20 entry daha
  • fransız züppelerden çıkıyor genelde bu tarz uyumsuzluklar. nihat genç gibi konuya girmiş olmamın nedeni canıma tak etmiş olmasıdır; nerede çok konuşup, az düşünce aktaran varsa fransız çıkıyor. nihat genç'e sorsanız der ki, 'eşcinsel hakları, kadın hakları, feminizm, çevre hakları, hayvan hakları vb. batı hastalıkları, bizim gibi doğulu toplumları sömüren batılı zihinler tarafından bizim uyutulmamızda kullanılıyor; kadının kocasını abu ghraib'e götürüp işkenceyle öldürüyorsunuz, sonra aynı kadına, onunla dalga geçercesine batıdaki kadın haklarını satmaya kalkıyorsunuz, iş mi şimdi bu?' (bu akşam tvde bir yerde bu minvalde bir şeyler dedi) haklılık yanı (yüzde 3,3) var ama haksızlık yanı da (yüzde 96,7). böyle bir yaklaşımda sanki bütün bu hak arayışları bir zihnin sömürgen karakterinden çıkmış gibi düşünülmüş oluyor; dahası bu zihin sömürünün allahını bu tarafa doğru yöneltmiş oluyor. ben böyle bir şey görmedim, varsa da yüzde 3,3'lük soysuzluğa giriyor olsa gerek (bkz. amerikalıların ıraklı kadınlara vibratör yollaması). gerisi (yüzde 96,7) ise tümüyle batılının yine kendisine çıkardığı meşgaleden ibaret. aslına bakarsanız, hakikat tek bile değildi, belki de hiç yoktu, cahiller onu çoğaltmadı, var etti. o denli yani "yok yere" batılı kendine dert icat ediyor.

    bırak kadın ataerkil zihniyeti içselleştirmiş olsun, nasılsa içselleşmiş olan ile içselleştirilmiş olan arasında bir uyum olduğu tespiti yapılagelmiş, ne diye sorgularsın ki? ama sorguluyor işte. zaten felsefe-bilim geleneğinin karakteristiğinde olması gereken de bu, dert çıkarmaca, sorun icat etmece, yok yere yaraları kaşımaca, kanatmaca! aksi hâlde bu kadar üniversite, bu kadar akademisyen, bu kadar düşün adamı, bu kadar kitap, bu kadar yayın, bu kadar öğrenci, bu kadar araştırmacı ne iş görecek? olmaz. içselleşmiş olan ile içselleştiren arasındaki sıkıntısızlığı sıkıntı olarak görüp, deşmek sorgulayıcı zihnin şanındandır.

    bu şana yakışır bir tavır içinde olan bir zihin de fransız michele le doeuff. kendisiyle ilkin francis bacon mevzuunda, aynı arsada top koşturmak zorunda kaldım. yine hiç gereği yokmuş gibi dururken, fransa'da ingiliz renaissance'sına ilişkin yayının az olduğu bir ortamda, hegel'ciler kant'çıları, kant'çılar da hume'cuları küçümserken ingiliz filozoflar hepten yerle yeksan olmuş. bacon'ın hiçbir kitabı bulunamazken, bacon neredeyse hiç bilinmezken, akademik çevrelerde essays'ten başka eseri okunmazken, bu hanımefendi tutmuş new atlantis'i yorumlu bir çeviriyle sunmuş. bir de üstüne bir röportajında "kendimi daha ziyade bağımsız bir zihne sahip biri olarak betimleyebilir miyim? bağımsız bir zihnim olsa da olmasa da, benim ussallık kavramım herhangi bir tahakküme tapınmayı kesinlikle barındırmıyor." demiş. böylesine mücadeleci bir zihnin sadece avamın değil, akademinin ve düşün aleminin dilinde de ataerkil zihniyetin tahakkümü altında ezilen kadının sakıncalı piyade minvalindeki durumuna el atmaması düşünebilir miydi? asla! hem de bu el atışına zemin olan da evvelki bacon çalışmaları olunca, le doeuff tam anlamıyla bomboş bir saha bulup koşturmuş. gerçekten de evvelce hiç kimsenin eğilmediği, yukarıdaki söylemime yedirip söylemem gerekirse, kanamayan yarayı kanatırcasına ya da tende bilerek, isteyerek kanırta kanırta yara oluştururcasına bir saha bulmuş. detayları aşağıdaki paragrafta bulacaksınız, sonra 'paragraflar tuğlalaşmış yine' diye şikâyet mesajları yığılıyor posta kutuma.

    buna göre bacon doğanın bir kadın olduğunu, yanlış bilgi (bilgi kirliliği/@jimi the kewl) onunla sanki bir fahişeymiş gibi pazarlık ederken doğru bilginin ona uygun bir şekilde yasal eşi gibi davrandığını söylemektedir. bu da iki bilgi türü arasındaki ayrımı göstermek için ortaya konmuş bir imgedir. le doeuff'un yorumuna göre, bu imgeyle birlikte aktarılan düşünce şudur: bilim-adamı erkektir ve bir kadına lâyıkı ile davranması aslında onun aracılığıyla baba olmak istemesidir. düşün-kadınımız le doeuff, raoul mortley'e vermiş olduğu röportajda bu durumu şöyle açımlıyor:

    "...benim çalışmam felsefi eserlerde bulabileceğiniz imgeler birikimi -bunlar her neye göndermede bulunuyorsa: böcekler, saatler, kadınlar, adalar gibi- hakkındadır. bunların felsefi girişimlerde ne rol oynadıklarını göstermeyi deniyorum. fakat açıktır ki kadın figürü üstüne çalıştığımda, düşsel adalar üstüne çalışmamdan daha önemli bir şey tehlike altında kalmaktadır. bunun nedeni, ilkin bir filozof adalar üzerine ne yazarsa yazsın, bunun adalara hiçbir zaman zararı dokunmaz. kadınlar hakkında söyledikleri ise genellikle hakarettir. böyle sonuçları vardır. ikinci olarak bunun nedeni, sıradan bir okuyucu, bir filozofun böceklere dair yazdıklarının doğru bir betimleme olmayabileceğini açıklamaya hazırken, kadınlara dair söylenen herhangi bir şey ya da her şey eleştirel düşünülmeksizin kabul edilmektedir... geçenlerde çevrenin korunmasıyla ilgilenen insanların huzurunda bacon hakkında yazdığım yazıyı okudum ve arılar, karıncalar, örümcekler, fahişeler, eşlerden bahsettim. ulusal parklarımızdan sorumlu bir bey tartışma esnasında şunları söyleyerek itiraz etti: 'fakat karıncalar böyle hiç değildir. bazıları sadece toplamaz, bahçıvanlık da eder. filozoflar ne konuştuklarını bilmiyorlar...' fakat hiç kimse kalkıp da şöyle konuşmadı: 'fakat kadınlar da hiç böyle değildir. bazıları ne fahişe ne de eştir ve birçok eşe de edepli davranılmamaktadır.' ben de böceklerin kadınlara nazaran felsefî suistimale karşı daha çok korundukları sonucuna vardım." (fransız düşünürleriyle söyleşiler, sf.125, imge kitabevi, 2000)

    ataerkil zihniyetin, kadın üzerindeki tahakkümüne ilişkin emarelere felsefe metinlerinden hareketle edinilen imgelerde de rastlamak aslında şaşırtıcı değil. platon'dan günümüze (aslında evveli de var, ancak platon'un devlet'indeki kadın imgesi öylesine belirgin bir örnektir ki, bu konuda konuşmaya başlayanlar genelde platon'u başlangıç noktası kabul ederler), felsefe ekollerinin çoğu kadını ezen bir ideal dünya tasarlar. bunun nedeni de büyük olasılıkla, luce irigaray'ın isyan etmekte haklı olduğu gibi, mevcut dilin ataerkil menşeili olmasıdır. zira dili besleyen veya bizzat dilin beslediği ideal alem tasarımları, felsefî olsun, dinî olsun ve hatta, biraz garip gelebilir ama, bilimsel olsun, hep erkek egemen olmak durumunda kalmıştır. bunda baş sorumlu olanlar, ataerkil düzene seslenen imgelerin sürekliliğini sağlamış oldukları için bacon veya başka bir filozof ya da hıristiyanlığın bir temsilcisi değildir. onlar da tıpkı, luce irigaray veya başka bir aktivist gibi, ortama doğmuşlar ve ortamın diline göre kendi imgelerini oluşturmak durumunda kalmışlardır. meseleyi sadece bir dil problemi olarak görüyormuş gibi görünmem de aldatmasın; meseleyi tetikleyen olduğu kadar bizzat meseleden tetiklenen de dilin kendisi. karşılıklı olarak emme basma mekanizmasının işlediğini düşünebiliriz; mevcut düşünce ekolleri; dinî, siyasî, sosyo-kültürel sistemler böyle bir dille şekillendiği gibi, her defasında böyle bir dili oluşturmak durumunda kalıyor. evvelce latinceden bunun örneklerini ya da irigaray'in fransızcadan verdiği örnekleri sunmuştum; onlar içinden çoğul artikeller veyahut isimlerdeki cinslerle ilgili olanları düşününüz: 10 kişilik erkek grubu çoğul-eril; 10 kişilik kadın grubu çoğul-dişil; 9 erkek + 1 kadından oluşan 10 kişilik karma grup çoğul-eril iken 9 kadın + 1 erkekten oluşan 10 kişilik karma grup da çoğul-erildir (düz mantığa göre çoğul-dişil olması gerekirken). bu dinin veyahut seküler yasaların miras haklarına da yansır, kadının sosyal statüsüne de. şimdi karar veriniz, dil mi statüyü belirliyor; yoksa statü mü dili? bu tam anlamıyla girift bir problem olup, "yumağı çözdüm" diyene simitçiden simit ısmarlanıyormuş.

    dahası bunun aslında bir oyun gibi bir şey olduğunu ve en azılı feministlerin de, aslında bu oyunun kurgucularının diline uygun olarak yaratılmış oyuncular olduğunu dile getirmeye çalışmıştım evvelce. sneja marina gunew'in o doyurucu kitabında bir yerde (feminist knowledge: critique and construct, p.25, routledge, 1990) buna değiniliyor. kabaca deniyor ki, "hadi kadına 'kötü' (evil) demeyelim de, 'iyi' (good) diyelim; yahu ona yönelen, onu adlandıran yine biz olduğumuza göre onu daimî olarak 'öteki' (other) kabul etmiş olmuyor muyuz?" tam anlamıyla benim evvelce anlatmaya çalıştığım oyun kurgusunun "bir nevi" (quasi) foyasını ortaya çıkaran bir soru. sanki dile kim hâkimse, o daimî olarak egemenmiş gibi bir hava estirilmiş oluyor. buna göre o dille size hangi rolün biçildiğinin hiçbir önemi yok; size "tanrı(ça)" deseler, sizi tabu kılıp bir idolün temsiliymişsiniz gibi muamele de bulunsalar; yine de dilin yaratıcıları, nesnenin konumunu, mahiyetini belirleyenler olarak sizden üstün olacaklar ve imgenin efendileri olarak, tıpkı cennet bahçesinde kendisi dışındaki şeylerin adını koyma hakkına sahip olan adem gibi, tanrıya yakışır bir eylem içinde olacaklar. peki, siz ne olacaksınız? bu oyunun tanrıçası. bundan memnunsanız, diyecek bir şey yok.

    fazlasıyla soyut bir dil kullandığımın farkındayım, ancak "ataerkil zihniyet" derken de aslında elle tutulur bir düşman belleyemediğimiz için, böyle bir dile muhtacız. yoksa kadınların aktif siyasetteki konumlarını belirleyen kotalar, pozitif ayrımcılık gibi kimi konular gündelik yaşamdaki, kadınların kimi sıkıntılarını giderebilir. ancak büyük resmi görmedikçe, kümenin sınırlarını genişletmedikçe bir sonraki kuşağa ancak çözülmüş gündelik problemler miras bırakabiliriz. ha deyince de medeniyetin dilini değiştirmek mümkün değil; ancak bu yumağın bir ucunu bile bulamadan içinde cebelleşip durmak, patenti bana ait olan tasmalı erk paradoksunun şanından gelir. en azından ben söyleyeceğimi söylüyorum, der çıkarım işin içinden. gerisini de başkaları düşünsün.
15 entry daha
hesabın var mı? giriş yap