• çıkıp çıkmadığını biz sade vatandaş olarak anlayamayız. çıkıp çıkmadığını anlamamız için medya olması lazım. medyanın anlatması ballandıra ballandıra ''çöktü'', ''mahvolduk'', ''yeter'', ''bittik'' manşetleriyle bize anlatması lazım. biz sade vatandaş olarak sadece krizden şüphelenebiliriz. krizin olup olmadığını anlayamayız.

    2012'de 74 bine satılan araç 2014'te 96.000'e satılıyorsa enflasyon %8-9 iken 2 yılda toplam %33 zam yapılıyorsa kriz olmasa bile doğru olmayan bir şeyler var sanırım. veya incir'in kilosu 7 lira olur mu arkadaş, incir yiyemiyorum ama kriz çıkmadı sanıyorum. incir lan incir.

    kendim 6 yaşında arabaya biniyorum, milletin audi'sine bakıp ooo ülkede kriz yok diyorum. eskiden (2 sene önce) 120-130 liraya aldığım adidas ayakkabı olmuş 230-240 lira ve hala kriz yok he mi? oturduğum eve 2 sene önce taşındığımda fiyatı 240 bindi şimdi ise 360'e satıyorlar ve kriz yok öyle mi? buna inanmak resmen aptalca.

    kriz var, orta sınıf için, çalışanlar için, beyaz yakalılar için, mavi yakalılar için, doktor için, mühendis için, öğretmen için, işçi için kriz var. kabul etseniz de etmeseniz de, görseniz de görmeseniz de var.

    son 5 yıldır orta sınıf yaşam kalitesini yükseltemiyor. tasarruf yapamıyor, geleceğe güvenle bakamıyor. çalıp çırpan müteahhit için kriz yoksa bile benim için var. tarih bu sınıf odaklı krizi nasıl yazar bilmiyorum ama es geçmeyip bir şekilde yazacağına eminim.

    çünkü 20014 türkiye'sinde ekonomik kriz var.
  • bizden neden global bir firma çıkmıyor?
    bizden neden global şirketlere genel yöneticiler çıkmıyor?
    charles'tan, craig'den neyimiz eksik?
    neden türkiye sınırları içinde hapis kalıyoruz?

    ----

    şu gri ekrana girip düzgün bir şeyler yazmayalı aylar olmuş. çok içimden gelmiyor ya neyse. bir train of thought entrysi ile daha beraberiz, tam kararında kafam. ankara'da bir otel odasındayım, akşam dışarı çıkmak istemedim. ikinci biramın sonlarına yaklaştım, klima açık, ortam sıcaklığı uygun. yorgan üzerimde.

    önceki entrylerimde bir sürü kere yazdım zaten, yine üzerinden geçeyim ama. güzide ülkemin sıradan üniversitelerinden birinde mühendislik okumuş idealist bir gencim. yurtdışında bir çok ülkeyi gezmişliğim, bir sene yaşamışlığım var. global bi firmada uzun dönem stajım, bi takım iyi kurumlarda kankilerim mevcut. bi proje yarışmasında finale kalıp akademisyenlerin denyoluğu yüzünden tüm işi yakmışlığım var. her neyse.

    bir süredir ülkemin %100 ithalata dayalı sektörlerinden bilişim camiasının önde gelen distribütörlerinden birinde çalışıyorum. sorumluluk alanım kurumsal bilgisayar ağları. marka yöneticisiyim. başta öğrenciydim, şirkette öyle stajyer gibi takılırken bu göreve zorla getirildim. bir tayvan markamız vardı, korkunç sorunlu bir operasyon. herkes her şeyden şikayet ediyor, tayvanlı dayılar ağlayacak noktada, genel müdür "olmuyorsa bırakın" deyip anlaşma masasını bırakıp gidiyor, satışçılar "aga nereye verdiysek iade aldık" diyor ki satış rakamları da doğruluyor. teknikler "biz zaten bu markayla hiç anlaşmayalım demiştik" noktasına getiriyor. stokta bi dünya mal. herkeste negatif bir bakış, mümkün olsa boğacaklar marka sorumlusunu.

    "kurtarırsan sen kurtarırsın" dediler, çok ciddi direndim ama zorla diyorum ya. kıramadım müdürümü, üstümde emeği var. marka yönetimi tecrübem ise koca bir sıfır. ne yapacağım konusunda hiç bir fikrim yok. "tamam" dedim madem, "birkaç hafta süre verin, düşünelim planlayalım."

    hızlı bir hareket planı yaptık. ürün çeşitliliğini azalttık, 45'ten fazla model varken sadece satabileceğimiz 6 ürüne odaklandık. rakipleri inceledik, fiyatımız yüksek. üreticiye de müdüre de bildirdim, fiyatları iki taraf da "seve seve" düştü. elde patlayan malların parasını aldım üreticiden zorla. marketing planları yaptık, yeni eğitimler düzenledik. eğitimleri ve satışı anneye anlatır gibi basitleştirdik -satış kadromuz orta yaşlı adamlar, müşterilerimiz de keza, anlamıyor herifler-. üreticinin "10 kilometre gider" diye sattığı vericileri test ettik, 3'te patladı, biz broşürleri türkçe'ye çevirirken "3 kilometre" diye revize ettik. bir sürü yol kazası yaşadık ve onlarca şikayet aldık ama tüm negatiflikler git gide azaldı. yıl sonunda bizim satışımız %50, üreticiden alışımız ise %110 arttı. "bir şeyler oluyor"du.

    bir yılda %110 artışı gören tayvanlılar delirdi. "nasıl oldu", "getir tanıştır" muhabbetleri aldı başını yürüdü, e müdürler de o biçim tabii. bitmek üzere olan operasyonu alıp bin bir uğraşla bu noktaya getirdik.

    hakkımı almadım değil. maaşım yüksek olmasa da iki yılda yıllık ortalama %23 zam verdiler. bir sürü gezi kampanya vs düzenledik, bol bol gezdik gördük. üstüne tayvanlılara da "benimle çalışmak istiyorsanız yakında bir şukulama yapmanız lazım" dedim, "haziran 2015'e" söz aldım. haziran 2015'te büyümenin devamı halinde dolar bazında ve devamlı bir maaş artışından söz ediyor olacağız yani.

    bu aralıkta ben tayvan markasının artık yeterli olmadığını düşünüp alternatif arayışına girdim. müdürlerden kimsenin böyle bir talebi olmadığı halde yaptım bunu. daha önceden hiç girişmediğimiz, daha riskli bir iş modeli olacaktı ama işleri büyütmenin tek yolu buydu. bu başarıyı referans gösterip tok satıcılığı ile ünlü bir amerikan firması ile anlaştık. daha ileri seviye ve daha pahalı ürünler sunan bu firmayı bağlamamız tam 8 ay sürdü. business plan'ı noktasına virgülüne kadar yazdım. toplantılar yaptık. o 8 ay sonunda adamlar "tam" bir biçimde ikna oldular. 2015'e hedefleri belirledik. bu sırada epey uzattığım okulumu da bitirdim.

    bir yandan diyorum ki sıfır tecrübeyle bunları yaptıysam ben kralım aq. bi yandan tayvanlılar ellerinden kaçmayayım diye gözümün içine bakıyor, ne istesem vermeye hazırlar. bi yandan şirket içindeki "yapamaz herhalde genç çocuk" bakışı, "hassiktir noluyor lan?"a dönmüş. ego tavan.

    işimi iyi yapıyorum. ve hatta diyorum ki, "ben türkiye'delerle yarışmıyorum, işimi amerika'da, almanya'da nasıl yapılıyorsa öyle yapmaya çalışıyorum. craig'den, charles'tan eksiğimiz yok, fazlamız var. onların bulunduğu görevlere erişmek için de hiç bir engelimiz yok."

    ----

    2014 aralık. departman toplantısı. "beyler, 2015 q1 sonu kur beklentisi 3 deniyor ama olmaz herhalde. yine de dikkatli olmak lazım" diyor genel müdür yardımcısı. yok sayıyoruz. aynen devam ediyoruz işimize.

    ----

    2015 eylül. sıcak yaz mevsimine rağmen aylardır güneş çıkmamış gibi. tüm göstergeler negatif. dolar 2.97, partnerlerin çoğu ödeme güçlüğüne düşmüş. vadeler uzamış. eskiden güle oynaya yaptığımız toplantılarda şimdi kan gövdeyi götürüyor. aradığımız herkes ağlıyor, toplantıya gidiyoruz iş güç değil, şehit haberlerini konuşuyoruz. "benim de çocuğum var" diyor partner, gözleri doluyor... paradan puldan geçmiş artık. "bu ay satınalma yapmayacak mısınız?" mailleri geliyor tayvan'dan cevap olarak new york times'ta "isis, syria, turkey" keywordlerini aratıp çıkan haberleri gönderiyorum. seçim oluyor, 3 tane adam anlaşamıyor. devlet ihaleleri duruyor. devlet duruyor esasında, iş bitirsen imza atacak adam yok. imza gelse ödenek çıkmıyor. "ee size müstehak, kaşındınız da akp'den vazgeçtiniz" diyorlar. organizasyonlara para bulmayı geçtim, o'sunu konuşmuyoruz bir önceki sene dünyayı gezerken. herkes birbirini sorguluyor ve suçluyor.

    çaresizlik dizboyu, "ne yapacağız?"

    işten çıkarmalar başlamış. şirinler köyü gibi departmana şimdi sessizlik hakim. 40 tane adam oturuyor. günün yarısı kariyer.net, linkedin, çay molası, "sıradaki kim" muhabbetleri. kimisi okula yeni başlayan çocuğunu düşünüyor. kimi lale devri hiç bitmez sanmış, ev almış kısıtlı parasıyla. kimi araba taksidine girmiş. bazıları malları satışa çıkarmış çoktan. herkes dalmış, iş yapan yok.

    hissedarlar daha çok işçi çıkarmamak için maaşları %20 düşürüyor. motivasyon iyicene sıfıra iniyor. -motivasyonu düşük bir satışçı kesinlikle işini yapamaz, o negatifliği yansıttığı anda müşteri ile frekansı tutmaz.- çatlak sesler çıksa da yapacak bir şey yok.

    yurtdışından mailler geliyor.

    geliyor.

    geliyor.

    panik içindeyim. gece gündüz "ne yapabiliriz?"i düşünüyorum. geçen yılki stratejimizi edindiğim tecrübelerle güncellemişim, farklı bir şey yapmıyoruz ki. aynı şekilde artışa devam etmemiz gerekiyor. kişisel bakıyorum, 11 aylık maaşım bankada nakit duruyor -acayip para biriktiririm-, ailemle yaşıyorum. borcum tam olarak sıfır. bana koyan hiç bir şey yok. ama bu insanların işi de bana bağlı, belki bir hareket gelir aklıma da kurtarırım adamları diye uykusuz kalıyorum.

    ----

    şirkette tecrübeli abiler var. genel müdür, yardımcıları, ve benzeri abiler, daha önceden defalarca kriz görmüş, geçirmiş abiler. hiç sinirlenmiyorlar. gerilmiyorlar. kanıksamışlar bu durumu. "senin ilk, normaldir" deyip geçiyorlar. kafalarına takmıyorlar bunu, "neler atlattık, bunu mu atlatamayacağız, düşer ama öldürmez" deyip, resmen deyip geçiyorlar.

    ---

    hayallerim ve fikirlerim var.
    işimi iyi yapıyorum.
    işimi severek ve hırsla yapıyorum.
    işimi türkiye şartlarına göre değil, avrupa standartlarına göre yapıyorum.
    işimi belki amerika standartlarına göre yapıyorum.

    ama burası türkiye.

    bulunduğun işte dünyanın en iyisi dahi olsan, tependeki 3 yönetici saçma sapan triplerle ülkeyi kaosa sürüklemeye karar verdiğinde, oturup yangını izlemek dışında hiç bir şeyin kalmıyor elinde.

    herkesle birlikte dibe sürükleniyorsun ve daha da kötüsü durumu kanıksıyorsun artık. alışıyorsun.

    "yurtdışı", "ümit vaad eden bir ülke"'den, "yet another middle eastern country"'e çekiyor notunu.

    keza sen de klasman düşüyorsun. sivrilmişken, görünmüyorsun artık. aranıp sorulmuyorsun.

    tam avrupa'daki rakiplerine kafa tutacak kıvama gelen iş ortakların da ikinci ligde devam ediyor yoluna.

    ---

    işte tam da bu yüzden bizden global marka, bizden uluslararası yönetici çıkmıyor.

    tam çırpınıp su yüzeyine çıktığımızda, birileri kafamızdan aşağı bastırıyor.
  • anan, baban zamaninda devlet arazisine gecekondu yapmis olsaydi su an arazini bir kac milyon tl'ye okutmus olacaktin. dolayisiyla sana 100 lira az verse, fazla verse bir sey degismeyecekti. akp destekcisi egitimsiz fakir kitle su an turkiye'nin sayili zenginlerinin icine girmis durumda. ben de bu sekil hayatim boyunca goremeyecegim paralara sahip olmus olsam ben de gikimi cikarmazdim. hatta sesini cikarani vatan haini ilan ederdim.

    plaza'da calisan beyaz yakali, memur kardesim sana gelince senin ailen durustdu devletten calmadi, her secim donemi tapu diye aglamadi. onurlu bir yasam surdukleri icin sen kopek gibi yasayacaksin. kriz sana var.

    cozum bu ulkeden siktir olup gitmek ya da babasi hirsiz bir hanimla hayatini birlestirmek. elinde bilgin varsa bilginin para edecegi bir ulkeye gideceksin. sonra uzaktan tebessum ederek olanlari izleyeceksin (ben su an bunu yapiyorum) akp diye inleyen sulale fertlerine de ıstanbul trafigi nasil diyorum, kilise fuze atiyorlarmis diyorum. onlara en buyuk eziyet ne kadar zengin olurlarsa olsunlar bok cukurunda yasadiklarini hatirlatmak. ha arada sirada da kizil sac mavi goz sevgilinin resimlerini paylasiyorum 2 kati eziyet olsun diye.
  • bugün debe'ye giren entryde ülkecek tek muhabbetimizin ekonomi olduğu çok net anlatılmıştı. aylardır içinde bulunduğum durumu bundan iyi özetleyen de olmamıştı. entry sahibinin ağzına sağlık.

    birkaç gün önce okul hizmetlimize selam verdim. "intiharın eşiğindeyim hocam." dedi. dayak yemiş kadar olup derse girdim, kafamı toplamaya çalışıyorum ama böyle bir cümleye nasıl kayıtsız kalabilir de hiçbir şey yokmuş gibi hayatına devam edebilir bir insan, ben bilmiyorum. okulun yarısından fazlası ücretli öğretmen, 3 kuruş için bebeğiyle pansiyon nöbeti tutan hocalar var. kantinci yeni başladı işe. "hocam ürün alamıyorum kantine, öğrenciye de pahalıdan satılmaz ne yapacağız böyle? inşallah batmayız. " diyor. öğrencilerden birisi "yılbaşı çekilişi yapalım mı hocam?" dedi, demez olsaydı kızı mahvettiler. o öğrenciye kızan öğrenciler oldu "paramız mı var, saçma sapan konuşma." diye. her hafta öğrencilerden kantindeki ürünlere gelen zammın raporunu alıyorum resmen. ingilizce dersine girip, garajlı, çalışma odalı, ebeveyn banyolu evleri, yurtdışında okumak başlıklı üniteleri anlatıyorum. her birine yumuşak tarafımızla gülüyoruz öğrencilerle. başarı seviyesi yüksek bir anadolu lisesi öğrencileri, hepsi zehir, hepsi her şeyin farkında. artık sindiremiyorlar, artık öfkeden patladıkları için onları anlayabilecek olan hocalarıyla paylaşmak istiyorlar durumu. benim dersime çok önem veriyorlar, neden tahmin edersiniz. hepsi ingilizce öğrenip bir şekilde gitmenin derdinde. ama bu umutsuzluk, bu isyan artık bastırılamaz hale geldi öğrencilerde. konuşsalar da rahatlayamıyorlar. artık ben ders işlemekte zorlanıyorum, ülkenin aydınlık yüzü ve geleceğimiz dediğimiz bir nesil öfke patlaması ile uyanıyor her güne. nazlarının bana geçtiğini bildikleri için sürekli yeni bir ekonomik bilgi sunuyorlar, öfkelerini atmaya çalışıyorlar. bana gelirsek ayın sonunu zor getiriyorum, felçli köpeğimin gözünün içine bakıyorum hastalanma lan diye. delirmek üzereyiz, doğru. en son söyledim "gençler gelen bana yakınıyor, giden bana yakınıyor, ben kime yakınayım." diye. güldük. birisi çıktı "hocam siz yandınız, biz yandık, yine de aydınlatamadık." dedi. helal len dedim yine güldük ama bu sefer acı acı. biz y kuşağı hiç yaşayamadık, z kuşağına tamamen cehennemi bıraktık. intiharın eşiğindeyim diyen görevlinin gözlerinin içine bakarken utanması gereken de ben değilim, öğrencilerime "mutlaka gezin, görün." demek isteyip diyemediğim için de utanması gereken ben değilim. biz değiliz, ama koskoca bir ülke adına utanıyoruz. teşekkürler türkiye.
  • yok edici. yaratıcı.

    2001'de başımıza geleni bir neslin umutlarını, inancını, yaşama gerekçesini, ülkesiyle arasındaki ilişkisini yok etti. 1975 ve sonrasında doğan milyonlarca insanın, kendi hayatına başlamasına dahi müsaade etmedi. ucube kitleler yarattı. korkak, güvensiz, işsiz, geleceksiz, inançsız. bildiğimiz herşeyi yıktı, yerine anlayamadıklarımızı koydu.

    en trajiği 2001 krizi doruğa ulaştığı sıralarda mustafa sarıgül öncülüğünde şişli esnafının başlattığı krize dur demek için haydi alışverişe kampanyasıydı. alışveriş yaparsak piyasa hareketlenecek, borsaya güven gelecekti. herkes öyle söylüyordu. yıllardır israfa karşı reklam filmleri izletilen, bu ülkenin kurtuluşu tasarruftur, çoraplardan paspas, bayat ekmeklerden köfte yapalım diyen herkes.

    bildiğim herşeyin çoğunu nişantaşı'nda bir pankartın altında bıraktım.
  • bir yenisi ile karşı karşıya olunduğunun sinyallerinin verildiği şu zamanlarda hakkında konuşmak (daha doğrusu içimi dökmek) istediğim şey. buradan sonrasını isteyen okumayabilir, ekşici tarzı yaklaşımlar veya çıkarımlar veyahut müthiş analizler/tespitler yapmayacağım şayet. dediğim gibi, içimi dökmek istiyorum sadece çünkü bunu bugüne kadar adam akıllı konuşabildiğim, geçmişin bir yükünü paylaşabildiğim bir omuz olmadı hayatımda. velhasıl hazır yeri gelmişken, şüpheli bir paket gibi bir kısmını bırakıp kaçma yoluna gitmek istiyorum.

    türkiye'de etkisini hissettiren ekonomik krizlerden 1999 ve devam filmi olan 2001 ekonomik krizinin bende oldukça büyük tesiri oldu. şöyle ki; belki de beni ben yapan belli başlı birkaç mihenk taşının oturması sonucuna neden teşkil eder kendileri. ama bu duruma karşı bir kararlılık da sergileyemiyorum nedense, hani ne sevinebiliyorum olayların böyle ilerlediğine ne de üzülebiliyorum. yıllardır bu krizlerin (ve tabi başka olayların) akabinde oluşan değerlerimi iyisiyle kötüsüyle kabul ediyorum.

    uzatmadan başlayayım. 99 yılına kadar birkaç yıllık birikimini akıllı yatırımlarda büyüten maddi durumu oldukça iyi (hatta belki zengin dahi sayılabilecek) bir ailenin o zamanlar için tek çocuğuydum. ülkede yeni yeni beyaz eşya diye tabir edilen ev gereçlerinin zaruri görülmeye başlandığı zamanda iki beyaz eşya bayii açan bir adamdı aslında babam. e durum böyle olunca 99'a kadar bu iki dükkan; bir yetkili servis, birkaç araba ve iki ev kazandırmıştı bizimkilere. pek arkadaşım olmadığından ve belli sebeplerden ötürü sokakta, mahallede büyümüş bir çocuk olmadığımdan zenginlik veya mal mülk çok da bir anlam ifade etmiyordu bana. çünkü ne kıyas yoluyla bunu fark edebileceğim bir kontrol grubum ne de paraya maddiyata dayalı isteklerim yoktu ki elimizdeki varlığın -hoş buna ne kadar varlık denir bilemem ama- boyutunu anlayabileyim. ben sadece kreşler, bakıcılar ve anneannem tarafından annem ve babamın benim geleceğim için çok çalıştıkları telkinleri ile büyüyen ana-baba yüzü görmeyen ve bundan şikayet eden bir çocuktum sadece. lakin neredeyse günün çoğunu işte geçiren babam eve döndüğünde hep güleryüzlü olurdu bana karşı, yorgunluğunu o zamanlar dahi fark edebilirdim ama ikimiz de bozuntuya vermezdik.

    sonra bir gün geldi; haberler ekonomiden, dış borçtan, anlamını bilmediğim kısaltmalardan ve hesaplardan bahsetmeye başladılar. çok değil bir buçuk ay içerisinde elde avuçta hiçbir şey kalmadı, hiçbir şey derken gerçekten hiçbir şeyi kastediyorum, ekmek alacak paramızın kalmadığı günleri gördüm. amcam olacak, babamın kardeşi olacak dallamaların yalandan da olsa bir kere açıp "bir şeye ihtiyacınız var mı" diye sormadığı günleri gördüm. yardım eli uzattıklarımızın, bize dönük sırtlarını gördüm. o borç batağının içinde, ev geçindirmeye çalışan annemi gördüm. kriz vesilesi ile iki parti mal elimizde kalınca bir haftada şimdinin parasıyla iki milyon lira zarar ettiğimizi gördüm. dokuz buçuk yılını alsa da babamın, kapattı sonunda borcunu.

    bu yoksulluk sadece bir buçuk yıl sürmüş olsa da inanın bana çok şey kattı. görememekten şikayet ettiğim babamı tüm gün evde hesapla kitapla, borça dertle boğuşurken görmek az içimi acıtmadı. babama ve bana üzülen annemin bizim bakmadığımızı zannettiği zamanlarda sessiz sessiz ağladığına az şahit olmadım. en zoru da tam da bu cehennemin ortasına doğan kardeşimin durumuydu. bir yandan ona üzülüyordum bu sağlıksız ruhların arasına doğduğu için bir yandan da kendime kızıyordum ben rahat bir çocukluk geçirdim ama canımdan çok sevdiğim kardeşimin bu zorluklarla boğuşmak zorunda oluşunda hissettiğim sorumluluk yüzünden. şimdilerde borçlarını çoktan kapatmış, iyi kötü bize güzel bir yaşam sunabilen ailemin gözlerinde hala o geçmişe dair buruk hisleri görebiliyorum zaman zaman. ve ne zaman kardeşimin olmayan bebeklik ve çocukluk fotoğrafları aklıma düşse güler yüzlü çocukluk fotoğraflarımdan utanıyorum. hala çocukluk fotoğraflarımı kardeşimden saklıyorum, o zamanları hatırlatacak bir şey sormasın diye.

    işin kötü tarafı ne zaman haberlerde içinde ekonomik kriz geçen bir cümle duysam tüylerim diken diken oluyor, içimden bir şeyler kopuyor hala.
  • oligarşilerde kronikleştirilmesi faydalı olabilecek durum.

    kalabalıklar ne kadar perişan olursa onları gütmek*/ yönlendirmek / emmek / iğfal de o kadar kolay olur.
    en basit ihtiyacını teminde zorlanan biçareler kurtuluş için ne enerjiye ne de ruha sahip olabilir. durumunu kavrayamayacak kadar eğitimsizleştirilmiş / aptallaştırılmışlarsa* da nesiller boyu sürecek çark kurulmuş demektir.
    zavallı yığınlar inim inim inleyerek itlaf olmayı hak eden sinek sürüsünden başka ne ki zaten. (bkz: breviaire du chaos/#79769437)
    hele başlarına gelen/gelecek olan, kendi işledikleri kolektif suçun cezasıysa. (bkz: dogville)

    (bkz: toplumu bilinçli bir şekilde fakirleştirmek/#80419908)
  • sayesinde ne güzel sikildiğimizi anlayabiliyoruz. her yerde %50 indirim var. kodumun yerinde %100'den aşağı karla mal satan adam yokmuş meğer. bu soyguncu piçlerin tezgahının bozulduğunu görünce krize sevinesi geliyor insanın.
  • günümüzden yaklaşık yüz elli yıl önce karl marx, kapitalizmin sonuna yaklaşıldıkça, sermayenin temerküzüne bağlı olarak, giderek daha fazla insanın proleterleşeceğini, sermaye sahiplerinin zenginliği ellerinde tutabilmek için giderek daha karmaşık ticari ilişkiler oluşturacağını ve krizlerin de giderek daha sıklaşan bir yapıya kavuşacağını öngörmüştü. ancak marx, karmaşıklığı ve krizleri, sistemin çöküşünde bir fırsat veya bir temel neden olarak ön plana çıkarmıyor, kapitalizmin kendi kendine çökeceğini ima etmiyordu.

    dünya genelinde ve ülkemizde, kapitalizmin evriminin günümüzde geldiği nokta itibariyle dolaşım sisteminin giderek daha karmaşık bir yapıya dönüştüğü, fiziki mal dolaşımı ile bunun bir yansıması olması gereken kağıt üstündeki değerler arasında süregelen uyuşmazlıkların giderek daha fazla içinden çıkılamaz bir hal aldığı herkesin malumudur. karl marx'ın das kapital adlı eserini kaleme aldığı, portföy kelimesinin sadece cüzdan anlamına geldiği, forfeiting, swap, hedging vb. finansal araçların henüz varolmadığı, krizlerin bu kadar sık gerçekleşmediği ve bu kadar kalıcı olmadığı dönemlerden bugünlere gelindi. aynı süreç içerisinde emperyalist sömürü mekanizması da aynı şekilde geçmişte olduğu gibi, içine düştüğü açmazlardan kurtulabilmek adına para ve maliye politikaları aracılığıyla gerçekleştirilen “ince ayarlamalar” ve işgallerle, gerektiğinde taşeronlarına yaptırdığı savaşlarla, insanların topluca ölümüne ve yıkıma neden olmak pahasına sistemin ve azınlığın lüks yaşam koşullarının devamı için her yolu denedi.

    bugün ülkemizde ve dünyada, kapitalizmin genel bunalımı ve onun bir bileşeni olarak kapitalist üretim sisteminin krizleri, ilk bakışta sadece finansal sistemin iç içe geçmiş halinden ve piyasanın karmaşıklığından veya derinliğinden kaynaklanıyormuş yanılgısına bizleri götürüyor. gerçekten de amerikan borsalarında dolaşımda bulunan hisse senetlerinin gerçek değerlerinin çok üzerinde olduğunun anlaşıldığı ilk krizlerden biri olan 1986 finansal bunalımı ile birlikte, aslında dünya kapitalizminin şu anda içinde bulunduğu son evresinin de ilk işareti ortaya çıkmış ve buna bağlı olarak bazı çevrelerde kapitalizmin bir gün kendi kendine çökeceği beklentisi oluşmuştur.

    ekonomik kriz, mal ve hizmet fiyatlarının ve paranın değerinin, beklenenden hızlı ve tahmin edilenin üzerinde bir değişime uğraması ve bununla birlikte üretim faaliyetlerinin de genel olarak ve hissedilebilir ölçüde yavaşlaması veya durmasıdır. nihai ve genel anlamda ekonomik krizi tetikleyen pek çok etken olabilir. bunlar genellikle kamu borç krizi, finansal kriz, hammadde krizi, tarım krizi vb. pek çok ara bileşen olarak kendini belli etse de, gerçekte krizin en temel sebebi, üretim sisteminin temel çelişkisi ile aynıdır: kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası.

    kriz beklentisi, çok sık olarak "durgunluk" olgusu ile karıştırılır. kriz ve durgunluk kapitalist büyümenin birbiriyle bağlantılı ancak farklı konumdaki birer aşamasıdır. canlanma, genişleme, durgunluk ve çöküş şeklinde dört temel aşamadan oluşan dönemsel çevrimler halinde cereyan eden kapitalist gelişim dalgalarının sıklığı ve uzunluğu, kapitalist üretim sisteminin evrimsel gelişimine bağlı olarak sürekli değiştiği için, krizlerin ne zaman olacağı da önceden kestirilemez. her defasında, krizin bir gün bir şekilde patlayacağı ve hatta bunun nasıl olacağı önceden bilinir ancak düzenli ve mekanik bir seyirden ziyade diyalektik bir süreç söz konusu olduğu için, ne zaman meydana geleceği ile ilgili hiçbir zaman önceden tarih vermek mümkün değildir.

    kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası sermayenin de zaman içinde belli birtakım zenginlerin kontrolünde merkezileşmesi ve yoğunlaşmasını da beraberinde getirir. sermayenin temerküzü olarak adlandırılan bu durum, kapitalizmin sınıfsal çelişkilerinin bir ürünüdür; mikyas ekonomisi koşullarına bağlı olarak büyük şirketlerin küçükleri yuttuğu, karmaşık mali ortaklıkların ortaya çıktığı bir tekelleşme süreci söz konusudur. aslında olay sadece sermaye ve şirket ilişkilerinden ibaret değildir; bir yandan büyümeye bağlı olarak toplam mal ve hizmet miktarı arttığı halde, diğer yandan buradan ileri gelen zenginliğin de giderek daha küçük bir azınlığın elinde toplanması söz konusudur. kapitalizmin eşitsiz gelişim yasası, üretimi yapan proleterlerin, ürettiği değerin tamamının karşılığını alamamasına bağlı olarak ortaya çıkar ancak kapitalist toplumun her zerresine kadar nüfuz ederek genel bir eşitsizlik görünümü arz eder; üretim sonucu zenginlik toplam olarak arttığı halde, kapitalizmde bu durum birilerinin kaybetmesi pahasına ve başka birinin kazanması şeklinde ortaya çıkar. böylece toplam çıktı miktarı aslında arttığı halde, bunun üretilmesine doğrudan katkı koyarak mal ve hizmeti üretenlerin gelirleri, üretmek için harcadıkları emeğin karşılığını alamadıkları için, mal ve hizmet miktarı arttıkça ortaya çıkan büyüme ile birlikte artan gelire bağlı olarak ortaya çıkan fiyatlar genel düzeyindeki nispî artış ile aynı oranda artmaz. işte tam da bu yüzden, yani kapitalizmde, her dönemde gerçekleşmekte olan üretim faaliyetinin sonucunda ortaya çıkan toplam gelir artışından, eşitsiz toplumsal yapıdan ötürü herkesin gerçekte harcadığı emek ile, yani yaptığı katkı ile aynı oranda bu gelirden pay alamaması yüzünden ve yine aynı eşitsiz gelişim yasasına bağlı olarak toplam gelir giderek daha küçük bir azınlığın elinde toplanma eğiliminde olduğu için, toplamda üretimi artan mal ve hizmetler, belli bir noktadan sonra toplumun çoğunluğunun geliri aynı düzeyde artmadığı için satılamamaya başlar. bu durum, kendisini ilk olarak durgunluk şeklinde gösterir.

    meta üretimine dayalı tüm üretim sistemlerinde olduğu gibi kapitalizmde de genel olarak üretim malları ve nihai tüketim malları olmak üzere iki tip mal üretimi yapılır. kapitalizme özgü olan ve ekonomik krizlere yol açan durum ise, üretimin asla nihai tüketim için değil yalnızca kar için gerçekleştiriliyor oluşu ve üretim araçları sahibi olan burjuva yani sermayedarla, üretim ve değişim araçlarının değerlendirilmesi noktasında emek gücünü sermayedara kiralayan işçiler arasındaki çarpık ve adaletsiz bölüşüm ilişkisinden başka birşey değildir.

    kapitalist üretim sisteminin dolaşım ve bölüşüm ilişkilerinin aksaklığını tekstil üretimi örneği ile açıklayalım. varsayalım ki bir tekstil fabrikasında bir işçi, tek başına günde yüz adet giysi üretiyor. bu giysiler bir mağazaya tanesi 20 liradan satılıyor. bu durumda bir işçinin ürettiği giysinin bir günlük üretiminden elde edilen toplam gelir 2000 lira olacaktır. ancak sermayedar kâra dayanarak varlığını sürdürdüğü için, üretimi yapan işçiye günde 40 lira yevmiye vermektedir. giysinin üretimi için ayrıca hammadde masrafı olarak birim başına 5 lira harcandığını varsaydığımızda bir günde 100 kazak için 500 lira hammadde maliyeti ve bu bir günlük üretim için işçiye ödenen 40 liralık ücretle birlikte toplamda 540 lira günlük üretim maliyeti ortaya çıkar. bu durumda sermayedarın bir işçinin üretiminden eline geçen günlük net gelir 1460 lira olur. sermayedar bunun belli bir bölümünü, örneğin yarısını yeni bir fabrika açmak için kullanıyorsa diğer yarısını da kendi lüks yaşamını sürdürmek için kullanacaktır. elbette buradaki varsayımımızdan farklı olarak fabrikada bir tek işçi değil yüzlerce işçi çalışır, her işçi mal üretiminin belli bir bölümünü üstlenir ve bütün bunlar da sermayedarın çok daha fazla toplam günlük gelir elde ettiği anlamına gelir.

    bu durumun krize nasıl yol açtığını görmek için ekonominin bütünü göz önünde bulundurulmalıdır. diyelim ki, günde yüz giysinin satıldığı zaman dilimi ekonomik çevrim döneminin atılım dönemi olsun; varsayımsal olarak bu dönemde günlük mal stokları çabucak eriyecektir. elbette bu esnada başka malların üretimi de aynı çerçevede yapılmaktadır. buzdolabı üretimini ele alalım. atılım döneminde büyüme olduğu için genel olarak ülke geliri de artmış demektir. ulusal gelirdeki artış örneğin motorlu araç ve beyaz eşya satışlarını arttırdığı gibi, elektrik ve akaryakıt kullanımını da arttıracaktır. çünkü ek olarak, hangi malı üretirse üretsin her fabrikanın elektrik kullanmaya ve bunların nakliyatı için motorlu araç kullanmaya ve bu bağlamda da akaryakıta ihtiyacı vardır. üretimin genel olarak ani talep artışlarına hemen cevap veremediği gerçeği düşünüldüğünde elektrik ve akaryakıta olan genel talebin artması bunların fiyatlarının da artmasına yol açar. ek olarak sermayedarlar elektrikli eşya, motorlu araç ve tekstil mallarının üretimini arttırarak daha çok satmak ve böylece daha çok kar elde etmek için üretim sürecinde kullanılan makine ve malzemelerden yani üretim mallarından da daha çok sipariş vermek durumundadır. böylece üretim mallarının yani fabrikalarda kullanılan makinelerin, araçların vb. talebinde ani bir artış olacağı için bunların fiyatları da artacaktır. bütün bunlar fiyatlar genel düzeyinin artmasına, yani enflasyona yol açacaktır. zira diğer fabrikalar da kendi mallarının fiyatına zam yaparak bu yeni maliyet artışını tüketiciye yansıtacaktır.

    << çoğu zaman bunalımlardan önce, kapitalist üretimin mal fiyatlarında genel bir enflasyon olur. bu nedenle izleyen çöküntüye hepsi katılır ve eski fiyatlarıyla, piyasada bir bolluğa neden olurlar. pazar, düşen fiyatlarda, maliyet fiyatının altına düşen fiyatlarda, eski fiyatlarından emebileceğinden daha büyük bir bölümünü emebilir. meta fazlası her zaman görelidir; başka bir deyişle fazlalık, belli fiyatlarda bir fazlalıktır. sonradan metaların emildiği fiyatlar üretici ya da tüccar için yıkıcıdır.>>*`:marx, karl artı değer teorileri, 2. kitap, syf. 485, sol yayınları, 1999`

    fabrika sahiplerinin temel yatırım ve işletmecilik kriteri karlılık olduğundan, işçilerin maaşlarına genel fiyat artışı ile aynı oranda bir ücret artışı yapılmayacaktır. mal fiyatları arttıkça fabrikada çalışan ve maaşı mal fiyatlarıyla aynı ölçüde artmayan işçiler alışveriş sepetlerini küçültmek ve yalnızca ekmek, su, kömür gibi temel ihtiyaçlarını öncelikle karşılamak durumunda olduklarından, kendileri için artık lüks olan kimi malları satın alamayacaktır. ya da işçilerin maaşları fiyatlar genel düzeyiyle aynı oranda artsaydı bile, bu artış değişken maliyet artışı olarak sermayedarlar tarafından takip eden süreçte yine mal fiyatlarına yansıtılacağından yine dolaylı olarak fiyatlar genel düzeyi tersi durumda da yükselecektir. her iki durumda da örneğin bir işçi yıllardır giydiği kazağın, ya da ayakkabının yerine yenisini alamayacaktır. toplumun çoğunluğunu oluşturan işçilerin, emekçilerin tüketimleri kademeli olarak azalacaktır. belli bir noktadan sonra malını satamayacağını anlayan tekstil patronunun elde ettiği kar oransal olarak azalmaya başlayacak ve bunun maliyetini de çalıştırdığı işçileri işten çıkararak karşılayacaktır. böylece düzenli bir gelirden yoksun hale gelen tekstil, beyaz eşya, otomotiv, elektrik, dağıtım sektörü vb. alanlarda çalışan pek çok işçi-emekçi çok daha fazla ürünü satın alamaz hale gelecektir. ayrıca fabrikada üretimi düşüren tekstil patronu birer üretim malı olan dokuma makinası siparişlerini iptal edecektir. bunun üzerine dokuma makinası üreten fabrikanın üretimi azalacak ve burada da işten çıkarmalar başlayacaktır. makine üretimi azaldığı için demir-çelik ve metalürji sektörü daralacaktır. yani buz dolabı üreten fabrika sahibi aşırı üretim yapmasa bile diğer sektörler aşırı üretim yapmış olacaktır. benzer şekilde başka bazı işletmeler de mallarını satamadıkları için daha önceden yatırım için aldıkları kredileri ödeyemez hale gelecektir. böylece kimi sermayedarların karlarına ortak olmak amacıyla verdiği borçları geri alamayan bankalar iflas edecek ve finansal kriz yaşanacaktır. ardından sermayedarların mülkünü korumak için var olan devlet, karları azalan sermayedarların zararlarını finanse edecek ve bunun yanında işsiz sayısı arttığı için kamu harcamalarının finansmanı için ihtiyaç duyulan vergi gelirleri azalacak, kamu gelir-gider dengesi bozulacak ve böylece takip eden süreçte bir de kamusal borç krizi yaşanacaktır.

    <<metaların tüketimi bu metaların doğmuş bulundukları sermaye devresine dahil değildir. örneğin iplik satılır satılmaz bu satılan ipliğin daha sonra ne olacağı hiç hesaba katılmaksızın, ipliğin temsil ettiği sermaye değerin devresi yeniden başlayabilir. ürün satıldığı sürece kapitalist üretici açısından herşey yolunda demektir. özdeşleşmiş olduğu sermaye değerin devresi kesintiye uğramamıştır. ve eğer bu süreç genişlerse –bu üretim araçlarının artan üretken tüketimini içerir- sermayenin bu yeniden üretiminin yanı sıra, işçilerin bireysel tüketimi (yani talep) artabilir, çünkü bu süreci üretken tüketim başlatmış ve devam ettirmiştir. böylece artı değer üretimi ve onunla birlikte kapitalistin bireysel tüketimi artabilir, yeniden üretim süreci tümüyle gelişme halinde olabilir ama, metaların büyük bir kısmı tüketime yalnızca görünüşte girmişlerdir, oysa gerçekte, bayilerin elinde hala satılmamış halde durmakta, hala pazarda beklemekte olabilirler. meta akımını meta akımı izleyebilir ama en sonunda daha önceki akımların tüketim tarafından sadece görünüşte emilmiş olduğunun farkına varılır. meta-sermayeler, pazarda yer kapmak için birbirleriyle rekabet ederler. gecikenler, satsa bile, ucuza satarlar. ödeme zamanı geldiği halde, daha önceki akımlar hala elden çıkarılmamıştır. bu metaları elinde bulunduranlar ya iflas ettiklerini ilan etmek ya da yükümlülüklerini karşılamak için , bunları ne pahasına olursa olsun satmak zorunda kalırlar. bu satışın fiili talep durumuyla en ufak bir ilişkisi yoktur. bu sadece ödeme talebi ile metaları paraya dönüştürme ivedi zorunluluğu ile ilişkilidir. ardından bir bunalım patlak verir. bu yalnız tüketici talebindeki, bireysel tüketim talebindeki doğrudan azalmayla değil, sermayenin sermayeyle değişilmesindeki, sermayenin yeniden üretkenlik sürecindeki azalmayla da görülür hale gelir.

    bu üretim genişlemesinin ölçütü sermayenin kendisidir, varolan üretim koşullarının düzeyidir; kapitalistlerin kendilerini zenginleştirmek ve sermayelerini genişletmekteki sınırsız arzularıdır. ama hiçbir biçimde tüketim değildir. nüfusun çoğunluğu emekçi insanlar, tüketimlerini çok dar sınırlar içinde genişletebildiklerine, emek talebi, her ne kadar mutlak olarak büyüyorsa da, kapitalizmin gelişimi ölçüsünde, göreli olarak azaldığına göre tüketim daha başından engellenmiştir. ayrıca tüm dengelenmeler raslansaldır ve ayrı ayrı alanlarda kullanılan sermaye oranları sürüp giden bir süreçle her ne kadar eşitlenirse de bu sürecin bir türlü sona ermeyen varlığı, aynı biçimde sürekli bir oransızlığın varolduğunu gösterir.>>*`:marks, karl. artı değer teorileri, ikinci kitap, s. 473, sol yayınları, birinci baskı, ankara 1999`

    ek olarak kapitalist gelişimin dört aşamalı çevrimlerden oluştuğu günler artık geride kalmaya, canlanma ve atılım dönemleri ile durgunluk ve çöküntü dönemleri artık iç içe geçmeye başlamıştır. aslında marx'ın yaşadığı dönemde, yani xix. yüzyılda sermayenin temerküzü sonucunda ortaya çıkan tekelleşme süreçlerinin “aksak piyasa” olgusunu da beraberinde getirdiği bilinmekteydi. burjuvaların kendi aralarındaki fiyat rekabetine bağlı olarak üretim değerleriyle piyasa fiyatlarının her çevrim döneminin genelinde ortalama olarak örtüşmesi durumu belli alanlarda ve belli dönemlerde gözlemlenemeyebilirdi. bu durum kimi ürünlerin nominal değeri ile gerçek değerinin oldukça ayrıştığı, kimi ürünlerin ise karlı olmadığı için üretilmediği ve rekabetin yalnızca belli tekellerin arasında belli dönemlerde gözlemlendiği ve buna bağlı olarak da piyasa mekanizmasının değerin determinasyonu fonksiyonunu yerine getiremediği bir üretim sistemi görünümüne yol açar. finansal kriz ve aynı şekilde bütün dünyayı etkisi altına alan kamu borç krizleri de genel olarak aşırı üretim krizlerinin bir sonucudur. ayrıca dünya genelinde kapitalist ülkeler arasında zaman içerisinde giderek derinleşen ekonomik entegrasyon, giderek yoğunlaşan bir ilişkiler ağı ile ulusal pazarlar tek bir dünya pazarının birbirine bağlı kümeleri haline gelerek, birbirine coğrafi açıdan uzak olan ülkelerin bile kriz koşullarını da pasif olarak küresel ve iç içe geçer hale getirmiştir.

    biz ekonomik çöküşün neresindeyiz? dünya bir ekonomik çöküşe doğru gidiyor mu? biz dünyadaki bu sistem içerisinde neredeyiz?

    öncelikle hatırlayalım. abd şu anda dünyanın en borçlu ülkesi durumunda ve 1944 bretton woods antlaşmaları sırasında, altına karşılık para basabilen tek ülke olan abd'nin ulusal para birimi dolar zamanla ve doğal olarak uluslararası ticarette kullanılan temel bir para birimi haline gelmiş. oysa 1971 yılından bu yana dolar artık hiçbirşeye karşılık olarak basılmıyor. bretton woods kuralları artık abd tarafından uygulanmıyor ancak kapitalizmin hakim olduğu ülkeler o dönemde bu anlaşmaya bağlı olarak, bastıkları ulusal para karşılığında kasalarında dolar tutmayı taahhüt ettikleri için ve zamanla uluslararası ticarette herkes dolar kullanır hale geldiği için, abd dışında hiç kimse fiili olarak bu anlaşmanın belirlediği kuralların dışına çıkabilir durumda değil. üstelik abd bu anlaşmayı artık uygulamadığı halde, bütün dünyada, uluslararası ticarette kullanılan dolarlar sayesinde astronomik ölçeklerde senyoraj geliri de elde ediyor.

    diğer yandan, gelişmekte olan ve emperyalizme bağımlı orta ve geri kapitalist ülkeler, büyümelerini finanse edebilmek için, küresel emperyalist sömürü piramitinin en tepesinde yer alan abd'nin ve batının sağladığı kredilere muhtaçlar. ayrıca, türkiye gibi, brezilya gibi emperyalizme bağımlı orta kapitalist ülkeler, artık beyaz eşya, otomobil, tekstil ürünleri, çelik vb. pek çok malı üretebiliyor olsalar da, halen abd'nin ve diğer gelişmiş kapitalist ülkelerin ürettiği üretim makinalarını ve yüksek teknoloji ürünlerini almak zorunda olduklarından, bu ülkelerden üretim malları ithal edebilmek için yine bu ülkelerin parasına muhtaç haldeler. abd, ingiltere, fransa, almanya gibi gelişmiş kapitalist-emperyalist ülkeler borçlu oldukları ve durgunluğu kendileri de yaşadıkları halde, onlara burada küresel sömürü çarkı üzerinden bağımlı olan orta ve geri kapitalist ülkeler üzerinden gerçekleştirdiği üretici ve ikrazcı sermaye hareketleri üzerinden zenginliklerini arttırarak, kendi ülkelerinde de hissetmeleri gereken krizin koşullarını da yine türkiye gibi ülkelere ihraç etmiş oluyorlar. böylece biz hem kendi ülkemizin iç dinamiklerine bağlı olarak ortaya çıkan krizin etkilerini bir yandan yaşarken, hem de bu ülkelerle olan bağımlılığımız sonucunda ortaya çıkan ek külfetlere diğer yandan katlanmak durumunda kalıyoruz.

    tekrar hatırlayalım, kapitalizmde toplum, üretim ve değişim araçlarının sahibi olduğu halde çalışmadan yaşayan sermayedarlar yani burjuvazi ve çalışanlar yani işçiler, emekçiler olmak üzere iki ana sınıfa ayrılır. sermayedarlar işçileri gerçekte ürettikleri değerin altında bir ücretle bir iş günü boyunca çalıştırıp el koydukları artı değerin bir bölümünü yatırımlara bir bölümünü de kendi lüks yaşamlarına ayırırlar. büyüme dönemleri yatırımların, üretimin ve toplam tüketimin, buna bağlı olarak da ulusal gelirin arttığı dönemlerdir. büyüme sürecinin yaşandığı canlanma ve atılım dönemlerinde toplam gelirdeki artışa bağlı olarak fiyatlar genel düzeyi de yükselir. ancak toplum bir yanda ürettiği değerin karşılık geldiği gelire ulaşamayan çalışan kesim, diğer yanda ise çalışmadan lüks bir hayat süren ve toplam gelirden en büyük payı alan zengin azınlık olmak üzere kabaca iki ayrı sınıftan oluştuğu için, canlanma ve atılım dönemlerinde gözlemlenen ulusal gelirdeki artış da homojen bir şekilde olamaz ve toplumun çoğunluğunu oluşturan işçi, emekçi kesim, fiyatlar genel düzeyinin sürekli yükseldiği bir ortamda, belli bir noktadan sonra en temel tüketim maddelerini bile satın alamaz hale gelir. böylece mallar satılamaz ve durgunluk başlar. stoklar kabarır ve bunu iflaslar izler. fabrikalar, mağazalar kapanır. işsizlik artar. işte bu da çöküntü evresidir. burjuvazinin ve onun iktisatçılarının kriz olarak adlandırdığı şey, aslında sermayedarların mallarını satamadığı, iflasların arttığı, kapitalist ekonominin sağlıksızlığının ve toplumsal huzursuzlukların ayyuka çıktığı dönemlerdir. yoksa kriz olarak adlandırılan durum emekçi yığınlar açısından dönem dönem değil, her zaman söz konusu olur.

    şu an için tuzu kuru olan bazı kimseler, "ben işimi yaparım banane başkasının tüketememesinden" diyebilir, ama bu durum aslında sadece başkasının sahibi olduğu işletmelerde emek gücünü kiralayarak yaşamını sürdüren proleterleri değil, aynı zamanda kendi küçük işletmesinde, kendi işini yaptığını düşünen ve sermayenin temerküzü gereği gelecekte proleterleşme riski altında olan küçük ve orta burjuvaların da er ya da geç başına gelecektir.

    özetle, kapitalizmin başlıca kaynak tahsisi ve bölüşüm aracı olan piyasa mekanizmasının başarısızlığına tanık olduğumuz her kriz anında, “herkes kendi çıkarını düşünerek hareket eder, bu yüzden çok çalışır, böylece piyasa kendi kendine dengeye gelir” varsayımına ve esasında bencillikten başka birşey olmayan “görünmez el” tezine dayanan adam smith’in ahlaki değerler teorisinin ve liberal paradigmanın pratik anlamda iflas ettiği gerçeğiyle yeniden yüzleşmiş oluruz. ancak bu gerçeği değiştirmek için hiçbir adım atılmaz, sömürülen işçiler üretimden gelen güce sahip oldukları halde, haklarını korumak ve bu engellendiğinde de sistemi değiştirmek için hiçbir şey yapmadıkları takdirde, kapitalizm her ekonomik kriz döneminde çöküntüden kendisini kurtarır ve yenilenerek, kendisini güncelleyerek varlığını sürdürmeye devam eder.
  • en önemli unsuru medyadır. meyda krizdeyiz derse krizdeyizdir. diğer unsurlar mevcut olsa dahi medya krizdeyiz demezse krizde değilizdir. geç de olsa bunu farkettik çok şükür.
hesabın var mı? giriş yap