• benim gerçeklikle ilgili en sevdiğim şey, insanlar kendisi ve bileşenleri hakkında ne düşünürlerse düşünsünler, kendisi ve bileşenleri hakkında ne kadar yanılırlarsa yanılsınlar; isterlerse bu yanılgılar üzerinde kitleler halinde söz birliği de etseler, hemfikir de olsalar; masif yanılgılarını, iddialar, argümanlar, savlar, çıkarımlar, varsayımlar ile de destekleseler;

    olma şeklinden en küçük bir taviz vermeden oluyor olmaya devam etmesi.
  • birden coktur.

    sosyoloji, antropoloji ve arkeolojinin yaptigi cikarsamalara/tahminlere gore $imdiye kadar yeryuzunde ya$ayip gocmu$ bulunan insan sayisi yakla$ik olarak 100.000.000.000 civarinda, yaziyla "yuz milyar". i$iklar icinde dinlensin, buyuk ustad arthur c. clarke'in da bu rakamin samanyolu'ndaki yildiz sayisi kadar olduguna dikkat cekmesi aklimda ho$ bir baglanti olarak yer etmi$. demek ki dunyada ya$ami$ olan her insan icin birer yildiz mevcut galaksimizde, tipki gene birer "gerceklik"in mevcut olmasi gibi.

    her insanin algisi, zihni, beyni; algiladiklarini tutma, yorumlama ve cikarsama yapmakla yukumlu mekanizmalar oldugundan kelli, her bir farkli algilayan birim kendine has bir gercekligi olu$turur ancak bunu kollektif olarak addeder. tum algilarin toplaminin bir ortalamasi olarak gorur. bunu masaya yatirmak adina renkler ve sesler uzerinden cok yapilan bir metafor vardir. ornek cumle: "mavi nedir? benim mavi olarak gordugum rengi senin nasil gordugunu ben nereden bilebilirim?" ya da "la sesi nasil tinlar? senin la olarak duydugun sesi benim nasil duydugumu sen nasil bilebilirsin?" i$te bu zihnin en buyuk trajedisidir. soru sorup yorumlayan bu mekanizmadan siyrilip bilinc kapisindan bakildiginda orada mavi degil, tum renkler gorulur. la sesinin otesindeki tum frekanslar duyumsanir. bir nokta gelir, renk de, ses de, titre$im de, hareket de, koku da, tat da tek yerde toplanir: sifir.

    gerceklik... tek olan, bir olan hakikat'in, varolu$un, enerjinin, kainatin, vahdetin; --bunu nasil isimlendirmek gerektigi gene "gerceklik"le alakali, buna mukabil fazla onem arzetmiyor-- mutlakligi yaninda, biz insanlarin algi kapilarinin acziyet icindeki catlaklarindan iceriye sizanlarla kurdugumuz, kendimizce cok komplike ve tum varligi aciklayabilecek nitelikte oldugunda mutabik kaldigimiz sallantili paradigmalarin toplamina verdigimiz bu isim, magaranin kapisinda arkasi gune$e donuk olarak oturmu$ ve onundeki duvara du$en golgeleri seyrederek hayati cozdugune inanan "uykudaki insan"in me$hur magara metaforuyla kolkola girmi$, platon'a el salliyor sanki?

    hakikata sirtini donmu$ koca bir irk, koca bir gezegen. kocaman bir yanilgi. bir omurluk uykunun icine hapsolup kendi kurduklari senaryonun icinde rollerini oynayan milyarlarca insan. geldigimiz nokta birak magaradan cikmayi, arkamizda sonsuzca parildiyan bir gune$ oldugunu farketme noktasindan bile fersah fersah uzaklarda.
  • "gerçeklik, doğruluğuna inanmaktan vazgeçtiğinizde kaybolmayandır." *
  • gerçeklik diye bir şey yoktur, az hayal gücü vardır...
  • o kadar boktan o kadar boktan ki o kadar olur. haberleri izlemektense dexter, bones, saw izlemek daha az hasar verici, daha az rahatsız edici.
  • hayatta kalmayi zorlastiran bir anksiyete cesididir.

    panzehri inkar, kaniksama ve adaptasyondur.

    yoksa dunyada yasayan milyonlarca insan bu kadar aptal hayatlar icinde mutlu olup bu kadar kolay manuple edilemezdi.

    kissadan hisse : her an, her saniye farkinda oldugun ve olmadigin manuplasyonlarin farkindaligiyla yasamaktir gerceklik.
  • bazen gerçekliğin ne olduğuna dair şüpheye düşüyorum. roma'dan einstein'a, uy scuti'den tek kelimesini bilmediğim dillere kadar her şeyin kendi zihnimin ürünü olması ihtimali uykumu kaçırıyor. simülasyon argümanını dahi tekilliğimde, yalnızlığımı bastırabilmek için uydurmuş olamaz mıyım? şüphesiz bu soruları uyandıran da varoluşuma dair başa çıkamadığım acımasız bir evham, metronomun tiktakları gibi geceleri uykumu kaçıran iki kelime: "var mıyım?"

    peki ya zaman neden geçiyor?
  • gerçeklik nedir?
    birkaç yıl önce italya, monza’da belediye meclisi japon balıklarının yuvarlak akvaryumlarda tutulmasını yasakladı.
    yapılan açıklamaya göre balığı yuvarlak kenarlı bir akvaryumda tutmak zalimlikti, çünkü yuvarlak cam balığa bozulmuş bir gerçeklik görüntüsü sunuyordu. peki, biz gerçekliğin doğru ve bozulmamış resmine bakıp bakmadığımızı nasıl bileceğiz? biz de görüşümüzü bozan dev bir yuvarlak akvaryumun içinde olabilir
    miyiz? japon balığının gerçeklik algısı bizimkinden farklıdır ama bizimkinin daha gerçek olduğundan emin miyiz?
    japon balığının gerçeklik algısı bizimki ile aynı değildir, yine de, japon balığı gözlemleyerek akvaryumun dışındaki nesnelerin devinimlerini yöneten bilimsel yasaları formüle edebilir. örneğin, bizim düz bir çizgide özgürce devindiğini gördüğümüz nesne, bozunum nedeniyle balık tarafından eğik bir çizgide hareket ediyormuş
    gibi gözlemlenebilir. buna rağmen japon balığının bozulmuş referans çerçevesinde formüle ettiği bilimsel yasalar her zaman doğru olacaktır ve akvaryumun dışındaki nesnelerin gelecekteki hareketlerini öngörmesini olanaklı kılacaktır. onun yasaları, bizim çerçevemiz içindeki yasalardan daha karmaşık olabilir, ama basitlik bir tercih meselesidir. japon balığı böyle bir kuram formüle ederse, onun bakış açısını gerçekliğin resmi olarak kabul
    etmemiz gerekir. gerçekliğin farklı resimlerinin ünlü bir örneği ms 150 yıllarında ptolemaios (yak. 85-165) tarafından, gökcisimlerinin devinimlerini tanımlamak için gerçekleştirilmiş bir modeldir. ptolemaios’un
    on üç kitaplık bir inceleme olarak yayınladığı çalışması, genellikle arapça başlığı olan almagest (el-mecisti) adıyla bilinir. almagest dünya’nın küresel, devinimsiz, evrenin merkezinde konum ptolemaios evreni ptolemaios'a göre biz evrenin merkezindeydik. landırılmış ve uzaktaki gökcisimleriyle karşılaştırıldığında önemsenmeyecek
    kadar küçük olduğunu düşünmenin nedenlerini açıklayarak başlar. aristarkhos’un güneş merkezli evrenine rağmen bu inanç, mistik nedenlerden ötürü dünya’nın evrenin merkezinde olması gerektiğini düşünen aristoteles zamanından beri çoğu eğitimli yunanlı tarafından kabul görmüştür. ptolemaios’un modelinde dünya merkezde kımıldamadan durur, bütün gezegenler ve yıldızlar dünya’nın etrafında karmaşık yörüngeler üzerinde,
    iç içe geçmiş çarklar gibi, dönerler. bu model bize doğal görünür, çünkü ayaklarımızın altındaki yeryüzünün hareket ettiğini hissetmeyiz (depremler ve tutku dolu anlar dışında). daha sonra avrupa’da bilim kendisine miras
    kalan yunan kaynaklarını esas aldı ve böylece aristoteles ve ptolemaios’un görüşleri batı düşüncesinin büyük kısmına temel teşkil etti. ptolemaios’un kozmos modeli katolik kilisesi tarafından benimsendi ve on dört yüzyıl boyunca resmi doktrinleri oldu. ancak 1543’e gelindiğinde kopernik de revolutionibus orbium
    coelestium (göksel kürelerin dönüşleri üzerine) adlı kitabında farklı bir model sundu ve bu kitap ancak onun öldüğü yıl basılabildi (ki bu kuramı üzerinde onlarca yıl çalışmıştı.) kopernik, aristarkhos’un ondan on yedi yüzyıl önce yaptığı gibi, güneş’in merkezde hareketsiz durduğu ve gezegenlerin onun etrafında dairesel yörüngeler üzerinde döndüğü bir dünya tanımladı. bu düşünce yeni olmamasına rağmen yeniden uyanışı şiddetli bir direnişle karşılandı. kopernik sistemi, gezegenlerin dünya’nın etrafında döndüğünü söylediği düşünülen kitabı
    mukaddes’e karşı olarak görüldü; kaldı ki bu görüş kitabı mukaddes’te asla açık olarak yer almaz. aslında, kitabı
    mukaddesin yazıldığı zamanlarda insanlar dünya’nın düz olduğuna inanıyorlardı. kopernik sistemi dünya’nın dönüp dönmediği konusunda hiddetli bir tartışmaya neden oldu ve bu tartışma, onun görüşünü savunduğu ve “bir düşünce kutsal kitap’a aykırı olarak tanımlanmış olsa bile, bir olasılık olarak savunulabilir” dediği
    için galilei’nin 1633’te sapkınlıktan yargılanmasıyla doruğa ulaştı. suçlu bulundu, hayatı boyunca ev hapsine mahkûm edildi ve sözlerini geri almaya zorlandı. onun “eppur si muove” (yine de dönüyor) diye mırıldandığı söylenir. 1992’de roma katolik kilisesi galilei’yi lanetlemenin yanlış olduğunu nihayet kabul etti. öyleyse hangisi gerçek, ptolemaios sistemi mi yoksa kopernik sistemi mi? kopernik’in ptolemaios’un yanıldığını kanıtladığını
    düşünenler az olmasa da, bu doğru değil. bizim normal bakış açımız balığın bakış açısıyla karşılaştırıldığında her iki görüntünün de evrenin modeli olarak kullanılabilmesi gibi; bizim gökyüzü gözlemlerimiz de ister dünya’nın ister güneş’in hareketsiz olduğu varsayılarak açıklanabilir. evrenimizin doğası üzerine yapılan felsefi tartışmalarda üstlendiği role rağmen kopernik sisteminin asıl üstünlüğü, güneş’in hareketsiz olarak kabul edildiği referans çerçevesinde hareket denklemlerinin daha yalın olmasıdır. bilimkurgu filmi matrix'te farklı bir gerçeklik seçeneği sunulur; insan ırkı akıllı bilgisayarlar tarafından yaratılmış sanal bir gerçeklik içinde olduğunu bilmeden yaşarken, bilgisayarlar onların biyoelektrik enerjilerini (bu her ne demek ise) emerler. belki de bu çok zorlama bir senaryo değildir, çünkü pek çok insan second, life gibi web sayfalarında yaratılmış sanal gerçeklikte
    oyalanarak geçirir zamanının çoğunu. bilgisayarlar tarafından yaratılmış bir pembe dizinin karakterlerinden biri olmadığımızı nasıl bileceğiz? yapay ve hayali bir dünyada yaşasaydık, olayların mantıklı ve tutarlı olması veya herhangi bir yasaya uyması gerekmeyecekti. gücü elinde tutan uzaylılar, örneğin, dolunay aniden ikiye bölündüğünde veya diyet yapan herkes birdenbire deli gibi muzlu pasta yemek istediğinde insanların göstereceği
    tepkileri çok ilginç veya eğlenceli bulabilirdi. uzaylıların tutarlı yasalar uygulamaları durumunda bizim sanal olanın ötesinde bir başka gerçeklik olduğunu anlamamızın hiçbir yolu olmazdı. uzaylıların içinde yaşadığı dünyayı “gerçek”, sanal dünyayı da “sahte” olarak nitelendirmek kolay olurdu. ancak, sanal dünyada yaşayan varlıklar kendi dünyalarını dışarıdan göremiyorlarsa -tıpkı bizim gibi- kendi gerçeklik resimlerinden kuşkulanmaları
    için hiçbir neden yoktur. bu, her birimizin bir başkasının rüyasına ait birer hayal oluğunu söyleyen düşüncenin çağdaş uyarlamasıdır. bu örnekler bizi bu kitap için önemli olan bir sonuca götürüyor: görünenden veya kuramdan bağımsız bir gerçeklik kavramı yoktur. biz modele dayalı gerçeklik dediğimiz bir görüşü kabul
    edeceğiz; buna göre bir fizik kuramı -genellikle matematiksel bir doğası olan- bir modeldir ve aynı zamanda modelin unsurlarını gözlemle bağdaştıran bir kurallar dizisidir. bu görüş, bize çağdaş bilimi yorumlayabileceğimiz bir çerçeve sağlar. felsefeciler, platon’dan bu yana yıllar boyunca gerçekliğin doğası üzerine tartıştılar. klasik bilim, özellikleri belirli gerçek bir dış dünyanın var olduğu ve bu özelliklerin gözlemleyenin algısından
    bağımsız olduğu inancına dayanır. klasik bilime göre, belirli nesneler vardır ve bunlar hız ve kütle gibi, değerleri iyi tanımlanmış fiziksel özelliklere sahiptir. bu bakış açısına göre kuramlarımız bu nesneleri ve özelliklerini açıklama girişimleridir, ölçümlerimiz ve algılarımız da onlara karşılık gelir. hem gözlemci hem de gözlemlenen, nesnel bir varlığı olan bir dünyanın parçasıdır ve onların arasındaki ayrım özel bir önem taşımaz. bir başka deyişle, park alanındaki bir yer için kavga eden bir zebra sürüsü gördüğünüzde, orada gerçekten park alanındaki bir yer için kavga eden bir zebra sürüsü var demektir. bunu izleyen bütün gözlemciler aynı niteliklerin ölçümlerini yapacaktır ve kendilerini gözlemleyen olsun ya da olmasın, zebra sürüsü bu niteliklere sahip
    olacaktır. felsefede bu inanca gerçekçilik denir. gerçekçilik çekici bir bakış açısı olarak görünse de, çağdaş fizik
    hakkında bildiklerimiz bu görüşü savunmamızı oldukça güçleştiriyor. örneğin, doğanın kesin bir tanımlamasını veren kuantum fiziğinin ilkelerine göre, bir parçacığın nicelikleri bir gözlemci tarafından ölçülünceye kadar ne belirli bir konumu vardır ne de belirli bir hızı. bu nedenle yapılan ölçümlerin kesin bir sonuç vereceğini söylemek doğru değildir, çünkü ölçülmüş olan nicelik, sadece ölçüm anındaki değeri gösterir. aslında bazı durumlarda
    nesnelerin kendi başlarına bir varlıkları dahi yoktur, yalnızca bir topluluğun parçası olarak vardırlar. ve eğer holografik ilke dediğimiz kuram doğruysa, biz ve bizim dört boyutlu dünyamız çok daha büyük, beş boyutlu uzay-zamanın sınırında bir gölge olabilir. bu durumda bizim evrendeki konumumuz, japon balığınınkiyle
    benzerdir. katı gerçekçilere göre, gerçekliği temsil eden bilimsel kuramların kanıtı onların başarılarında gizlidir. ancak farklı kuramlar, aynı fenomeni bambaşka kavramsal çerçeveler kullanarak başarıyla tanımlayabilir. aslında, başarılı olduğu kanıtlanmış pek çok kuram yerini gerçekliğin tümüyle yeni kavramlarını temel alan
    aynı ölçüde başarılı başka kuramlara bırakmıştır. yaygın olarak, gerçekçiliği kabul etmeyenlere gerçekçilik karşıtı
    denilmiştir. gerçekçilik karşıtları deneysel bilgi ile kuramsal bilgi arasında ayrım olduğunu varsayarlar. tipik olarak gözlem ve deneyimin anlamlı olduğunu, ancak kuramların yararlı araçlardan başka bir şey olmadığını ve gözlemlenen fenomene dair daha derin bir hakikati temsil etmediğini savunurlar. hatta bazı gerçekçilik
    karşıtları bilimin gözlemlenebilir şeylerle sınırlanmasını istemiştir. bu nedenle 19. yüzyılda pek çok kişi, görmemizin asla mümkün olmadığını gerekçe göstererek atomların varlığını reddetmiştir. hatta george berkeley (1685-1753) zihinden ve onun fikirlerinden başka bir şeyin var olmadığını iddia edecek kadar ileri gitmiştir. ingiliz yazar ve sözlükbilimci dr. samuel johnson’a (1709-1784) bir arkadaşı berkeley’in savının çürütülemeyeceğini söylediğinde, johnson’un gidip büyük bir kayaya tekme attığı ve “işte böyle çürütebilirim” dediği anlatılır. elbette dr. johnson’un deneyimlediği acı da kendi zihnindeki bir düşüncedir ki böylece
    berkeley’in savını gerçekten çürütmemiştir. ancak onun bu eylemi, nesnel gerçekliğe inanmak için hiçbir mantıklı temele sahip olmasak da, bu doğruymuş gibi davranmaktan başka seçeneğimizin de olmadığım yazan filozof david hume’un (1711-1776) bakış açısını yansıtır.
    modele dayalı gerçekçilik, düşüncenin gerçekçi ve karşıt gerçekçi okulları arasındaki bütün bu tartışmaları devre dışı bırakır. modele dayalı gerçekçiliğe göre, modelin gerçek olup olmadığını sorgulamak anlamsızdır, sadece gözlemle uyuşup uyuşmadığı önem taşır. gözlemle uyuşan iki modelimiz varsa, japon balığının gördüğü görüntü ve bizim gördüğümüz görüntü gibi, birinin diğerinden daha gerçek olduğu söylenemez. incelenmekte olan
    duruma daha uygun olan hangisi ise o kullanılır. örneğin, akvaryumun içindeki biri için japon balığının gördüğü resim kullanışlı olabilirdi, ama akvaryumun dışındakiler için yeryüzündeki bir akvaryumun çerçevesiyle uzaktaki bir galakside olanları tanımlamak çok sıkıntılı olurdu, özellikle de dünya güneş’in ve kendi "ikinizin ortak bir noktası var. dr. davis hiç kimsenin görmediği bir parçacık keşfetti. prof. higbe de hiç kimsenin görmediği
    bir galaksi keşfetti." kedi ekseninin etrafında dönerken akvaryum da onunla devineceği için.
    bilim için modeller yaptığımız gibi, gündelik hayatlarımızda da modeller yaparız. modele dayalı gerçekçilik sadece bilimsel modellere değil, hepimizin gündelik hayatı anlayabilmek ve yorumlayabilmek için yarattığı zihinsel bilinç ve bilinçaltı modellere de uygulanır. gözlemciyi -bizi- duyusal süreçlerimiz ile düşünme ve idrak biçimlerimiz tarafından yaratılan dünya algımızdan ayrı tutmanın hiçbir yolu yoktur. algımız -ve dolayısıyla kuramlarımızın
    dayanağı olan gözlemlerimiz- doğrudan değildir. daha ziyade, bir tür mercek tarafından; insan beyninin yorumlayıcı yapısı tarafından şekillendirilir.
    modele dayalı gerçeklik, bizim nesneyi algılayış biçimimizle uyumludur. görme sürecinde beynimiz optik sinirlerden bir dizi sinyal alır. bu sinyaller televizyonda gördüklerimize benzer görüntülerden oluşmazlar. optik sinirin retinaya bağlandığı yerde kör bir nokta vardır ve görmenin gerçekleştiği yer, retinanın merkezinde 1 derecelik bir görüş açısına ve kolunuzu uzatıp baktığınızda başparmağınızın eni kadar bir genişliğe sahip, daracık
    bir alandır. yani beyne gönderilen ham veriler, ortasında bir delik bulunan bulanık bir resme benzer. neyse ki beynimiz her iki gözden gelen girdileri birleştirir, çevrenin görsel özelliklerini de ekleyerek oluşturduğu varsayımla boşlukları doldurur. dahası retinadan gelen iki boyutlu veriler dizisini okur ve bundan üç boyutlu
    bir uzay izlenimi yaratır. bir başka deyişle beyin zihinsel bir resim veya model yaratır.
    beyin model yaratmakta o kadar iyidir ki, insanlar görüntüleri baş aşağı gösteren bir gözlükle baksalar bile, bir süre sonra beyinleri modeli değiştirir ve nesneleri yine doğru şekilde görmelerini sağlar. daha sonra gözlük çıkarıldığında dünya bir süre baş aşağı görünür ve sonra yine düzelir. birisi “bir sandalye görüyorum”
    dediğinde bu sadece, o kişinin sandalyenin yaydığı ışığı sandalyenin zihinsel bir görüntüsünü veya modelini oluşturmak için kullandığı anlamına gelir. eğer model baş aşağı ise, biraz şansla, beyin oturmadan önce görüntüyü düzeltecektir. modele dayalı gerçekçiliğin çözdüğü veya en azından savuşturduğu bir başka sorun, varoluşun anlamıdır. odadaki masanın ben dışarı çıktığımda ve onu göremediğimde hâlâ orada olup olmadığını
    nasıl bilirim? elektronlar ve kuarklar (proton ve nötronu oluşturduğu söylenen parçacıklar) gibi göremediğimiz şeylerin var olduğunu söylemek ne anlama geliyor? odayı terk ettiği katot ışınları elektronları göremeyiz, ama yarattıkları etkiyi görebiliriz. mizde masanın kaybolduğu ve odaya geri döndüğümüzde aynı konumda yeniden belirdiği bir model oluşturulabilir; ancak bu tuhaf bir model olacaktır. biz odada yokken bir şey olsa, örneğin
    tavan çökse ne olur? odadan çıktığımda masanın kaybolduğunu söyleyen modeli esas alırsam odaya geri döndüğümde tavanın yıkıntısı altında tekrar beliren kırık masayı nasıl açıklayabilirim? masanın biz odadan çıktığımızda da yerinde kaldığı model daha yalındır ve gözlemlerimizle uyuşur. istenebilecek olanda budur.
    göremediğimiz atomaltı parçacıklar konusunda elektronlar; bir buhar odasında oluşan izler ve televizyon tüpündeki ışık spotları gibi pek çok fenomeni açıklayan kullanışlı bir model oluşturur. elektronun ingiliz fizikçi j. j. thomson tarafından cambridge üniversitesi cavendish laboratuvarı’nda keşfedildiği söylenir. boş cam tüplerin içinden elektrik akımları geçirerek katot ışınları olarak bilinen bir fenomen üzerinde deneyler yapıyordu.
    deneyleri onu cesur bir sonuca götürdü; gizemli ışınlar, atomun maddi bileşenleri olan çok küçük "zerreciklerden” oluşuyordu ve bu nedenle maddenin temel bölünemez parçacığı olarak düşünülebilirdi.
    thomson ne bir elektron “gördü”, ne de savunduklarını deneyleriyle doğrudan veya kesin bir şekilde gösterebildi. ancak onun modeli temel bilimlerden mühendisliğe kadar pek çok uygulamada kritik öneme sahip olduğunu kanıtladı ve siz elektronları göremiyor olsanız da günümüzde bütün fizikçiler onların varlığına inanıyorlar.
    yine görmemiz mümkün olmayan kuarklar, atomun çekirdeğindeki proton ve nötronların özelliklerini açıklamak için kullanılan bir modeldir. proton ve nötronların kuarklardan oluştuğu söylense de bir kuarkı gözlemlememiz asla mümkün değildir, çünkü kuarklar arasındaki bağlayıcı kuvvet ayrılıkla birlikte büyür, bu nedenle doğada bağımsız, yalıtılmış kuark bulunamaz. tersine kuarklar her zaman üçlü gruplar halinde* (protonlar ve
    nötronlar) veya kuark ve karşıt kuark çiftleri halinde (pi mezonları) bulunur, lastik bantlarla birbirlerine bağlıymış gibi hareket ederler. bir kuarkı asla yalıtamayacak olmamıza rağmen onların gerçekten var olduklarını söylemek, kuark modeli ilk kez ortaya atıldıktan sonraki yıllarda da tartışmalı bir konu olarak kalmıştır. belirli parçacıkların, çok az sayıdaki çekirdekaltı parçacıkların alt parçacıklarının farklı şekillerde birleşmelerinden meydana geldikleri düşüncesi, bunların özelliklerini basit ve etkileyici biçimde açıklayan düzenleyici bir ilke bulmamızı sağlamıştır.
    ancak, fizikçiler parçacıkların dağılımlarına ait verilerin istatistik görüntülerine dayanarak onların var olduklarını kabul etmeye alışkın olsalar da, pek çok fizikçiye, ilkesel olarak gözlemlenemez olan bir parçacığa gerçeklik atfetmek oldukça fazla gelebilirdi. yine de, yıllar geçip kuark modelinin doğru öngörüleri çoğaldıkça, karşı çıkışlar yavaş yavaş ortadan kalktı. on yedi kollu, gözleri kızılötesi ışınlar saçan ve kulaklarından krema püskürtmeyi
    âdet edinen kimi uzaylıların da bizimle aynı gözlemleri yapıp, bunları kuarklar olmadan tanımlaması kesinlikle mümkündür. yine de, modele dayalı gerçekçilikte kuarklar, çekirdekaltı parçacıkların davranışlarıyla ilgili gözlemlerimizle uyuşan bir modelde vardırlar. modele dayalı gerçekçilik, eğer dünya belirli bir zaman önce
    yaratılmışsa, o zamandan önce ne olmuştu gibi soruları tartışmamızı sağlayan bir çerçeve sağlar. ilk hıristiyan filozoflarından aziz augustinus (354-430) bu sorunun yanıtının “tanrı bu tür sorular soran insanlar için cehennemi hazırlıyordu” olmadığını, zamanın tanrı’nın yarattığı dünyanın bir özelliği olduğunu ve çok
    da uzun olmayan bir süre önce gerçekleştiğine inandığı yaratılış öncesinde zamanın var olmadığını söylüyor. bu, dünya’nın çok *her nötron bir yukarı, iki aşağı kuarka, her proton iki yukarı, bir aşağı kuarka sahiptir, (ç.n.)
    kuarklar gözlemlenemeseler de, kuarklar temel fizik kuramlarımızın hayati unsurları arasında yer alır.
    daha yaşlı olduğunu gösteren fosillerin ve diğer kanıtların bulunmasına rağmen (acaba bizi kandırmak için mi konulmuşlar?) tekvin’de verilen sürenin gerçekten doğru olduğunu ileri sürenlerin rağbet ettiği bir model. bir de, evrenin 13,7 milyar yıl önce, büyük patlamayla başladığı diğer modelimiz var. tarihi ve jeolojik kanıtlar da dahil olmak üzere günümüzdeki gözlemlerimizin çoğuyla uyuşan bu model, geçmişe dair en iyi açıklamamız. bu
    ikinci model fosilleri ve radyoaktif kayıtları, bizden milyonlarca ışık yılı uzaklıktaki galaksilerin ışığını aldığımız gerçeğini açıklayabilmekte; yani bu model -büyük patlama kuramı- ilkinden çok daha kullanışlı.

    kaynak; zamanın kısa tarihi, stephan hawking
  • "gerçekliğin fazla gelmesinden kaynaklanan bir çeşit bitkinlikten muzdaribim."
    (wilhelm genazino, "aşk aptallığı"ndan)

    gerçeklik fazla geldiğinde ne yapmalı, sorusu bir kural olarak belirir o vakit. yazıya sığınmalı, yazıya sığınmalı ve gene yazıya sığınmalı...
  • yaşadığımız hayatı algılama şeklimiz, düzensiz enerji titreşimlerinin, gözlemleyicinin gözlemiyle bir düzene bürünmesi, bizim dünyaya dahil olduğumuz perspektifte belli bir frekansta evreni tanımlamamız üzerine. gerçek denen şey, hormonal ve zihinsel yapımızın bir uydu alıcısı gibi davrandığı dünyada belli bir frekansta yayın yapmasıdır. biz insanlar, gözümüzün belirli renkleri görebilmesi gibi, belirli bir titreşim aralığının alıcısıyız. o sebeple dünyayı şuan olduğu şekilde algılamaktayız. fakat modern kuantum fiziği, bize bu evrenin bir hologram evreni olduğunu söylemekte. yani einstein'ın deterministik yaklaşımı, fiziğin geldiği noktada çürümekte. deterministler, daha büyük patlama anında tüm kuvvetleri ve enerjileri ölçen bir aletimiz olabilseydi (burada laplace'ın şeytanı kavramını araştıranlar bilecektir) kaderimizi de tahmin edebileceğimizi, tüm yaşanabilecek olası durumları ölçebileceğimizi, tüm bunların önceden belirli şeyler olduğunu ifade ederler. fakat gerçek, var olan gerçeğin belirsizlik içerdiği, düşünce ve davranışsal yol ile buna katkıda bulunduğumuz, bir nevi kendi gerçekliğimizi bizzat kendimizin yarattığı yönünde.

    düşünce yoluyla hack edilebilen bir işletim sisteminden bahsediyorum.

    bugün, bir uyuşturucu bağımlısının psikoz diye adlandırılan hayat algısının ya da bir şizofrenin hastalıklı diye adlandırılan hayat algısının, bizimkinden daha yanlış olduğuna dair sunabileceğimiz tek kanıt, "ama biz öyle görmüyoruz ki" şeklinde bir cümleden ibarettir. fakat, bazı alıcıların frekans ayarlarının bizimkinden farklı çalışması, onun hastalıklı değil yalnızca "farklı" olmasıdır. bizler dünyayı bizim gibi görmediği için bu insanları hastahanelere tıkmakta bir ilginçlik görmüyoruz. evet yeri geldiğinde tehlikeli de olabiliyorlar. fakat dediğim gibi, yalnızca farklılar. onların perspektifinden bakıldığında da hastalıklı olan gerçekliği yanlış yorumlayan bizleriz.

    ateşte yanmadan yürüyebilen yada çivilere batmadan yürüyebilen insanları görüyoruz. birtakım mistik güçleri olan insanlara da inanıyorum açıkçası. çünkü gerçeklik, bizim elimizde. bugün çoğunlukla görebildiğimiz o frekansın kesin gerçekliğini kanıksamış durumdayız. fakat ben öyle olmadığına inanıyorum. delirmeden, uydu alıcısının ayarlarıyla oynayabilmek, onun yönünü değiştirebilmek pek mümkün mü bilmiyorum ama gerçi farkındalık dediğimiz şey de bir nevi bunu başarabilmek değil midir asgari ölçüde? belki de bunun bir adım da ötesinde, realiteyi daha fazla etkileme ve kendi lehimize değiştirebilme gücümüzü bulabiliriz. daha fazla dedim çünkü, zaten mevcut halimizle her an bunu yapıyoruz.
hesabın var mı? giriş yap