• "ego ego ego . bıktım usandım . kendiminkinden de başkalarınkinden de. bir yere varmak , farklı ve ayrıcalıklı birşeyler yapmak , ilginç biri olmak isteyen herkesten bıktım usandım . iğrenç bir şey bu - iğrenç iğrenç. kimin de ne dediği umrumda bile değil." salinger'ın yediğim kitabı .
  • franny'den farklı olmak için uğraşanlara geliyor:
    "ve, işin en kötü tarafı da, bohem takıldığında ya da bunun gibi bir çılgınlık yaptığında, sen de herkes kadar düzene ayak uydurmuş oluyorsun, sadece biçim farkı var"
  • muhteşem kelimesinin yetersiz kaldığı bir j.d. salinger kitabı.
    kitabı okurken zeka özleminiz içinizde büyüyor, büyüyor ve coşuyor. aile olmak fikri öyle güzel anlatılmış ki. zeka taşan diyaloglar. zooey'le saatlerce konuşmak, franny'nin saçlarını bloomberg gibi sevmek, mrs. glass'ın sofrasında beslenmek ve mr. glass veriyor diye mandalina yemek isteğiyle dolduruyor. karakterlerin, orada olanların, olmayanların hepsinin böylesine canlı, gerçek, bunca yakın olabilmesi büyüleyici. badana kokulu evde, eşya kalabalığının, kitap kokularının arasında o kanapede oturmak isteği yankılandı içimde. öylesine coşkulu, gümbür gümbür bir istek, böylesine içten, düşünceli, yüze vuran, gerçek konuşmalara dair...
    zooey'in kızkardeşiyle konuşma biçimine hayran kaldım. böyle bir abi istedim. kendi hata ve bencilliklerinin fışkırdığı upuzun konuşmaların hepsinde aslında benim için çabaladığını bileceğim. burnumun direği sızladı. taptım, bayıldım, sarsıldım.
    böyle saatlerce konuşsunlar benimle istedim. bitmesinler sayfalarla. anlatsınlar, aptallığı, sahteliği, arayışı, insanları anlatsınlar. sanattan anlamayanları, yazıdan anlamayanları, ego esirlerini, akademik konuşanların sığlığını, zeki geçinmek için aptallaşanları anlatsınlar. ezsinler yeri geldiğinde...
    "niye bu insanlardan sokakta yok? niye?" diye haykırmak istedim...
    "rekabetten korktuğum yok. rekabet edeceğimden korkuyorum" diyen franny'nin o tuvalette hıçkıra hıçkıra elindeki kitabı öpen ve geriye yanlış ve aptal -ve her nasılsa erkek arkadaşı olan- bir adamın oturmakta olduğu masaya yürüyüp de gülümsemeye çalıştığı, o hiçbir şey yiyemeyen solgun ve güzel görüntüsü öylesine tanıdık ki. yaşandı bir yerimde... bir yerimde bir tuvalette oturup da çünkü dizlerimi kendime çekip böylesine çok ağlamıştım ve gülümseyebilmek için çantamda sürekli taşıdığım bir nesneyi -defteri ya da kitabı belki de- öpüp saçlarımı düzeltmiştim. ve evime dönüp annemin çorbalarına babamın mandalinalarına sığınıp hayat bitmiş gibi yığılarak kanapelere ve dua yerine bir ismi sayıklayarak, hatta bir kediyi sevmiştim, sanki... öylesine gerçekti franny...
    kendimi hatırladım... içime dokundu bu kitap. fazlasıyla..
    zooey gibi bir abinin ve genel olarak hayatta zekanın eksikliği ile içime dokundu, titretti, ağlattı bu kitap beni..
    bir daha unutulmamak üzere etkiledi.
    yan odadaki telefondan kırıcı ama gerçek şeyleri söylemek için telefon açacak birini deli gibi özledim..
    salinger zeka özlemimi giderdi ki anca kitaplarda giderilebiliyor belki de...
    catcher in the rye güzeldi, ancak bu kitapla salinger'ın benim için edebi bir deha olduğunu anladım. "öyle ki artık yazmayabilirsin de" dediği bir nokta geliyorsa insanın... sonraki kitaplarıyla o nokta gelmiş demek ki kendisine.. iyi mi kötü mü bilmiyorum. saygı ve hayranlık içinde iç çekiyorum.
  • yine bir j. d. salinger kitabi ve yine hayattan kopmus, sade bir dil ve anlatim tarzi, ayni ailenin birbirine pek de benzeyen kardesleri, bunalimin, varolussal bir krizin dorugunda, ama hala kucuk mutluluklarda umut bulan umutlu umutsuz, mutlu mutsuz, karmasik karakterler. sanki bir ayna, sanki kendimizi okuyoruz gibi hisseder bazi okulrar salinger okuyunca. kitabi orjinal dilinde okudugum icin tercume etmekte zorlaniyorum o yuzden cevirmeden franny'ninsozlerini aktariyorum:

    " it's everybody, i mean. everything everybody does is so - i don't know - not wrong, or even mean, or even stupid necessarily. but just so tiny and meaningless and sad-making."

    ahh franny, bizi bir tek sen anladin, sen anlattin dogru ve yalin olarak. cagimizin hastaligini, problemini bu cumlenle daha yalin ve masum bir sekilde ifade edebilir miydin acaba?
  • felsefi boyutlarda gezinen ama sunusu hayatin icinden olan, beyni yoran ve bu sayede okuyucuyu mutlu eden roman
  • kardeşlerin iyi ya da kötü birbirlerini üzerinde ne etkiler bırakacağının damardan içime oturduğu bir salinger ürünü. büyüklerin küçüklere dikte ettirdiği bir ant yüzünden ömrünün bütün öğünlerini şartlanmış bir şekilde şu sözleri söylemeden yiyemeyen zooey bunu en iyi örneğini veriyor: "dört büyük andı söylemeden o lanet olası sofraya bile oturamıyorum. bunlar (seymour ve buddy'i kastediyor) bizi öyle doldurdular ki o lanet şeylerle..." dört büyük ant ise şöyle: "varlıklar sayılmayacak kadar küçük olsa da, onları korumaya andiçerim; tutkular tükenmeyecek kadar çok olsa da, onları bastırmaya andiçerim; dharma'lar ölçülemeyecek kadar çok olsa da, ona ulaşacağıma andiçerim"
    bu ant içildikten sonra ne, nasıl yenirse.
  • boğulacak gibi hissedersiniz ya kendinizi kimi zaman, size yabancı gelen insanlar arasında, okuldayken hani, bu mu yaşamak, bu şekilde mi yaşamak istiyorum ben, bu kadar rekabetin ne anlamı var gereksiz hırsın, niye kerkes bu kadar yapmacık soruları üşüşür,rahat bırakmaz hani kafanızı...ikinci senemdi bu sene üniversitede ve ikinci seneydi bu kitapla tanıştığım ve ne zaman yukarıdaki gibi hissetsem bu kitap rahatlattı beni, üç defa bitirdim ikinci senede bu kitabı.bence az bile bitirdim ya o ortamda, onu da tembelliğime verin artık...
  • --- spoiler ---

    kanserli "şişman hanım" a dair konuşmasıyla beni benden alan varoluş krizlerinin dibindeki kitap.

    --- spoiler ---

    bu tarz eserlerde giriş gelişmeyi becerip, sonunu batıranlar yüklü bir yekun oluşturduklarından, başı, ortası sonuyla mükemmeliyetler zinciri oluşturması takdire şayandır. son okuyuşumun üzerinden bunca zaman geçmesine rağmen iki sayfa entry sini okuyup gene o havaya girdim. ama keşke buddy de uzaktan uzatsaydı kafasını, özletti kerata.

    (bkz: it's christ himself)

    "i don't care where an actor acts. it can be in summer stock, it can be over a radio, it can be over television, it can be in a goddam broadway theatre, complete with the most fashionable, most well-fed, most sunburned-looking audience you can imagine. but i'll tell you a terrible secret--are you listening to me? there isn't anyone out there who isn't seymour's fat lady. that includes your professor tupper, buddy. and all his goddam cousins by the dozens. there isn't anyone anywhere that isn't seymour's fat lady. don't you know that? don't you know that goddam secret yet? and don't you know--listen to me, now--don't you know who that fat lady really is? . . . ah, buddy. ah, buddy. it's christ himself. christ himself, buddy."
  • "çocuklar hepinize birden ne oldu böyle, bunu anlayamıyorum artık. eski radyo günlerinde, siz küçücükken filan, hepiniz öyle akıllı uslu ve mutluydunuz ki nefistiniz hepiniz. sabah öğlen akşam hep öyleydiniz. bu kadar çok şey bilmek ve şeytan çekici gibi zeki olmak sizi mutlu etmiyorsa, hayatta ne işe yarıyor hiç anlamıyorum doğrusu..."

    büyüdük bessie, büyüdük... gerçek, yetişkin ve zalim dünyayı tanıdık. kandırıldık, aldatıldık, mahrum bırakıldık. öyle ki yapayalnız kaldık. dünyamızı büyüttük. o kadar büyüttük ki kendimiz kaybolduk sonra. her şey sahte göründü gözümüze, sevmeyi unuttuk. tam "işte bu sahte değil" dediğimiz anda bir kez daha yüzleştik acı gerçekle. yine, yeniden ve daha derinden kanatıldık her seferinde, daha ağır yaralandık. franny yalnız kaldı, zooey yalnız kaldı, buddy kendini dünyadan soyutladı, boo boo oğluna sığındı, walt şanslıydı daha fazla tahammül etmek zorunda kalmadı bu dünyaya, waker çıkışı dinde aradı, seymour ise en cesurumuzdu. bense yamuldum bessie... tanısan oğullarından farklı yere koymayacağın, o kutsal tavuk suyu çorbandan sunacağın ben pis yamuldum. ucube oldum çıktım bessie. ağlıyorum, kusuyorum, titriyorum... zamansız ağlama krizlerim tutuyor. öyle ortalık yerde... sonra ne kadar dirensem de kusuyorum. bu sabah yatağımda yine sağır eden o sessizliğe uyandığımda, gözlerimi açmadan sana bu mektubu yazmayı tasarladım titreye titreye. çocukça düşler kurmak geldi içimden. aynı senin de hep hatırında kalan o eski güzel günlerdeki gibi çocukça... ama gözlerimi açtığımda karşıma çıkan bu gerçek dünya yine kusturdu beni. tekrarı can sıkan bir gerçeklikle kustum bessie. kendimi kustum dünyaya, değer verdiğim insanlarda kalan parçalarımı kustum onların yerine... her seferinde bir başkasındaki ben'i kustum. sanırım sona geldim bessie. şimdi sadece bende bir "ben" kaldı. seymour'a kızma bessie, onun tetiği çekerken çok mu mutlu olduğunu, yapmak istediği tek şeyin o olduğunu mu sanıyorsun. onun gözlerindeki dehşeti görebilseydin keşke, nasıl acı çektiğini... ben gördüm bessie, ben gördüm. belki görmesem bu kadar zor olmazdı bendeki ben'i kusmak. ah bessie senin dünyan o kadar küçük o kadar güzel ki... o mutlu manhattan dairende her şeyden o kadar uzaksın ki... bizlere kızma. keşke büyümesek, hep senin söylediğin gibi nefis kalabilseydik. ama olmadı bessie, büyüdük ve savrulduk. kızma bize bessie kızma...
  • (bkz: basucu kitabi)
hesabın var mı? giriş yap