• tanju gürsu ve türkan şoray ın canalıcı repliklerinden bir kısmını bugün izlerken yemedim içmedim not ettim, buyrunuz

    camgöz- heyyt ulan imbik fahişesi
    fosforlu-beleşe hayır diyenin midesine turp sıkıyım, bedava bomba olsunda midemde patlasın
    camgöz- benimle usturuplu lakırdı etde patlatmayım 56yı gözünün astarında
    fosforlu- yaşa be sırma saçlım zevkin dört köşeymiş
    beni seveceksen dikkatine limon sık, bikeresinde biri beni sevecek oldu bütün istanbul herifcioğlunu hastaneye taşıdı
    toparlanın gacılar bitpazarının şubesi geldi
    fosforlu- kıtıpıyoz mecburdum
    kıtıpiyoz- kalbime kazık kakmasaydın ben sana yapıcağmı bilirdim
    fosforlu- çok şey öğrendim sonra kızkardeşiminde hayatını kurtardım
    kıtıpiyoz- çaktıım tevekkeli nüveyra eşek cennetini boylamamış o memduh olacak zırtapozda filmi koparıyordu
    fosforlu- o süsköpeği bi elime geçsin 32 dişine imzamı atmazsam banada fosforlu demesinler
    kıtıpiyoz- yaşaa be fosforlum sende kara sevda var
    fosforlu- bende kara sevda değil kara intikam var tepeden tırnağa kinle doluyum
    kıtıpiyoz- acını bizden çıkarmaya kalkmada bisefer bastırdın tahtrevalliye ama dört kitap dört peygamber şahidim olsun bi fırıldak çeviricem sana küçük dilini yutup kızamık döküceksin,hii ıskaladı
    fosforlu- sende adam olsaydında sarımsağı koftiden enayi pilakisi gibi mantara basmasaydın hem bidaha kolumu böyle tutarsan başlarım sülalenin kayısı hoşafından
    kıtıpiyoz- yuhh be kaçmasam dövücek
    fosforlu- tabi dövücem ne sandın kıtıpiyoz bozması
    kıtıpiyoz- hoşafıma gitti bu dayak dalgası
    fosforlu- nedenmiş
    kıtıpiyoz- neden olacak dövmek istediğine göre bana zilzurna aşıksın
    fosforlu aşkı bırakta adam ol
    kıtıpiyoz- emrin kellem üstüne hanfendi işte adam oldum bile camgöz konuşurken duydumdu esas şef batı pavyonun sahibi biz oraya şarkıcı olarak gidicez sesin güzel organizatör arkadaşım var mutlak çakarız dalgalarını
    şarkı- selamın aleyküm aleyküm selam selam selam selam selam....
    camgöz- satış mukavelenamesi imzalıycaksınız buna karşı parada alcaksınız
    fosforlu- hayır satmıycam
    memduh- hey delikanlı senlen pazarlık etmiştik hadi kızı ikna et
    fosforlu- doğrumu kıtıpiyoz bana bu kalleşliği yaptınmı
    kıtıpiyoz- birbir berabereyiz fosforlu sende benim kafama vurmuştun
    fosforlu- ben senin kafana bu sırma saçlıdan bişeyler öğrenebilmek için vurmuştum ve öğreneceğimide öğrendim
    camgöz- konuş fosforlu baban bu yüzden öldü ihtiraslı bi kimyagerdi herşeye kendi sahip olmak istiyodu üvey annende öldü şimdide sıra kız kardeşinde
    fosforlu- kızkardeşim hastanede sıhhi durumuda çok iyi
    -hadi tamam bitir bu işi
    fosforlu- demek sende onlarla birliktin
    kıtıpiyoz- nasıl kabul edersen et
    fosforlu- serseriyken ne iyi kalpliydin
    kıtıpiyoz – şimdi
    fosforlu- şimdi karadomuz gibi çirkinsin
    kıtıpiyoz- kızmak sana çok yakışıyor
    fosforlu- araziden ve köşkten çıkardılar bizi
    kıtıpiyoz- sen satmadınmıydı oraları paraları cebellezi ettin şimdi afiyetle ye fosforlu ben artık burayı terkediyorum çakıyorsun ya zengin olduk
    fosforlu- dur senin binbir hileyle sahip olduğun yerlerde babamın büyük hayalleri yatıyordu bide beni sevdiğini söylüyordun
    kıtıpiyoz- fosforlum bu cihan ı alemde aşk diye bir bomba varsa senin gözbebeklerinde başlar kirpiklerinde infilak eder
    fosforlu- kıtıpiyoz sen serseri bir şairsin eğer kalbinde bir gram ateş olsaydı böyle andavallılık yapmazdın söyle sevmiyormusun beni
    kıtıpiyoz- milyonluk bi sırı yaya kalmış bir aşk hikayesine harcayamam
    fosforlu- ne söylediğinin farkındamısın
    kıtıpiyoz- ne sarhoşum nede bunak
    fosforlu- yani
    kıtıpiyoz yanisi kanisi benden sana baba nasihati hayatta kimseye inanma
    fosforlu- dur
    kıtıpiyoz- acelem var fosforlum
    fosforlu- dur diyorum yoksa ateş ederim
    kıtıpiyoz- bana aşıksın süt kuzusu elin titrer....
  • bir tanju gürsu, türkan şoray klasiği. kopartan diyaloglarının yanısıra yaratıcı senaryosuyla da takdir edilesi bir eserdir. fosforlunun babasını öldürüp kardeşini ağlarına düşüren kötülerin ( üvey anne- suzan avcı ve yeğenim diye tanıttığı sevgilisi- önder somerin de içinde olduğu) tüm bunları yapmaktaki amaçları fosforlunun babasının kilyostaki arsasındaki uranyum madenini ele geçirmektir. senaristi pür-ü pak alnından öpmek isterim
  • ankara devlet tiyatrosu'nun gülriz sururi'nin ricasını kırmayarak sahnelemesine izin verdiği oyun. sadece bu kararı için bile sevgili lemi bilgin ve kurul üyelerinin her birini teker teker alınlarından öpebilirim.

    kitapçıktaki önsözde yazdığı kadarıyla, suat derviş romanı yazdığı sıralarda fosforlu karakteri için gülriz sururiden başkasını düşünemezmiş. pek çok kere de rica etmiş gulriz sururiye tanışık olmadığı dönemlerde. gülriz sururi ise önce oyunun metnini istemiş suat dervişten. "henüz yazılmadı" cevabını almış. "peki, o zaman romanını gönderin onu okuyayım" demiş sururi suat hanıma. "henüz türkçe'ye çevrilmedi" cevabını almış bu sefer de. haliyle (kendi deyimiyle) biraz da sinirle, "o zaman türkçeye çevirdikten sonra rica edin" demiş.

    bir kaç yıl sonra gülrüz sururi kitabı okumuş ve fosforlu karakterinden çok etkilenip suat derviş in kapısını çalmış. yapılan anlaşma sonucu romanın oyunlaştırılması için haldun taner'e götürülmüş. haldun usta sebebp belirtmeden kabul etmemiş. bunun üzerine dönemin usta oyun yazarlarından bir kaçıyla daha görüşülüp sonuç alınamamış. sururinin bir kaç arkadaşının da kişisel çabası sonuç vermeyince romanı oyunlaştırma fikri, fikir aşamasından öteye geçemediği içi kalmış. bir kaç sene sonra suat derviş vefat etmiş ve gulriz sururi de zamanın etkileriyle fosforluyu oynayacak yaşı gerisinde bırakmış. bu şartlar altında oyun da heves de unutulup gitmiş.

    40 küsür sene sonra diyor "sururi", "bir araştırmacı suat derviş hakkında bir biyografi yazmak için kapımı çaldı ve bana bu kanayan yaramı hatırlattı. beni romanı tekrar okumaya itti." romanı o gece ve takip eden gecelerce defalarca okuyup defalarca ağladığını itiraf diyor sonrasındaysa sururi. "madem ki kimse yapamıyor, ben yaparım" dedim diyor ve "1.5 ay gibi kısa bir süre içerisinde şarkı sözleriyle beraber oyunu bitirmiştim" diye ekliyor.

    oyun müzikleri için attila özdemiroğlu'na gidilmiş. seve seve kabul etmiş. (ki bence ne de iyi etmiş.)

    gelelim kast'a.
    öne çıkan karakterler hakkında konuşmak gerekirse,

    cevriye rolü için "feray darıcı" ya bir şans verilmiş o da köküne kadar kullanmış. "aman kıçım açıldı", "aman başım göründü" demeden gözünü budaktan sakınmadan oynuyor bu cesur rolü. o genç yaşına rağmen yanındaki yılların tiyatrocularının yanında o bahsettiği yıldız misali parlıyor.

    köylü güllü oyunun sonlarına doğru seyirciyi o kadar aldı ki bu orospu sevgili kader ilhan dekorun arkasından 10 küsür kişi içerisinde sahneye çıkarken bile seyircinin suratında gülümseme belirmeye başlıyor, ağzını açtığı vakitse ne derse desin salon kahkahaya boğuluyordu. özellikle cevriyenin hapise düştüğü sahnedeki daktilo emine performansı da kısa fakat başarılıydı. oyunun kısa tanıtım videosunu hazırlayan arkadaş da böyle düşünüyor olacak ki videonun büyük bir kısmı köylü güllü nün sahnelerinden oluşuyor.
    sümbül dudu, nermin uğur bakır'ı deniz yıldızındaki ilginç performansından tanırdım sade.zerre de beğenmezdim hatta dizideki performansını. bir kaç ufak işimden dolayı uzunca bir süre dizi setinde bulunup oyuncu kadrosuyla ister istemez samimi oldum. nermin uğur bakır'la dizi setinden sonra alakasız bir iki yerde daha karşılaşıp uzun soluklu sohbet etme imkanı buldum.hoş, canayakın bi abla kendisi. bu sohbetlerimden vardığım sonuçsa "kötü oyuncu", "iyi insan" idi. ta ki kendisini fosforlu cevriyedeki sümbül dadı karakterinde izleyene kadar. güzel bir karakter çıkarmış, yer yer cılkını çıkarsa da güzelliğinden zerre kaybetmiyor, aksine bu ufak abartmalar daha da hoşlaştırıyor oyununu. şunu rahatlıkla söyleyebilirim ki nermin uğur bakır'a dair bütün fikirlerimi silip süpürmeye yetti de arttı sahnede gördüğüm karakter.

    kırk yamalı hoca - hacıağa - hakim, karakterlerinin her birinde şov yapan ismet numanoğlu ve işçi - kerim - komser rollerinin her birinde sağlam oyun çıkaran ali hakan beşen oyunun bir anlamda jokerleriydi. kendilerini ayrıca tebrik ediyoruz efendim. zombi recep de ismail volkan duru, ve barba karakterinde engin özsayın gayet başarılıydı.

    bir de fosforlunun sevdalandığı adam karakterinde uğur çavuşoğlu var ki ona söz söylemek pek haddime düşmez deyip susmak istiyorum fakat o güzelim ses tonuna ve sade oyunculuğuna kocaman bir tebrik göndermekten de kendimi alamıyorum.

    1-2 ana karakter daha vardı, onlar da gayet başarılıydı. bunun dışında dt de oyun başına yevmiyeli çalışan figüranlar üzerinden gidiyordu oyun (ki biri uzunca zamandır görmediğim arkadaşım çıktı, o da ilginç bir akentod) ki onlardan oyunculuk beklemek pek sağlıklı bir beklenti değil. buna rağmen oyunu taşıyabilecek kapasitedeydi her biri.

    dip not: biri vardı ki aralarında, onu tenzih ediyorum tüm söylediklerimden. şimdi kitapçığa bakıyorum da "çırak kemal" rolünü oynamış, doğukan özman mış hatta adı. (hatırlamanız için şöyle anlatayım, sonlara doğru cevriyenin eline uyuşturucuyu sıkıştırıp kaçan ve başlarda cevriyeye "benim olacaksın" tripleriyle yumulan uzun boylu, şapkalı arkadaş)

    o feminen tavırlar ve tenör sesinle fosforlu cevriye gibi bir hatunun belalısı olmaktan çok mahallenin zengin züppesi gibiydin. ve sana bir sır vereyim, bir daha sahnede "ben torpilliyim" diye bağıracaksan bari diğer oyuncu arkadaşlara yazık etme. şükret ki feray darıcıyla olan sahnen henüz oyunun başındaydı ve seyirci fosforlu'yu henüz tam randımanlı görmemişti. o diyaloglarınız oyunun sonlarına doğru olsa, fosforlunun eteğinin altında ezilir giderdin gibime geliyor. gerçi, yine zildin ya neyse...

    gelelim oyuna bilet bulamama mevzusuna. ben biletsiz gittim efendim, dedim ki görevliye "ben yaklaşık 2 haftadır bu oyuna bilet bulmak adına uğraşıyorum fakat çabalarımdan bir sonuç alamıyorum. buraya kadar geldim, boş yer bulursam izlemek istiyorum. kırmadılar sağolsunlar, oyun başlayana kadar bekledim ve perdeler kapanında boş bulduğum yere oturdum. (ki orası 2. sıranın ortası yani, salonun bana göre en güzel yeriydi) sağ ve sol yanım da boştu. hatta ve hatta yanımdaki 4-5 kişinin diyaloğundan da anladığım kadarıyla onlar da biletsizdi, yani onların koltukları da boştu.

    bu saçmalık sadece ankara seyircisinde mi var bilmiyorum fakat internetten "enee ucuzmuş len" diyip bilet alıyor da oyun günü götü kaldırmak zor mu geliyor da gitmiyorsunuz? 13 gün öncesinden sabahın köründe gişedeydim ve bilet bulamadım, gel gör ki oyuna girdim salonun 3 de 1 i biletsiz seyirci. ayıptır yahu.

    velhasılkelam, bir dahaki sezon tekrar gösterimde olur mu bilinmez fakat siz yine de riske girmeyin, gidin.
    bu güzelim dt oyununu da geç kalanlarve uçurtmanın kuyruğu'nun yanında "izlemeden ölmeyin" e ekleyip, akün sahnesinde bir başka oyunda görüşmek dileğiyle esen kalın efenim.
  • fosforlu cevriye'ye ilk hayat veren (hey klişeye can veren allahım!) türkan şoray değil neriman köksaldır. en yakışanı da..
  • fosforlu cevriye'nin bestesi zeki duygulu'ya ait olup hicaz makamındadır ve trt tsm repertuarına kayıtlıdır. ibrahim tatlıses bu eseri seslendirmiştir.
  • nazım geçer mi, sözüm dinlenir mi bilmiyorum ama izlemeden ölmeyin abi şu oyunu, çok güzel yeminle. valla sırf "emniyeti suistimal" esprisine kemiksiz 5 dakka güldüm. gidin, izleyin. emeği geçenlerin ellerine sağlık, ışıkçısından setçisine herkesi öpüyorum.*
  • --- spoiler ---

    yıldızı denizlere düştü cevriye'nin...

    --- spoiler ---
  • romanı ithaki yayınevinden baskı yapmış yeniden. eski baskısı bulunamıyordu, çok sevinip gördüğüm yerde kitaplığıma ekledim gün itibariyle. meraklılarının haberi ola! *

    http://www.ithaki.com.tr/…yati/fosforlu-cevriye.htm
  • bir suat derviş romanı.

    başlangıç için, romanın kabaca toplumcu gerçekçilik türünde olduğunu iddia etmek yanlış olmayacaktır. romanın çerçevesine dokunmadan ilerlediğimizde, türün kendi içerisinde bir ideolojik kaygıyla şekillendiğini, ki bu örnekte marksizm ile birlikte sorgulanabilir bir feminizmden bahsedebiliriz, bundan mütevellit en nihayetinde herhangi bir biçemdeki sömürünün estetizasyonu ile temsil yoluna gittiği iddia edilebilir. elbette bu estetizasyon, sömürüyü daha meşru, ya da olduğundan daha önemsiz, basit, ihmal edilebilir gösterme kaygısı içerisinde değildir; aksine, ideolojiden ve ideolojinin dışındaki bir alanda ikamet etmenin getirdiği eksiklikleri –bu kanun nezdinde temsilden, konuşulamayan travmalara kadar uzanan bir listedir.- dil üzerinden görünebilir kılmaktır amaç ve bunu yaparken okuyucuyu, bir şekilde, yabancılaşma mekanizma ve dinamiklerinden uzak tutmayı hedefler. bu kertede, suat derviş’in bir aşk hikâyesini okuyucunun cevriye’nin en iyi tabirle, itilmiş yaşantısına dâhil olabilmesi ve karakterle özdeşleşebilmesi adına kurguladığı veyahut kullandığı söylenebilir. yine, romanın ana karakteri olan cevriye’nin yetim ve öksüz oluşu derviş için bir enstrüman niteliği teşkil eder; bu sayede cevriye, her ne kadar toplumsal düzleme dâhil olursa olsun, aile etkisinden özgürleştirilmiş olur ve bu sayede tamamen ve sadece toplumun içinde ve etkisiyle şekillendirilen bir kisveye bürünür. bu enstrümanlaşma süreci kendini sadece karakter bazında değil, temsil edilen dünya temelinde de gösterir; cevriye’nin toplumsallığı bizi dâhil olmak zorunda kaldıkları ve bu sayede dışlandıkları/mahrum edildikleriyle yüzleştirir.

    fosforlu cevriye, az ve öz olarak, bir hayat kadını olan cevriye’nin, neredeyse var olmayan o ile olan aşkını konu edinmektedir. hikâyede ise, daha o ile karşılaşmadan evvel, belki de var ol(a)mayışının sebebi sayılabilecek faktörlerden biri olan devletle, yani egemen güçle karşılaşırız, çünkü cevriye bir karakol müdavimidir ve bu müdavimlik sistem içinde yeri olmayışını işaret etmektedir. nitekim bu hal, öncelikle tekrarlanan karakol ziyaretleri ve sağlık kontrolleriyle, ardından ise nuri’nin sözleriyle kendini yeniden gösterir: “malum ya bizi de pullu kâğıtlarla iş gören hükümet daireleri pek açmaz.” bu dışlanmışlık, regülasyon işlemleriyle güçlendirilir ve devam ettirilirken, cevriye ve etrafını çevreleyen sosyal platformun yetersizliği ve konumsuzluğu bu mıntıkada tamamen güçsüz ya da memnuniyetsiz değillerdir, “vaktiyle hali ve vakti yerinde bir rum ailesine ait bir bina…” olan (suat derviş’in bu sahnede bir rum ailesine ait olan binadan bahsetmesi, ancak ve ancak azınlıkların ve haklarının türkleştirilmesi, ya da silikleştirilmesi sürecini hatırlatma arzusu ile açıklanabilir.) karakolda memurlarla olan ilişkileri, yer yer otoriteyi çiğnemeleri ya da sınırlarını zorlamaları buna örnek olarak gösterilebilir: “- kaç yaşındasın ? – on beş. – ne ? – yirmi beş olsun.” bu sistemin içinde karşılaştıkları prosedürlerden fayda sağladıkları dahi iddia edilebilir: “birdenbire aklına bir şey gelerek vücudu memnuniyetten titredi. hasta çıkmak demek hastaneye gitmek… hastaneye gitmek de istanbul’da kalmak demekti.” lakin bunlar artı değer olarak kabullendirilmesi güç etkenlerdir ve en nihayetinde, özellikle hastane-hapishane arasında yoğunlaşan bu süreçlerin, son derece etkili ötekileştirme mekanizmalarının birer tezahürü olduğu kaçınılmaz bir gerçektir.

    bu noktada cevriye ile o’nun ilişkisine yakından bakmak gerekir. nitekim kısmı bir feminist damara sahip olma iddiası yüklenen romanda cevriye, o ile olan karşılaşmasından sonra çift fazlı bir hayata geçer. cevriye için o, “abi” gibidir, “baba” gibidir, lakin hepsinden öte bir aşkın objesidir: “hâlbuki o, herkese onun için ‘kocam !’ demek istiyordu. fakat bu ne müthiş bir yalan olurdu. cevriye içini çekerek ‘eli elime değmedi !’ diye düşündü.” hikâye boyunca, bu eli eline değmemiş karakterle bir olma arzusu yaşayan cevriye’nin o karşısındaki konumu ve ilişkinin dinamiği bu hususta önemlidir: “erkekleri en çirkin meyil ve heveslerinde bile tanımış, ruhen ve bedenen hiçbir zaman bakir olmamış olan bu sokak kadın, ona sade bir erkeğin bir kadına verebileceği zevkleri bilmeyen, sade birtakım duyguların zorlanmasıyla müphem saadetler tahayyül eden küçük ve günahsız bir dişi iştiyakiyle bakmakla kalmıyor, ona bakarken şimdiye kadar iç bilmediği ve kökü sade bunda olmayan başka duyguların da ruhunda uyandığını hissediyordu.” cevriye’nin bu hali, en basit şekliyle, şöyle açıklanabilir: o, şimdiye kadar gördüğü hiçbir erkeğe ve davranışlarına, cevriye’nin dâhil olduğu, birbiriyle iç içe geçmiş bulunan cinsiyet ve ekonomi/sınıf tabanında, benzememektedir, bu karşılaşma da cevriye’nin tecrübeleriyle, değer yargılarıyla, dil ile inşa etmiş olduğu sembolik düzenini altüst etmiştir; bu parçalanmışlık hali en nihai noktasında lacan’ın jouissance’ının bir asimptotu haline dönüşür. “ve dudakları onun elinin üstüne değdiği anda içinde ibadete benzeyen bir duygu belirdi. bu duyguda hem zevk, hem saadet, hem de ıstırap vardı. o kadar çok saadet ve zevk veriyordu ki, belki de saadetin bu kadar fazlası ona ıstırap gibi geliyordu.” lakin, böyle bir arzunun objesi olan o, bu ilişki denkleminde neredeyse görünmez bir elemandır, cevriye bu bağ için mevcudiyetinin verir, verir, verir iken o’nun yaşantısı tamamen aynıdır, o kadar aynıdır ki cevriye evinde gelip kalabilmek için kendisinden icazet ister, bunu o’nun kanun-dışılığına bağlar, yetmez, o’nun konuşmamasını, dahil olmamasını normalleştirir, ezilir, büzülür ve en nihayetinde o’nun ihmale layık bir kabulünde bütünlüğe erer. –bu münzevi, bu gizli, bu kimsesiz hayatına giren ve oraya bütün sokağı getiren bu kıza, belki de dışında yaşatmak mecburiyetinde kaldığı hayatın bir parçasıymış gibi ısınmıştı. - tüm bu yetersizliklere rağmen, cevriye’nin hal ve tutumları da normalleştirilebilir bir zemin üstünde durur: “ ‘o ne züppelere ne de kopuklara benziyor.’ o halde kime benziyordu. züppelerle kopuklar arasında başka türlü adamlarda mı vardı ?” içinde bulunduğu sosyal strata yüzünden “normal” adamlardan bihaber yaşan bir birey şeklinde resmedilen cevriye, bu ilişki içinde en güçsüz konumuna düşer. kendini ve özünü tamamen inkâr edebilecek hale gelen cevriye ne o’nun karşısında –“onu kendisinden sonsuzca yüksek görüyordu. onun karşısında kendini sonsuzca küçük ve aciz hissediyordu.” - ne de kurgulamış olduğu o’nun sevgilisine kıyasla –“onun sevdiği kadının fevkalade bir şey olması lazım geldiğini ve kendisinin hiçbir zaman o kadının seviyesine yükselemeyeceğini biliyordu.” - var olan, önemli, sahiplenebilen ya da sahiplenilmesi gereken bir özne değildir. öyle ki, cevriye’nin roman içinde bu ilişkiyi ciddi anlamda fantezi olarak ifade ettiği, ya da fantezilerini bu ilişkinin bütünselliğine aşıladığı söylenebilir. en nihayetinde, o ile karşılaşmasıyla başlayan bu transformasyon, geçimini bir hayat kadını olarak sürdüren cevriye’nin ötekileştirilme süreci ile birlikte sadece bedensel değil aynı zamanda zihinsel bir performans halini de alır. her ne kadar “cevriye hem onun yanında hem de sokakta aynı derecede samimiydi.” şeklinde betimlense de, her ne kadar “yine o, kaldırımın fosforlusu, kah para için, kah para almayı düşünmeden sağa sola güzelliğini, kadınlığını dağıtıp duruyordu.” gibi görünse de, artık cevriye “kimsenin ‘gaco’su olmak istemiyordu.” çünkü artık bireyselliğinin denkleminde yeni bir değişken vardır, o da “namus”tur. bu hisle ilk karşılaşmamız, ilişkinin detayları ve geçmişi cevriye tarafından ifade edildikçe ve cevriye’nin “utanma”yı keşfetmesiyle gerçekleşir: “ancak iffetli ve istemli bir kadının varlığında olabilecek zannedilen böyle bir duygu cevriye’de ne arıyordu ?” bu süreç ilerledikçe, cevriye’nin namusla ve özellikle bekaretle olan ilişkisi de farklı bir zemine oturmaya başlar; kendisini cinsiyetsizmişçesine değerlendiren o’nun bakışı altında cevriye giderek temizlenir, kelimenin tam anlamıyla ve mecazi olarak: “… bu sokak kızı ‘fosforlu cevriye’ şüphesiz ki, kendisine bir tek gün bir sokak kadınına bakar gibi bakmamış veya baktığını göstermemiş olan bu adamın karşısında, eline erkek eli yüzüne erkek gözü değmemiş bir bakire kadar mahcup ve temiz oluyordu.” son olarak, hapishane “ziyareti” sırasında namus ifadesinin ağzından çıkışını görüyoruz: “ ‘acaba allah beni neden böyle namussuz yaratmış !’ diye düşünüyordu. bu kadar kıymetli olan bu şeyden allah niçin onu mahrum etmişti. niçin ona hiç namus vermemişti ?” tüm bu ifadeler bir araya geldiğinde cevriye’nin kadınlık ve namus konularında son derece kaygan bir zeminde durduğu söylenebilir; nitekim öncelikle bütün bu düşünce treni ve o’nun sayesinde kazandığı ruhsal dinamizm, namusu, amiyane tabirle “bacak arasından” çıkartmakla ve bu sayede özgürleştirici ya da en azından iyileştirici olmakla beraber, bedensel performans noktasında namusu yersiz yurtsuzlaştırdığı hızda, zihinsel bir pratik ya da kabul haline dönüştürmekte, daha içselleştirilmiş bir mekanizma kisvesine bürünmektedir. tabii aynı noktada, suat derviş’in sınıf temeli üzerinden getirdiği eleştiri, “romantik” ve feminizmi arka plana almak suretiyle marksist olarak adlandırılabilir; cevriye, tüm fevri ve özgür haline rağmen, sosyal hiyerarşinin belki de en altında yatan bir güruh olan seks işçilerinden biri olarak tüm bu sömürü ve bir iş unsuru haline dönüşen bedeni üzerinden yabancılaşma karşısında, insani değerlerle olan problematik ilişkisini göz önüne sermektedir. bu hususta, karl marx’ın ““prostitution is only a particular expression of the universal prostitution of the worker.” ifadesi anlamlıdır; çünkü marksist bir çerçevede esas yargılanması gereken şey toplumsal cinsiyet üzerinden şekillenen pratikler değil, üretim araçlarından yoksun bırakılan bireyin, çalışma süreciyle işinden, kendinden ve en nihayetinde insanlıktan –hem insani değerlerden, hem de geri kalan insanlardan şeklinde özetlenebilir.- yabancılaşmasıdır. nitekim bu yabancılaşmanın sonu, tanı(ya)madığı bir adamı tanımla(ya)madığı bir suçtan kurtarmak adına, içeriğini bil(e)mediği bir paketi denize atmaya çalışırken ölmek olmuştur cevriye için. biri kanun dışı yaşayan, diğeri yaşamın köşesine itilmiş bu iki karakter bize gösterir ki; toplumun en alt katında, mutlu sonla biten aşk yoktur.
  • çocukluğumda izlediğim ve beni derin düşüncelere daldıran, minik taze beynimde soru işaretleri yaratan film... moriada fosforlum kısmının da orayada fosforlum diye söylenilesi var...
hesabın var mı? giriş yap