi hızlıca tanıyoruz ve onları tanırkende az çok başlarına ne geleceğini tahmin edebilir hale geliyoruz. pavelciğimiz ölümden bahsetmeye başlıyor ve babası da tamamen bir bilim aşığı olarak her şeye mantık ve bilim çerçevesinde cevap verip oğlunun bunlar üzerinde durmamasını istiyor. evlerine bir bilgisayar girmiş ve pavel bu bilgisayardan bile hızlı çalışıyor neredeyse. kendine ait programı bile var. derken bir gün zeki oğluşumuz her normal çocuk gibi buz pateni yapmak istiyor ve babasından izin alıyor. babası da bilgisayarına, biricik bilimine güvenip 3 günlük hava durumuna göre buzların kırılıp,kırılmayacağına bakıyor ve bilgisayarı ona kırılmayacağı yönünde cevaplar veriyor, oda oğluna izin veriyor. derken üniversite de hoca olan babamız, oğlundan haber alamıyor ve oğlunun kırılmaz dediği buzların kırılmasından dolayı göle düşüp öldüğünü öğreniyor. tanrıyı ne kadar reddedersek reddedelim, ne kadar mantık çerçevesinde yaşasakta yaşayalım, kader denilen ve ölüm denilen soğukluğun beklenmedik bir zamanda da olsa herkesin başına gelebileceğini gördük. ve pavel burda insanlığı temsil ediyordu aslında, o saf, neden dünyaya geldiğini bilmeyen ve doğduğu günden itibaren sorgulamaya başlayan insanı temsil ediyordu o ve çoğu insan gibi o da bunu öğrenemeden öldü gitti. ölümün dışında bilgisayarın, teknolojinin yavaş yavaş odak noktası olduğunu, insanların inanç sistemlerini, doğrularını, güvenlerini değiştirmeye başladığının da güzel bir eleştirisi yapılmış.
    ayrıca pavel i oynayan wojciech klata sen nasıl güzel rol yapıyorsun öyle, hele o 20-30 saniyelik ağlama sahnen neydi öyle ya.
    --- spoiler ---
  • mutlak doğru diye bir şey yoktur.
  • “senin rabbin benim, benden başka rabbin yoktur.” emri işlenir.
  • jeden, dekalog serisinin ilk filmidir. ilk olmakta birlikte dekalogların genel yapısının ve anlatım tarzının da temelini oluşturur. jeden, dekalogları emirleri ele alış ve işleyiş biçiminin çizgileri ve yansımalarını belirler. dekalogta her film sadece bir emir üzerinden anlatılmaz aynı anda birkaç emiri içinde barındırır. bu açıdan jeden sadece ilk emir değil aynı zamanda ikinci emir üzerinden şekillenir. ilk emir olan benden başka tanrın olmayacak ve ikinci emirde bahsedilen putlara tapmayacaksın hususları üzerine değerlendirilmelidir.
    film bir baba ve oğlunun hikayesini konu edinir. üniversitede öğretim görevlisi olan baba ve onun küçük oğlu ekseninde gelişen bu bölüm; hayatın, ölümün ve tanrının varlığının sorgulandığı konuşmaları ve tartışmaları ele alır. film bir flashforwardla yada daha doğru bir ifadeyle hikayesinin sonrasındaki bir zamanda bir kadının televizyonda gördüğü küçük bir çocuğa bakması ve ağlaması ile başlar. kieslowski daha filmin başında seyirciye sonuyla alakalı ipuçlarını verir. film birbirine bağlı olan baba ve oğlun hayatlarını sürdükleri bir apartman dairesinde ve bu çevrede ilerleyen bir olay örgüsüne sahiptir. küçük pawel babasıyla birlikte yaşayan, zeki ve sevimli aynı zamanda meraklı bir çocuktur. pawel, kahvaltı için bir şeyler almaya markete gitmiştir ve dönüş yolunda cansız bir köpek görür. buna benzer bir durum (ölü hayvan) diğer dekaloglarda (örneğin; piec’in açılış sahnesi) da vardır. eve geri dönen pawel kahvaltı masasında gazete okuyan babasının gazetesini hafifçe çekiştirir ve gazete basılmış olan ölüm ilanına bakar. bunun üzerine pawel babasına bir soru yöneltir. bu sahne önemlidir çünkü jeden’in anlatmak istediği ve belki de kieslowski’nin üzerine düşündüğü ve izleyicisine de aktarmak istediği o sorgulayıcı tavrı ve insan hayatının temel meseleleri olan ölüm ve varlık üzerine olan düşüncelerini krzysztof ve pawel arasında geçen derin diyalog üzerinden izleyiciye aktarır. pawel babasına; ‘birisi öldüğünde neden gazetede duyurulur?’ diye sorar ve ardından ‘insanlar neden ölür?’ der. babası ‘kalbin kan pompalaması durur, beyne kan gitmez, hareket durur, her şey durur ve her şey biter.’ diyerek durumu özetler. pawel ‘geriye ne kalır’ dediğinde, babası şu cevabı verir; ‘bir insan ne yaşamışsa bu onun anıları ve bıraktıklarıdır. anılar önemlidir. birisini, belli özelliklerini, belli yanlarını hatırlarsın. onun yüzünü, gülüşünü, bir dişinin eksik olduğunu hatırlarsın.’ ardından pawel ‘ruhların huzura kavuşması için’ der ve ekler ‘bana ruhlardan hiç bahsetmedin’. babası ‘ruh diye bir şey yoktur’ deyince pawel teyzesinin ruhların olduğunu söylediğini hatırlatır. babası ‘bazıları ona inanarak daha rahat eder’ deyince pawel ‘babasına sen ruhlara inanıyor musun’ dediğinde babası ‘ben mi? bilmiyorum. hem neden sordun? ne oldu?’. pawel anlatmaya başlar; ‘hiç, sadece soruların cevabını bulduğumda mutlu oluyorum. bir de güvercinler ekmek kırıntılarına geldiğinde mutlu oluyorum. ölü bir köpek gördüm. sonra neden böyle diye düşündüm. bayan piggy'nin, kermit'i ne kadar sürede yakaladığını çözmem ne işe yarar?
    bir diğer önemli sahnede bu sahnenin tamamlayıcısı niteliğindeki ardılı olan sahnedir. okul çıkışı halasıyla buluşan pawel babasıyla arasında geçen konuşmadan bahseder ve sohbet ilerledikçe teyzesi ona neden babasıyla farklı olduklarını anlatır ve şunları söyler; ‘biz katolik bir ailedeniz.baban daha sen doğmadan önce her şeyin hesaplanabileceğini düşünürdü. bu hesaplamaların hayatın her alanına uygulanabileceğini düşünüyor. belki bazen tanrı'ya inanıyordur, ama kabul etmiyor. babanın yaşam tarzı çok mantıklı görünebilir, ama tanrı'nın kurallarını çiğniyor.söylediklerimi anlıyor musun?’. pawel ‘pek sayılmaz’ deyince halası ‘tanrı eğer inanırsan, çok basit.’ der ve pawel sorar; ‘sen tanrı'ya inanıyor musun?’. bunun üzerine halası evet minvalinde kafasını sallar ve pawel tekrar sorar; ‘peki tanrı kim?’ halası pawel’e sımsıkı sarılır ve pawel’e ‘kendini nasıl hissediyorsun?’ deyince pawel ‘seni seviyorum’ der. halası şu önemli cümleyi kurar; ‘işte tanrı'nın olduğu yer.’
    bu iki can alıcı sahne ve diyaloglar bize hem zıtlığı hem de derin bir sorgulamayı pawel üzerinden yansıtır. küçük yaşına rağmen dahi denecek kadar zeki ve bir o kadar da meraklı pawel hayatı anlamaya ve anlamlandırmaya çalışmaktadır. bu noktada babası bilimi ve varoluşçuluğu savunurken, halası dini ve tanrının varlığını savunur ve temsil ederler. bu noktada kieslowski seyirciyi pawel’in yerine koyuyor. diyaloglar ve yaşananları üzerine izleyiciyi de düşünmeye itiyor. bir gün pawel buzda kaymak istediğini ve yeni patenlere ihtiyacı olduğunu söylüyor. bunun üzerine babası ona yeni bir çift paten alıyor. krzysztof bir bilim insanı ve garantici bir adam. veriler ve bilgi onun için en büyük inanç kaynağı. pawel’in evlerinin yakınındaki donmuş gölette kaymak istediği için krzysztof önce hava raporlarını ve gerekli bilgileri pawel’le birlikte meteorolojiden alıyor ve çok güvendiği bilgisayarından verileri kontrol ediyor. sonra pawel bir gece yatağına yatmışken dışarı çıkıyor ve buz kütlesi üzerinde geziniyor. verilerin 200 kg ağırlığını dahi kaldırabilecek bir buz kütlesi olduğuna güvenini böylece sağlamlaştırmış oluyor. krzysztof ertesi sabah evde çalışmalarıyla uğraşıyorken bir anda mürekkep kabı deliniyor ve mürekkepler dökülmeye başlıyor. o sırada kapı çalıyor, krzysztof kapıyı açıyor ve küçük bir kız çocuğu (komşularının kızı) pawel’in evde olup olmadığını soruyor. krzysztof niye deyince küçük kız annem sordu diyor. ellerini yıkayıp dışarıya çıkan krzysztof, pawel’i arıyor fakat ulaşamıyor. komşusuyla da görüştüğünde pawel’in girmesi gereken ingilizce dersinin iptal olduğunu ve derse girmediklerini öğreniyor. bu sırada kadın göletteki buzun kırılmış olduğun bahsediyor. krzysztof kendinden emin bir şekilde endişelenmeyin buz kırılmaz diyor. sonra krzysztof göledin oraya gidiyor ve kırılmış buz parçasının içine birisinin düştüğünü anlıyor. o sırada kız kardeşi ırena ile konuşan krzysztof ona pawel’le bugün görüşüp görüşmediğini soruyor. bunun üzerine ırena, pawel’le buluşacaklarını ancak dersi olduğundan görüşemediklerini söylüyor. ırena’ya krzysztof’a bir şey mi oldu diye sorunca krzysztof mürekkep şişesinin kırıldığını söylüyor. bunun pawel’le ne alakası olduğunu sorduğunda buz kütlesinin kırıldığından bahsediyor ve göledin oraya gideceğini söylüyor. ırena’da beraberinde gölede gidiyorlar. göletten çıkan cansız bedenin pawel olduğu anlaşılıyor. jeden, vurucu ve filmin atmosferindeki o soğuğun yakıcılığı gibi bir final yapıyor. eve dönen krzysztof açık olan bilgisayarının ekranına bakıyor ve ekrandaki ‘ı am ready’ yazısını okuyor. ardından kendini kiliseye atan krzysztof burada tuğlaları yıkıyor ve üzerlerindeki mumları yere seriyor. mumların damlaları meryem ana resminin üzerine adeta birer gözyaşı gibi dökülüyor.
    jeden aslında hem birinci emir olan bende başka tanrıya inanmayacaksın ödünü bilime hem de ikinci emir olan putlara tapmayacaksın söylemini bilgisayara ve teknolojiye tercih eden krzysztof’un çocuğu üzerinden cezalandırılışını gösteriyor. on emir’de tanrının belirttiği ‘ben kıskanç bir tanrıyım ve benden nefret edenin babasının işlediği günahın hesabını çocuklarından sorarım’ buyruğunun gerçekleştiğini görüyoruz. kieslowski burada emirlerin çiğnenmesi durumunda tanrını n gazabına uğranacağını gösteriyor. fakat başka bir dekalog’ta bunun tam tersi bir durum söz konusu olabiliyor. işte bu kieslowski’nin derin düşünce dünyasının ve farklı bakış açısının bir uzantısı.
    jeden senaryo ve hikaye açısından derinlikli bir film. bununla birlikte film teknik açıdan klasik bir kieslowski görselliği ve estetikliği sunarken birçok sembolde kullanıyor. mürekkebin dökülüp buzun kırılması, mumların eriyip resimde gözyaşına dönüşmesi ve benzeri unsurlar ise filmin birazda estetik kaygıyla yaratılmış kör göze parmak sahneleri. fakat genel manada jeden gerek anlattığı hikaye gerekse hikayeyi anlatış şekliyle, hem görsel hem kurgusal olarak güçlü bir film olmayı başarıyor.
  • dekalog vol1

    ne kadar hesap kitap yaparsak yapalım tanımlayamadığımız, boşluklarını dolduramadığımız o sonsuz oyuk, an gelir kara delik misali bütün rasyonelliğimizi vakumlar. sorular yanıtsız kalır cevaplar ise pespaye.

    schopenhauer'a göre insan irrasyonel istenci doğrultusunda eyler, rasyonelliğe eylem(ler)ini meşrulaştırmak için sonradan başvurur.

    buradan basit bir çözümleme yapabiliriz. maddeye mana yüklediğimizde madde bize her zaman somut bir tepki vermeyebilir. şaşırıp afalladığımız nokta tam da burası soyut tepkiler karşısında tiyatro sahnesinde ellerini nereye koyacağını bilmeyen acemi bir oyuncunun çaresizliğiyle baş başa kalırız.

    kieslowski bu çıkmaz sokağı ilk kurşunda gayet iyi tasvir etmiş.
  • filmi izlerken -ki ben dizi olduğunu iddia ediyorum- verilen mesajı son sahneye kadar özümseyemiyorsunuz. aslında çok açık, somut bir şekilde karşınızda duruyor lakin ince ince işlendiği için ancak son sahnesinde bütün parçalar birbirine oturuyor. bu arada son sahne en sevdiğim kısım oldu.
    olayların tahmin edilebilirliği bir miktar sıkıcılaştırmış. evet pavel ölecek ve evet bunu ölümü sorguladığında anlayabiliyorsun ama buna emin olamıyorsun. evet gölün başında yanan o ateşle ilgili bir şey olacak ama ne olduğunu bilmiyorsun. aslında aklına geliyor ama buna da emin olamıyorsun. olayların bu kadar göz önünde olması verilen sembolleri ilk anda anlamanızı zorlaştırıyor -en azından ilk film için- ama tek solukta bitirmenize engel olamıyor.
    yapım eski olduğundan mıdır bilinmez ama çekimi olayın inandırıcılığını ve samimiyetini artırıyor bence.
    her neyse benim ilk izlenimlerim bunlar, iyi seyirlerr
  • insan tanrı yerine ne koysa yanılıyor, yamuluyor. dogmatik olandan ve bir şeyi dogmatik yapmaktan elimizden geldiğince sakınmalıyız. filmdeki baba karakteri aslında tipik bi örnek. çünkü bilimi zaman içinde dogmatik bi sarsılmaz inanca çevirmek de aslında az rastlanan bir şey değil. birçok bilim insanında benzer şeyi görürüz, bilim insanı olmayıp olma yolunda ilerleyen genç adaylar da dahil buna. herkes her şeyden hemen emin olup hükmünü vermeye zaten dünden razıyken bir de işin içine bilimsel bilgideki yetkinlikler eklenince durum başka yerlere gidebiliyor tabii. bu yüzden günümüz bilim dünyasının en büyük eksiği aslında felsefedir, felsefi tartışmalar bilimsel münazaralar için oldukça geliştirici bir faktör. bilinç konusundaki tartışmaları okumayı bu yüzden seviyorum, yahut uzay araştırmalarına ekonomik yönden bakılmasını okumayı da. filmdeki benim açımdan özet, bazen içimizdeki sese kulak vermeli. bu yüzden içimizdeki sesi kısmamalı. şüphecilikten asla vazgeçmemeli, söz konusu bilim ise bile ne kadar güçlü bir şekilde savunduğumuz doğru olduğunu düşündüğümüz bir şey olursa olsun, "ama" asla rafa kalkmamalı. babası bi an için bi bilim insanı değil bir baba olarak davransaydı ve o "ama"yı koyabilseydi eğer, öyle bir son olmazdı...
  • dekalogları garip bir şekilde izlemiştim. haz duyduğum anların büyük kısmı eserlerin sinematografi kısımlarıyla alakalıydı. yıllar evvel ilk bölüm hakkında şöyle bir gevezelik yapmıştım.

    ***

    dekalog jeden dinsel bir ayartma mı içeriyor?

    düşünün ki, iki yönetmen bir işe girişiyor ve tv de yayınlanacak on bölümlük kısa filmler çekecekler.kısa filmden kastım dizi manasında. konu itibariyle zaten var olmuş on emri kullanıyorsunuz. efendime söyleyeyim, eğer altyapısı din olan bir fikirle yola çıkıyorsanız, tabiki dini motifleri soyut olarak düşüneceksiniz.

    tanrıya inanma noktasında spinoza düşüncesiyle yola çıkalım. spinoza'nın şu sözlerine kulak verelim: (dekalog üzerinden kısaca sosyopolitik olarak marx emek-değer önermesine de dokunuyoruz. nedeni çocukları da meta olarak görme sayılabilir ama bu fikri uzatırsak mevzuyu dağıtma endişesi var. o başka bir incelemenin metni olabilir)

    --- spoiler ---

    'tanrı’nın hiçbir şeyi boşa yapmayacağını ileri sürerken, tanrı’nın da insanlar kadar deli olduğunu kastetmekten daha öteye gidemediler! tanrı’nın sunduğu o kadar yararlı şey arasında, depremler, hastalıklar, vb. gibi hiç de az sayıda olmayan zararlı şeyin de olduğunu gördüler, ve bunların insanların kötü davranışlarından, ahlaksızlıklarından, günahlarından kaynaklandığını söylediler. günlük deneyimin tüm itirazlarına, zararlı veya yararlı, tüm olayların hiç ayrım yapmaksızın, inançlılara veya inançsızlara da rastladığını sayısız örneklerle göstermesine rağmen, bu kökleşmiş önyargılarından vazgeçmediler.'
    --- spoiler ---

    bu sözü dekalog üzerine düşünelim. içkin bir tanrı savına benzer, mevzuyu içkin madde/ soyut kavramı arasında irdeleyelim. dahi çocuk sevimli halleriyle bize tanrının saf halini sunduğunu söyleyelim. ama spinoza bize böyle bir şey karşısında yanıldığımızı söylerdi. saf iyiliği her yanıtla tanrıya sunup, kötülük motifi olarak başka canlılara atfeden bizler, içkin tanrı anlayışında aslında iyi ve kötü her şeyi değil, her şeyi ve hiçliği de (en azından düşünce olarak) tanrı yaratmış diyebiliriz. üç temel din de şeytan öğesi bolca bulunur. ayartılma hadisesi çarpıcıdır. ancak şeytan/ iblis/ azazil kötülüğü yaratan değildir. kötülük bir madde olsaydı devamında üreten olmakla, onu biz var ettik iddiası güdemezdik. özellikle rus ya da amerikan yazarların (1850 sonrası-1930'lara dek) tanrısızlığı sunuşları bize günümüz açısından çarpıcı bir örnek sunuyor. bilimin gelişmeye başladığı an itibariyle demiyorum, günümüz için diyorum ki, bizi aldatan bu gelişme bir taraftan yok oluşumuz için de geçerli bir kart da sunuyor. tek bombayla bir kıtayı mahvedecek bombayı üreten insan zekası, sonuçta bu gelişmeyi kendi üstün zekalı insanlarına dayandırarak sunuyor. ayda gezinme, mars da koloni kurma iddiası ve hayali canlı tutuluyor ama aynı ay'ın ya da diğer gezegenlerin var oluş safhası belirsiz bir bilim ilgisine dayandırılıyor. her seferinde dünyaya da çarpması muhtemel gök taşları, bir engel ya da kendi içindeki patlama vasıtasıyla, veyahut dünya etrafındaki koruma duvarı gibi düşünelim bir yere çarpıp, dünyaya zarar vermekten vazgeçiyor. kaos örneği burada yavan kaldığını itiraf edelim. dahası şunu ilginç görebilirdim iddia edenler arasında: tanrıya ait bir parça bulursak..

    hep şunu düşünmüşümdür: bir gün ona ait bir şey bulanacak belki ama o zaman kıyamet denen şey mi kopacak?(soru, sorun değil)

    bir şey çok umulur ve beklenirse, doğaya yönelik olarak bilimsel diyelim o zaman, ters tepki verir ve uzaklaşmaya devam eder. zıt değil, aynı formatta istençler birbirini itmeye devam eder. tanrı'yı görme, onu bulma ya da ona kavuşma iddiasının bu dünyada mümkün olmayışını karşılayan fikir, spinoza tözüyle kolaylaşıyor. içkin bir tanrı bize kendimizi veriyor. biz tanrı değiliz, burada 'ben tanrı oldum' nanesini yorumlamıyoruz, tanrı'yı bulmamız gereken yerin ruhsal (metafiziksel ilgi) bağlantı vasıtasıyla olacağını anlayabiliriz.

    o zaman sonuçta spinoza'ya göz atarak ona ya 'tanrısız tanrıya arzu' ya da 'tanrının arzulanış kısmındaki içkin tanrıya sığınma' kodlarını ortaya çıkarabiliriz.

    kieslowski sinema perdesindeki panteist (kısıtlama yerine kör talih filmindeki senaryo üzerinden ele alırsak, sonuçta bekleyen sonun -buna ölüm diyelim- değişmediğini anlayabiliriz, tümtanrıcı bakış açısı zorlama bir yorum olur) değildir. -kendini bir kere öyle sunmuyor- işine üniversite zamanından beri aşık ve bir fikri olan insanlardan. spinoza'ya yapıldığı gibi onu tanrıyla kafayı bozmuş diyenlerin yanıldığı nokta da, o 'sizin içkin hale getiremediğiniz şeyleri anlatıyordum' diyebilir. 'inanmama noktasında serbest olan bizler, inanma noktasında neden serbest kalamıyoruz' sorusu konuya dahil değildir.

    dekalog birin öğelerini dini motifler olarak direkt sunmakla konuya çok uzak kalınır. senaryo olması gerektiği gibi inceleniyor. sırf kendi anlayışım şu şekilde diye, serinin bu bölümünü hangi hakla eleştirebilirim?

    mantıksal yönüyle buzun kırılma esprisini eleştiren olabilir, bu anlaşılabilir ama bilime suçlama diye bir şey yok burada, bilimin eksik kaldığı parçalardan bize bahsediyor. bir müzik parçası çalınacak ama parçaya ait üç nota artık yok diyelim. o üç nota kullanılmadan çalınabilir parçalar olsa da istediğimiz parça da üç notayı kullanıyorsak bizi rahatsız eden müzik ortaya çıkar. bilimi olması gerektiği yerden ayrı düşünmek akla çok mu mantıklı geliyor? bilimi çirkin gösteren şey, dini ya da başka bir motifi kendi menfaati uğruna kullananlar tarafından kaynaklanıyor.

    burada o zaman 'ya tamam, bilim kötü gösterilmiyor ama sonuçta yine de imtihan edilme amacı gidiliyor, 'bak işte çok sevdiğin bir şeyi tanrın olarak ben elimden alırım' diyenler de çıkabilir. senaryonun gereksinimi budur arkadaşım zaten. iki yönetmen de olması gerekeni yapıyor. iki türlü de yobaz fikre bulanmadan, sadece işini yapıyor. ve işin en komik tarafını şöyle söyleyeyim: düşünce, sağlıklı bir düşünceyle düşünme eylemi insana çok soru sordurması gerekir. eğer gereken soruları sormayıp, basmakalıp haliyle olaylar, görseller eleştirilirse, iki türlü yobazlık içerisine girilir.

    tanrı bize inanıyorum ya da inanmıyorum diyen yobazın elinden kurtulma düşüncesini / sabrını versin.

    foucault bilimi değerlendirirken haksız değildi. güçlü bir insan ya da klik onu kendi emelleri için kullanır. her şey bittiği an kâr etmeyen bilim de dışlanır. o zaman içkin tanrı anlayışından başka hangi şey daha gerçek gelebilir ki?

    işte gerçek. sanatın modern kırılma sürecinde yaşadığı en hakiki çatlağa ait soru ya da sorunsal.

    'please, tell me truth!'

    evlilik, arkadaşlık, iş ilişkilerinde de en büyük pay onun değil mi? gerçeklik.

    realizmin ya da pozitivist bir idealin peşinde bu gerçekten bahsetmiyorum. kanlı canlı, bizim ihtiyacımız olan yegane şey.

    bunun için muhalif olmuyor muyuz, hatta öldürüyor, ölmüyor muyuz?

    tarihin gerçeklik peşindeki kaygısı yukarıdaki cümleye nazaran izah edilmiyor mu?

    giriş müziği, bölüm sürerken devam eden müzikler ve her dekalog bölümünün efsanevi sonu. meleği görünce konuşma yerine bakışların uzunca bir süre ona takılması. sahi , gözükebilir olması mı yoksa o bakışların asıl ne amaçla o kadar keskin kaldığını düşünelim. figürün soyutlaması somutlanışından daha çarpıcı. zihnimiz onu düşünüyor, görüp görmemek ilgimiz dışında. var oluşu bizi ürpertiyor.

    ***

    gevezelik kısmını tekrar okuyunca, gerçeklik kısmında biraz iddialı bir çıkış yaptığımı görüyorum. mesela 'evlilik, arkadaşlık, iş ilişkilerinde de en büyük pay onun değil mi? gerçeklik., realizmin ya da pozitivist bir idealin peşinde bu gerçekten bahsetmiyorum. kanlı canlı, bizim ihtiyacımız olan yegane şey' kısmında şahsi doğrular üzerine mi yoksa gerçek üzerine mi meseleyi irdelediğimi hatırlamaya çalışıyorum da, sanırım kendi kanaatimin iddiasında ileri gitmişim. şimdi 'fikrimi inkar ediyorum, hayır öyle değildi' demiyorum ama bir görüntüden, filmden, video kesitinden ahlaki öğüt ve çıkarıma gitmeye lüzum var mıydı diye kendime sormak istiyorum.

    şimdi kabul ettiğim şey yobazın dini olmaz kısmıyla alakalıdır ki, buradan bile 'içkin tanrı anlayışından başka hangi şey daha gerçek gelebilir ki' soruma tekrardan 'merhaba' diyorum. gerçeği yine kanaatlerimiz çevresinde değerlendirip, 'işte bu gerçektir' demek, onu direkt gerçek olmakla mimlemek doğru/ yanlış ikilemi arasına insanı sıkıştırabiliyor. şu anda bir şeyin gerçekliğini iddia etmenin küstahlığı üzerine söyleniyorum. yoksa kendi pencerem olduğu yerde duruyor. benim gördüğüm manzarayı görmeyen birine o benim gibi görüyormuş ısrarıyla yaklaşmak, iddia ettiğim ve doğru olduğuna inandığım, hatta gerçek oluşu konusunda şüphe bile duymadığım şeyi incitir. çünkü gerçeğin zavallı egomun üzerinde olması, öyle durması onun hakkıdır. *
  • bez konca'yla hem partinin hem de kilisenin şimşeklerini üzerine çeken krzysztof kieslowski'nin kiliseyi memnun eden dekalog serisinin ilk filmi.

    sovyetler birliği dağılıyor, polonya'da en büyük güç katolik kilisesi ve halkın yıllardır komünist parti tekelindeki tek kanallı televizyona* olan öfkesi yatıştırılmak isteniyor. zira kilisenin yeni propaganda üssü orası.

    hem söyleşilerini hem de filmlerini bir arada ilerlettiğiniz zaman kieslowski'nin tuhaf ve gelgitli bir ruh hali olduğunu anlıyorsunuz. filmografisi içinde kendisinin de beğenmediği filmler hep bu türden ikilimlere hapsoldukları aslında. yani materyalizmle metafizik arasında denge kurmaya çalıştığı filmler. dönemin ruhu itibariyle oldukça tutmuş bir serinin başlangıcı olsa da filmin yüzeyselliği su götürmüyor. kanal 7'deki ''nasıl imana geldim'' serilerini iyi bir yönetmene çektirmekten halliceydi benim açımdan. hâsılı, yine yönetmenlik açısından başarılı fakat hikayeyle senaryo açısından cılız bir kilise güzellemesi.
hesabın var mı? giriş yap