2 entry daha
  • insan yaşamının amacını çok yalın, çok romantik ama aynı zamanda çok gerçekçi bir üslupla anlatan archibald joseph cronin romanıdır. keşke yirmili yaşların başındayken okuyabilseydim dediğim...

    bu kitabı okumak için çok geç kalmışım ve bu tamamen benim suçum. çünkü kitap, doğduğum günden beri kitaplığımızda duruyordu. bense iki hafta önce, otuz bir yaşımdan yaklaşık dört ay almışken okudum. neden? çünkü önyargılı ve sanırım kibirli bir insanım. çünkü kitaplığımızda iki farklı bölüm vardı; bir yanda kirli beyaz, soğuk ve ciddi kapaklarıyla - çoğu cem yayınevi'nden çıkma - rus ağırlıklı dünya klasikleri, diğer yanda renkli ve parlak, çoğu kızlı oğlanlı, öpüşmeli ya da ağlamalı kapaklarıyla aşk ağırlıklı romanlar dururdu. bu ikinci kısımdakilerin kapaklarını ve isimlerini ta o zaman - okumayı söktüğüm altı yaşımdan itibaren - itici ve bayağı bulurdum. (düşünün, ayn rand'in the fountainhead'i bile bu kısımdaydı ve ismi "bir pınar ki" diye çevrildiği için yıllarca kendisine burun kıvırıp çok sonra, çok büyük bir tesadüf eseri onun the fountainhead olduğunu keşfetmiştim. "bir pınar ki" nedir allah aşkına? bana kitabın pınar adında, sarışın ve koca memeli bir kadından bahsettiğini düşündürmüştü.) diğer kitapları seviyordum ben. anlamasam da onları okumaya gayret ediyor, böylece bir halt ettiğimi zannediyordum. o zaman anlamını bilmesem de sanırım estetik anlamda daha minimalist, içerik anlamında daha "seçkin" zevklerim vardı. ya da öyle olsun istiyordum. bir de kişisel olarak kendimi erkek çocuğu olarak doğmadığım için ihanete uğramış hissediyor ve aşklı meşkli, romantikli şeylere karşı erkenden tepki geliştiriyordum; nitekim sonradan bunda başarılı da oldum sayılır. neyse. işte bu canım kitap, canım eguvan ağacı, o aşklı meşkli, "ucuz ve bayağı" romanların ağırlıklı oldukları tarafta durduğu için güme gitti. oysa ben ne bilirdim hayatım boyunca zihnimi ve kalbimi kurcalayıp duran sorulardan bahsettiğini? ve sanat konusunda seçkin ve de sade zevklere sahip olmanın değerli bir şey olduğunu zannetmek fikrini nasıl da incelikle alaya aldığını...

    insan yaşamının amacı nedir? soru bu.

    bir adam düşünün; hayatın her alanında seçkin zevklere sahip. bu adamın evi ve hayatı, kitabın, resmin, müziğin, yemeğin, içkinin, kahvenin, çayın ve eğlencenin ve her şeyin ama her şeyin en iyisiyle, en kalitelisiyle dolup taşıyor. kuğu gölü'nün karşısında yaşıyor ve hayatı dopdolu, her şeyi tadarak, her güzel yeri gezerek, bütün tarihi mekanları ziyaret edip hikayelerini ezberleyerek geçmiş. kendisini gelişmiş ve tabii iyi insan olarak tanımlıyor. "ufak tefek" eksikleri olduğunun da arada bir, yine şahane kişiliğine övgü anlamında altını çiziyor. ucuzluğu, bayağılığı, cehaleti aşağılıyor. sanattan anlamayan insanı yoz buluyor. bu adam baş kişimiz; kahramanımız. çok da enteresan, hiç büyüteç altına alınmamış bir karakter değil, evet. fakat yazarın ustalığı şurada ortaya çıkıyor ki, bu adamı yaklaşık dört yüz sayfa boyunca bir defa bile aşağılamadan, hor görmeden, aksine anlamaya çalışarak; tercihlerini bir yazar olarak bir defa bile sorgulamadan, gerçekten objektif olarak anlatıyor. bence kitabı şahane kılan en önemli detay bu.

    cronin'in kendi fikrini hissettirme yöntemi, yarattığı anti-kahramanın - ki kendisine sorsak belki de onun anti-kahraman olmadığını söylerdi - karşısına koyduğu "zavallı" kişiler ve bu kişilerin hikayelerinin okuyucuda yarattığı adaletsizlik duygusu olmalı.

    bir kadın düşünün; yirmili yaşlarının başında. bir köyde, neredeyse hiç eşyası olmayan bakımsız bir evde yaşıyor. hayatını hasta bakıcılık yaparak ve komşu köylerdeki yoksul insanları iyileştirmeye çalışarak geçiriyor. iki elbisesi, bir eski hırkası, yamalı ayakkabıları ve köylere gitmesini sağlayan eski bir bisikletinden başka kişisel varlığı yok. sağlık kitapları dışında hiç kitap okumamış. müzik dinlemiyor. tiyatroya, operaya gitmemiş; sinemayla ilgilenmiyor. dini inançları kuvvetli bir kız ve eline geçen azıcık paranın hemen tümünü afrika'da misyoner olarak çalışan dayısına - o da başlı başına incelenmesi gereken bir karakter bu arada - gönderiyor. kendisinin de tek bir ideali var: afrika'ya gidip yardıma muhtaç olan insanlara el uzatmak. kadını gözümüzde yücelten tek ve en önemli şeyse iyi yürekli, sevgi dolu, samimi bir insan olması. zaten daha fazlasına gerek var mı? kitap da bunu soruyor...

    adama göre insan, kendini geliştirmek, hep yeni şeyler öğrenmek, bilgiyi ve kültürü biriktirip mümkünse paylaşmak ve hayattan zevk almak için yaşamalıdır.

    kadına göre insan, sahip olduğunu başkasıyla paylaşmak, yardıma muhtaç olanların yanında olmak için yaşamalıdır.

    ben kendimi hem adamda, hem de kadında buldum. hayatımın bir kısmı - tıpkı bizim evin kitaplığındaki gibi - sanat eğitimim ve işim sebebiyle adamın kirli beyaz, soğuk ve ciddi dünyasında; diğer kısmıysa bu dünyanın insanlarına ve tarzına ayak uyduramadığım, köyde doğup çocukluğumu köyde geçirdiğim ve bir gün yine oraya dönmek isteğim yüzünden kadının dünyasında geçiyor. ne yazık kadınınki kadar ulvi bir görev olmasa da mesela, akşama kadar senaryo yazıp akşam olunca gece pazarında on liraya tişört sattığım oluyor. mesela sürrealizm üzerine tez yazarken, bir tabloyu büyüteçle inceleyip tabloda ismi minnacık görünen kitabı bulup pek matah bir şey yapmış gibi göndermeleri incelikle tespit ettikten ve tabii baba baba laflar ederek incelememi yazdıktan sonra dedemin tarlasında tere toplayıp lastikle bağladığım, bağları kasaya doldurup amcamla hale yollandığım da oluyor. "derdini sikeyim" diyecekleri baştan uyarıyorum; bunları dert ettiğimi söylemedim. sadece insan düşünüyor ister istemez; ben sık sık düşünüyorum mesela bu konuyu. yazdığım bir makaleyi dedeme okutsam ne kadarını anlayabilir? çoğunu anlamaz. üstelik o abidik gubidik kelimlerin gerçek hayatta bir işe yarayacaklarını da düşünmez. işin doğrusu ben de çok zaman onun gibi düşünüyorum. bazen, hayatımın amacıymış gibi yıllarımı vererek öğrendiğim/edindiğim pek çok şeyin, biriktirdiğim kitapların, isimlerini ezberlediğim ressamların, bir bakışta tanıyabilmekle övündüğüm tabloların hiçbir işe yaramadıklarını düşünüyorum.

    güzel bir kitabın son cümlesini okuduktan, zeki bir yönetmenin filmini seyredip bitirdikten, günler ve geceler boyunca uğraşılarak bestelenmiş bir eseri dinledikten sonra haz duymanın yanlış bir tarafı yok elbette. aksine pek hoş bir duygudur bana göre o haz duygusu. ama bir insana yardım edebilmekten, karşılık beklemeksizin vermekten daha hoş olabilir mi? hani narayanan krishnan ismindeki yeryüzü meleğinin dediği gibi, "vermenin hazzından daha güzel bir duygu olabilir mi?"

    uzun zamandır bunları düşünüyordum işte. yıllar boyu "meh, ucuz aşk romanı" diye burun kıvırdığım erguvan ağacı da bana çok güzel, tokat gibi cevaplar verdi. gelip buraya baktım; hakkında çok az şey yazılmıştı. ben de uzun bir yazı yazıp çokça kendimden, biraz da kitaptan bahsettim. sonuçta her şey kendimizi anlatmak için değil mi? umarım bir gün adamın dünyasından tamamen sıyrılıp kadının dünyasına geçebilecek saflığa ulaşabilirim. umarım hepimiz ulaşırız.
6 entry daha
hesabın var mı? giriş yap