60 entry daha
  • ayakların suya erdiği dönemdir. hele benim gibi olağanüstü bir dönemin öğrencisiyseniz biraz da sert bir inişle…

    1974 / 78 yılları arası üniversite öğrencileri için zor bir dönemdi. can güvenliği meselesini artık kanıksamış olsak bile düzensiz eğitim programı tek başına eğitim hayatımızı alt üst etmeye yetmişti. okulun ne zaman açık ne zaman kapalı olacağı belli değildi. bazen kış ortası ne yapacağınızı bilmez vaziyette öylece beklerken, yaz sıcağında haldır haldır sömestr tamamlamaya çalışırdık. bu belirsiz şartlarda yapılan eğitim de tatil dönemlerinde yapmamız gereken stajlara vakit bırakmıyordu. diyelim ki vakti bin bir güçlükle denk getirdik bu sefer de bizi işyerinin kapısından sokacak iş yeri bulmak mümkün değildi. malum o günlerde üniversite öğrencileri sakıncalı kişilerdi. velhasıl bu şartlar altında dördüncü sınıfa gelmiş ama makine mühendisliği diploması için gereken iki stajı henüz yapamamıştım. hâlbuki stajı meslek hayatımın ilk adımı gibi görüyor, pratik eksiğimi kapatmak için can atıyordum. bu arada okulun gergin havasından kurtulmak da ilaç gibi gelecekti. fabrikaları hayalimde nasıl canlandırırmışım pek hatırlamıyorum. sonradan epey hayal kırıklığı yaşadığıma bakılırsa yirmili yaşların hayalperestliği muhakkak ki bende de başroldeymiş.

    1978 yılı yaz başında beklemediğim bir iyilikle karşılaştım. sınıf arkadaşımın abisi elini taşın altına koyup – o derecede zordu bu işler yani- bana kendi çalıştığı iş yerinde, staj kontenjanı çıkarttı. makine mühendisliği stajı için ideal bir işletmeydi. kendimi göklerde geziyor gibi hissetmiştim. ilk 36 işgünü atölyeler ikinci 36 iş günü de yönetim kademesinde olmak üzere 72 iş günü süresince aslanlar gibi mühendis yetiştirecektim kendimi.

    günü geldiğinde gerekli evraklar cebimde kabul işlemlerini tamamlamak için tıka basa bir dolu bir minibüsle yola çıktım. çapa'da otururdum ama edirnekapı surlarından öte hiç çıkmamıştım. demirkapı, berec, rami…bozuk bir yolda gecekonduların arasına sıkışmış atölyelerin arasından gidiyorduk. benim gibi şehrin dış mahallelerini türk filmlerinde görmüş küçük memur çocuğu için istanbul’un içinden çok farklı bir resimdi karşıma çıkan.

    fabrikanın kapısına vardığımda arkadaşımın abisinin bir hafta önce işten ayrıldığını beni de staj işlerine bakan kişiye beni emanet ettiğini öğrendim. bu karışıklığı çözmek birkaç saatimi almış, kapıdan içeri bile büyük bir uğraşı sonucu girebilmiştim. kısa bir tanışma faslından sonra ertesi gün için staja başlayabileceğim söylendi. benim için en sevindirici şey staj süresince fabrikaya servisle gidip gelme imkânıydı.

    ilk gün, bana çok kötü bir sürprizle başladı. atölye stajı için; makine parkı geniş bir imalat atölyesi, model hanesi, maça hanesi, dökümhanesi, montaj hattı, tamir bakım atölyeleri ile dört başı mamur bir yer buldum diye sevinirken üretim planlama bürosunda bir masa gösterildi bana, “buyurun! staj yeriniz” denerek. meğerse o güne kadar atölyelerinde dişi sinek uçmamış, bundan sonra da uçamazmış.- tabir onlara ait-. yapacak bir şeyim yoktu. dört yıldır eğitimini yaptığım meslekte ilk ayrımcılığa uğramamdı bu. ne yazık ki son da olmayacaktı. suratımı asıp oturdum. önümdeki manzara göz alabildiğine gecekondu damıydı. üretim planlama bürosu ise 25 gencin arı kovanı gibi çalıştığı bir yerdi. bilgisayar sistemleri henüz dünyaya gelmediği için kartoteks sistemi ile boğuşup duruyorlardı. aradan 30 sene geçmiş olmasına rağmen her birinin güleç yüzü ve hayatımda bir daha tanık olmadığım matrak büro şakaları hala aklımda… muhakkak ki onların da hayatlarına büyük bir renk gelmişti. o büronun bulunduğu katta işletme müdürü sekreterinden başka kadın yoktu çünkü.
    okulun acayip politize ortamından sonra bana ortalık pek bir süt liman gözükmüştü.- fena yanılıyordum hâlbuki.-

    aradan birkaç gün geçmiş stajımla alakası olmayan angaryalarla uğraşırken başıma birisi dikilmişti. neden atölyede olmadığımı soruyordu. ben de bir yandan onun kim olduğunu çıkarmaya çalışırken –elini uzatırken söylediği adını anlayamamıştım-bir yandan da durumumu utanarak izah etmeye çalıştım. sanki atölye stajını büroda yapmamın sorumlusu bendim. bir zaman sonra şaşkınlığımı üzerimden atınca bu kişinin simaen tanımadığım referans kişim, arkadaşımın abisi olduğunu çözdüm. fabrikada bir işi vardı ve gelmişken rahatımın yerinde olup olmadığını kontrol etmek istemişti. kendisi de mühendis olduğu için halden anlıyordu. bir hışım genel müdürün odasına dalmasından beş dakika sonra -orada forsu olan biriymiş, bu arada bunu anladım- kendimi imalat atölyesinde buldum.-daha sonra ikinci stajda bu neşeli gençlerin yanına bir kez daha dönecek pek de neşeli olmayan bazı öykülerine tanıklık edecektim-

    ben atölyeye doğru yollanırken arkamdan seslenmişti güleç gençlerden birisi.
    “bizim sendika maden iş, haberin olsun!”
    bu uyarının neden yapıldığını anlamamıştım. onca yaşanan olaya rağmen hala ne kadar safmışım ki geldiğim okulun ülkü ocakları kalesi olmasının –benim onlarla bir ilgim yok nasıl olsa !- buralarda hiç hoş karşılanmayacak bir durum olduğunu düşünememişim.

    imalat atölyesi envai çeşit otomatik hatta cnc kontrollü sayılabilecek torna, freze planya taşlama honlama vb. tezgâhla doluydu. gündüz notlar alıyor gece onları düzenliyor ustabaşlarına rezil olmamak için elimden ne gelirse yapıyordum. onlar da anlayışlı insanlardı. öğrenciler arasında sıkça anlatılan mühendise külahı ters giydiren işçi hikâyelerindeki tiplerden çok farklılardı.

    birkaç gün sonraydı. mesai saati içinde birisi sendikanın işyeri temsilcisinin beni yemekhanede beklediğini kulağıma fısıldadı. bende şafak attı biraz. atölye şefi olan mühendise ne yapmam gerektiğini sordum. “gitsen iyi olur” dedi. ben de gittim. aslında uzun zamandır böyle bir kimse ile tanışmayı, oturup konuşmayı hayal etmiştim. üniversiteye girerken okuduğum okulu bin bir tesadüf neticesinde seçmiş ama ideolojik görüşünü seçmek gibi bir şansım olmamıştı. ben de sınıfımdaki diğer kız arkadaşlarımla birlikte elimden geldiği kadar okulumdaki siyasi eylemlerden uzak durmuş zorla verilen seminerleri bile – hele ki zorla olduğu için- hiç dinlememiştim.. –aslında öğrencilik yıllarım ayrı bir entry konusu olacaktır da eşref saatimi bekler- teorik bilgi eksiğim çok olmasına rağmen kalbim 14 yaşımdan beri sol kanata yakındı. evet, gökleri fetheden hiçbir faaliyetim yoktu ama kalbim onlardan yanaydı. işe bakın ki şartlar beni sanki suçluymuşum gibi – hem fikren ülkücü olsam da niye suçlu olacakmışım– bu devrimci sendikanın temsilcisinin karşısına çıkarıyordu. tanışma faslı buz gibiydi. doğrudan ve arka arkaya birçok şey sormaya başladı. sorduklarının cevabını dinlemiyordu bile. sanki “ben senin ne mal olduğunu bilirim” havası vardı davranışlarında, bir de küçümseme... o kadar hızlı konuşuyordu ki aptallaşmıştım. sonra aniden görüşmeyi bitirdi. elime bir tomar teksirle çoğaltılmış kağıt tutuşturdu. “oku bunları yarına kadar ” dedi. benim en büyük korkum okuduğum okulda sol görüşlü öğrencilere yapılanların -eğitimlerinin engellenmesi, bileklerinin hakları ile kazandıkları okuldan silah zoru ile uzaklaştırılmaları - misillemesinin bana yapılması, bin bir güçlükle girdiğim şu stajdan tehdit yolu ile uzaklaştırılmamdı. ertesi gün büyük bir ihtimalle defterim dürülecekti. -aniden kafam çalışmaya başlamıştı yani…- bana zorla yaptırılan her şeyi reddeden bünyem o teksir tomarında yazılanları okumayı da reddetti. ertesi gün, başıma gelecekleri düşünerek ağlamış bir suratla servisten indiğimde üretim planlamadaki güleç gençlerden biri beni bekliyordu. “dün olanları dert etme! bir daha çağırırlarsa da gitme!” dedi. anlaşılan fabrikada yerin kulağı vardı. “bir şey yapmasınlar sonra bana” dedim. “korkma biz konuştuk onlarla, bir terslik olursa adımı ver” dedi. ben yüzündeki yumuşak ve kollayıcı ifadeden cesaret olarak sordum. peki, “siz???” sözümü tamamlayamadan cevapladı. igd’nin fabrika içinde bürosu varmış. kemal de onlardan biriymiş. bu fraksiyonu istanbul içindeki duvar yazılarından tanıyordum. sertlik yanlısı olmayan bu devrimci gurup başlarda bana çok sempatik gelmişti. sonraları ideolojilerinin biraz bana uzak kaldığını anlamıştım. ama yaptıkları iyilik unutulur mu hiç! –iyilik olsun diye mi yapmışlardı??-

    o günden sonra fabrika içinde beni siyasi anlamda rahatsız eden bir davranış görmedim. ama fabrikanın içi kaynıyordu. o günkü ekonomik şartlar dolayısıyla yönetim vardiya düşürmek, bunun içinde ilk etapta isteyen işçilerin tazminatlarını ödeyerek çıkarmak istiyordu. sendika ise buna karşıydı. tazminat karşılığı işten ayrılmaya gönüllü olanlara da engel oluyordu. öğleden sonraları vardiya değişimi saatinde karşılıklı atılan sloganlar ortalığı yıkıyordu.

    ilk günler benden başka stajyer yoktu. bir müddet sonra bir kız ve üç erkek öğrenci daha staja başladı. kız öğrenciyi doğrudan atölyeye aldılar. o da, şaşkınlığını benim üzerimde atmış olan işçilerin meraklı bakışları ile karşılaşmadı hiç. geldikleri okullar da benim geldiğim gibi karşıt bir görüşün kalesi konumunda değildi. onlara çay bile ısmarlayıp bağırlarına bastılar. ben de kısa süre sonra bu gurupla iyi arkadaş oldum. keyifli günler geçirdim. hatta staj için ödenen ücreti -günlük bir paket maltepe sigarasına denk geliyordu- hep beraber vur patlasın çal oynasın harcamıştık…

    yalnız bir sorunum vardı ki fabrikanın kapısından ilk girdiğim günden itibaren beni yiyip bitiriyordu. gerçekten yiyip bitiriyordu çünkü ben yemek yiyemiyordum. ne fabrikada, ne de evde. fabrika çevreye öyle bir koku salıyordu ki ondan kilometrelerce uzaklaşsanız bile burnunuzdan gitmiyordu. bu mide bulandırıcı koku maça hane fırınlarında pişen maça kokusuydu. maça, dökümde ahşap modelden farklı olarak her döküm işlemi için özel olarak üretilen, dökülen parçanın iç boşluk formlarını sağlayan bir çeşit modeldir. döküm bitince kırılarak çıkarılır. onun için her gün yüzlercesi, kurabiye pişer gibi maça fırınlarında pişiriliyordu. pişme esnasında da son derece ağır bir reçine kokusu çıkarıyordu. bu meslekte her şeye alıştım ama bu kokuya bir türlü alışamadım. belki uzun yıllar bir dökümhanede çalışsaydım alışabilirdim.

    dökümhane demişken atölye stajımın son bölümü dökümhaneydi. son derece sıcak ve tozlu bir ortamdı. her yer kumdu. havada bir vinç ucunda dönüp duran pota su gibi erimiş metali şır şır kalıplara dökerken, erimiş madenden sıçrayan envai renkte yıldızcıklar sağa sola saçılıyordu. bir tanesi bir tarafınıza değerse yandınız demek. -her iki anlamıyla da.- işçiler çok sağlıksız ve hayattan bezmiş gözüküyorlardı. ama hepsi iyi niyetli insanlardı. bana dökümün tüm aşamalarını en ince ayrıntılarına kadar anlattılar. onlarla model kalıplayıp, kumu iyice sıkıştırmaya yarayan hassas tıklama işlemini bile birlikte yaptım. o işlem o zaman elle yapılıyordu. şimdi galiba havalı çekiçler var. bu arada dökümhaneye geldiğim ilk gün dökümhane şefi benimle tanışmak zahmetinde bulunmamış beni oraya götüren staj temsilcisi de “aldırma!” deyip çekip gitmişti. ama oradaki işim bitince bütün bölümlerde olduğu gibi staj defterimin ilgili bölümünü ona imzalatmak zorundaydım. defterin bütün sayfalarını alaycı bir tavırla inceleyip bir kusur bulamadıktan sonra “ne uğraşıyorsun buralarda, alt tarafı kadınsın!” demişti. hiç sesimi çıkarmadan imzayı atmasını bekledim ve defteri önünden alırken “üst tarafı da kadın!” diye cevap verdim. hiç arkama bakmadan odasından çıkarken gözümden yaşlar fışkırmıştı. yeraltında çalışan maden işçilerinde olduğu gibi yüzünde sadece beyaz olarak gözünün akı kalmış işçilerden biri, halimden mühendisinin bir halt yediğini anlamış olacak ki “aldırma be kızım! ayı osman derler ona…” demişti. ayı osman lakabına sonuna kadar müstahak biriydi…

    böylece atölye stajını bitirmiş yine normal takviminin dışında aniden ilan edilmiş sınav tarihlerine göre 4.sınıf finalleri için okula dönmüştüm. sınavlardan sonra bir kez daha organizasyon stajı için burada olacaktım.

    galiba çok uzun yazmışım. ikinci stajı başka bir entrye saklayalım…

    peşin peşin edit: sıradan insanların yaşamlarından kesitler, yaşandığı döneme, dönemin aktörlerinin anıları gibi bir projektör tutamasa bile bir mum diker…
246 entry daha
hesabın var mı? giriş yap