• her sabah saat 6'da kalkıp balkondaki daktilosunun başına geçer tam 20 sayfa yazarmış. aklına hiçbir şey gelmediğindeyse, gördüklerini, yani alacakaranlıktaki iki martıyı, uzaktan geçen takayı, kıyıda bir böceği paralayan deniz kırlangıcını, ilkokul çocuklarını toparlamaya gelen minibüsü, kayalıklara üşüşen martıları yazıp tamamlarmış 20 sayfayı. ille bir eser yazmak iddiasıyla değil, günlük 20 sayfa antrenmanını kaybetmemek için yazarmış. sonra bu 20 sayfayı ya yırtar atar ya da içinden bir yerlerini kullanırmış. işte bu 20 sayfalardan çıkmış "yalıda sabah". *

    (bkz: yazma disiplini)
  • kendisi, ferhan şensoy'un ustasıdır.
    onun ölümünden sonra şensoy'un "haldun taner ölmüş. haldun taner ölmez, olan bize olur. başımız sıkışırsa ona danışırız güvencesi son bulur" yazmışlığı vardır. bu yazmışlık, denememeler'in 'memurengiz tiyatro' isimli dene büyüklüğündeki memesinde somut olarak gözlemlenmektedir. gözlemek isteyenler, orada, yazının başında ferhan şensoy'un "cumhuriyet dönemi tiyatro yazarlarımızı birer ağaca benzetmek zorunda kalsaydık, kimler ne ağacı olurdu?" sorusunun peşinden gidip kimi yazarlara birtakım ağaç isimleri yakıştırdığını görecek, buna karşın haldun taner'in ise bir ormana benzetildiğini okuyacaklardır. bu ormanın ferhan şensoy ile ilişkisi, sözkonusu yazının devamında anlatılmaktadır:

    "(...) recaizade ekrem'in önünden geçiyoruz. çıkış kapısına doğru yürüyoruz, tevfik fikret'le gözüşerek.
    -nereye lan?
    diyemiyor okul kapıcısı bekir, haldun taner'le yürüyoruz kapıya doğru, boru değil. bir kuş gibi çıkıyoruz beyoğlu'na, çıkılması yasak kapısından mekteb-i sultani'nin.

    galatasaray'dan başlıyoruz haldun taner'le yürümeye. taksim öyle uzak ki, yıl dokuzyüzaltmışsekiz.

    nancy'deyiz, bir tiyatro festivali. kestane ağaçları dibinden yürüyoruz haldun taner'le. çok sigara içiyorum, heyecandan. adımım yalnız değil ki, haldun taner'le yürümekteyiz, yıl dokuzyüzyetmişüç. cebinden ciklet çıkarıp bana uzatıyor:
    -ciklet çiğner misin?
    madem hocam çiğniyor, çiğniyorum bir keyif. uzun bir süre sigara içmeden yürüyoruz.

    ankara'da meşrutiyet caddesindeyiz haldun taner'le. galip'lere gidiyoruz. çünkü henüz galip balkar vurulmamış belgrad'da. bir tiyatroya oyun yazmışım, gel sen de oyna, diyorlar. babam sahneye çıkmamı istemiyor. haldun taner çıkıyor mu sahneye? ustama soruyorum sahneye çıkıp çıkmamayı. haldun taner duruyor bir an, bayındır sokağın köşesinde, dört başı bayındır bir gülücük gözlerinde;
    -oyna! diyor. oyununda oynarsan, sahip çıkarsın oyuna. çok tanınmaz hale gelmez!
    sigara içmeden, konuşmadan yürüyoruz. bayındır sokağı, bindokuzyüzyetmişbeş sonbaharı.

    sıraselviler'den elmadağ'a yürüyoruz haldun taner'le, dokuzyüzyetmişdokuz yazı, koltuğumun altında "şahları da vururlar" dosyası. ben ustamdan öğrendim söze dosya açmayı, tiyatro kurasım kursağımı zorluyor.
    -kur o zaman!
    diyor haldun taner. divan pastanesinde açılıyor çok gezmenin bronzu soluk dosya... deli gibi okuyorum. manitu, ne güzel dinliyor! birinci perde sonunda şah rıza, ömer hayyam'ı astırıyor.
    -astırmasın! diyor ustam, son arzusunu sorsun. ömer hayyam, iran'ın veliahtını görmek istediğini söylesin. şah, süreyya'dan ayrılmış, daha kimle evleneceği belli değil. ömer hayyam desin ki: "menim acelem yok, men meklerem!"
    bir güzel perde finali hediye ediyor bana, sanki borcum yetmiyormuş gibi ona. hesabı hiç ödetmiyor, bu konuda çok kararlı.

    dokuzyüzseksenyedi kasımının henüz üçüncü gecesi, "keşanlı ali destanı" genel provasından çıktım, bir sigara yaktım, yürüyorum harbiye'den harbiye'ye... bir baktım ki birlikte yürüyoruz, haldun taner omuz başımda. hemen attım sigarayı, ustam ciklet mi çiğnesek? ustamda yanıt yok, adım yeknesak, gözünün feri dalga geçmeye teşne, gece saat onikiye bir var. harbiye orduevi'nin önünden geçiyoruz. nezlesiyle arkadaş bir asker, onbirsıfırbir nöbetçisi. haldun taner, birden bir paket sigara çıkarıyor cebinden, uzatıyor askere:
    -bir sigara içer misin?
    esas duruş bir mutlulukta asker, önce siz yakın ağbi, telaşında. haldun taner, yakıyor askerin sigarasını:
    -ben sigara içmem, bulundururum cebimde onbirsıfırbir nöbetçileri için!
    gece birden kadife bir anlam kazanıyor, belki şişhane'ye yağmur yağıyor.
    -bu bey kim?
    diye soruyor asker.
    -beyefendi haldun taner'dir, kendisi benim babamdır.

    annem, babam, işte bunu bilmezler!"
  • hiçbir öyküsünde alevilere hakaret filan etmemiş yazardır. evet birkaç öyküsünde "kızılbaş" ifadesini hoş olmayan cümlelerde kullanır ama anlatıcı değil karakterin ağzından. bu da demektir ki öykünün zihniyeti ile değil, karakterin zihniyeti, bilgi birikimi, inanışı ile ilgili bir durumdur bu. etrafta böyle insan yok mu? var. cahil yok mu? var. haldun taner'i bir gram okumuş kişi her telden insan tipine gayet şık "hiciv" ortaya koyduğunu görecektir. bir nev-i "memleketten insan manzaraları" ortaya koymaktadır öyküleri. misal, bir öyküsünde (beatris mavyan) çirkin bir ermeni kızını anlatır; onun budalalığıyla alay eder. ha, sen buradan "ermeniler budaladır"ı çıkaracaksan, okuma kardeşim boşver. durduk yere sinirlerin bozulmasın.
  • “ dünyada hiçbir şey, karşısındakini kandırdığını sanan bir budalanın sevinci kadar komik değildir.” sözünün sahibi, üstad.
  • bu topraklarda yaşamış en büyük öykücülerdendir.

    1952 yılında yazdığı onikiye bir var öyküsünde sadece bir paragrafla, devletimizi,

    --- alıntı ---

    ne kadar değerli, ne kadar hünerli olursa olsun, durmuş saat, sönmüş fenere benziyor. ne var ki, durmuş saatlerin bir meziyeti, hiç değilse günde iki defa doğru saati göstermesidir. ayarsız saat, bunu bile beceremez. saatin kalitesi, kurgu mekanizmasında, yani zembereğindedir. zemberek saatin değil, hayatın ta özü, temeli. bir bakıma, hepimiz birer kurulu saat değil miyiz? yaşama, bir kurulma ve çözülme, bir dolma ve boşalmadan başka ne? yaşlılıkta ölen, kurgusu biten; gençlikte ölen zembereği bozulan... eğitim kültür bile az çok bir kurgu mekanizmasına benzetilemez mi? kurarlar bizi, kurulduğumuz gibi konuşur hareket ederiz. kimi hala alaturka saat ayarı üzerine işler. kimi greenwich ayarıdır, kimi san francisco... bazımız ileri gider, kimimiz geri kalırız. memleket saat, yahut standart ayarından ileri gidecek olursak, kanun denilen muvakkitbaşı tutar bizi geri alır. daha kafası kızarsa, büsbütün durduruverir. geri kalacak olursak… ileri alır diyecektim ama, geri kalana pek aldırmaz. yurdumuz, yenicami duvarındaki ezani saat ayarı ile işleyen nice alaturka saatlerle dolu.

    --- alıntı ---

    1964 yılında yazdığı sancho’nun sabah yürüyüşü içinde yer alan bir paragraf ile de tüm insanlığı, olabilecek en kısa ve net şekilde açıklamıştır;

    --- alıntı ---

    "..yağmur yağmayacak halbuki, öyle olsa kokusu sancho'nun burnuna gelirdi. sonra bu rüzgar bulutları dağıtır, bu da besbelli. ne var ki arka ayakları üzerinde ayağa kalktığından beri içgüdüsünü kaybedip akla özenen insan, bunu bile fark etmez olmuş işte. akla tam varamamış, sezisinin köprülerini de yıkmış. lök gibi ortada kalmış.

    tehlike yokken kasıla kasıla yürür. iki şimşek çakıp bir gök gürlemeye görsün, o zaman selameti kaçışta bulur.
    sıkıştı mı kaçar insan.
    kaç babam kaç.
    kaç babam kaç.

    pancurları sımsıkı kapayış. hayallere, anılara sığınış. ya da hayatını iki ucundan yakan bir orji içinde tüketiş.

    koş babam koş.
    kaç babam kaç. "

    --- alıntı ---

    boşuna dememiş bu büyük adam, "bizim geleneklerimizden, bizim insanımız ve konularımızdan yola çıkıp, bütün bunları, öz türkçemiz ve bize özgür bir görüş biçimi ile çağdaş dünyanın verileriyle aktarmak.." diye.

    ne mutlu derin, net ve sade olabilene!
  • tiyatro için kullanılan "iki kalas bir heves" lafını ortaya atan gelmiş geçmiş en iyi türk oyun yazarı, ferhan şensoy'un ustası.
  • düz yazılarında dilinden efendilik akan, çizdiği portrelerle kişiye günün değerlerini sorgulatan yazar. 78'de yayınlanan bi deneme kitabında*şöyle demiş: ''bugünkü nüfus patlaması, bu eski semtlerin*sakinlerinin ayrıcalıklarını önüne sürüp götürdü. böylesi daha halkça ve hakça bir olgudur. istanbul'un güzelliği niye yalnız orda doğup büyüyenlerin tekelinde kalsın? neden her yer, herkesin malı olmasın? buraya kadar iyi hoş da, her yurttaşı, o güzelliklerin değerini anlayacak, onu kendi bahçesi gibi koruyacak bir eğitim tarzından geçirmek de şart.'' bunları yazan adam, türkiye'de devletlerarası hukuk biliminin kurucusunun*oğlu, mekteb-i sultani'de eğitim görmüş istanbul kökenli bir beyefendidir. ister istemez akla aynı konudaki yorumlarını esirgememiş çok satan gazetelerin kaymak kıvamındaki yazarları geliyor. bu fransız kültür fıçısı kişiliklerin 'geviş getiren' yaratıklar olarak tanımladığı halkı haldun taner birikimine yakışır bir hoşgörüyle ele almıştır. ne de olsa bazı insanlar yıkmak, bazıları yapmak için doğmuşlardır. bu yüzden haldun tanerin ismi bu kadar kalıcıdır.
  • 'demokraside el pençe divan durup, boyun eğmek yoktur. dalkavukluk, evet efendimcilik, sepet efendimcilik, aynen keramet efendimcilik yoktur. demokrasi bir düşünce tarzıdır. bir yaşam uslubudur. hasılı, demokrasi en güç rejimdir çünkü kültür ister, olgunluk ister. sade fikir özgürlüğü, söz eşitliği yetmez. o fikir ve sözlerde de seviye ister.' demiş büyük tiyatrocu.
    şimdi bizi yönetenleri anlamak için bu açıklamadaki tüm olumlu fiilleri olumsuza çevirin. seviyesizlik işte bundan kaynaklanıyor.
  • türkçe bilmenin güzelliklerinden biri de haldun taner'in öykülerini okumak. şişhane'ye yağmur yağıyordu ne güzel bir hikayedir ve bir hikaye kitabı adıdır. içinde az bir yazarlık hevesi bulunduran herkesi imrendirir. comte da vardır bu kitabında sokrates de. haldun taner öyküleri arasında küçük küçük göndermeler yapar bu isimlere.

    bir öyküsünde anlattığı, başkalarının mutluluğundan mutsuz olan kantar katibi ali rıza efendi gibi insanlar ne kadar çoktur etrafımızda.

    "... bırak allasen müdür bey. bazen kanıma dokanıyor vallaha. sen onun oruçlu olduğuna inanıyor musun? o ne hinoğluhindir o, o ne kahpe dinlidir o! müslüman olsa acımak bilir. görmedin mi, gazetede ölüm haberlerini okurken, nasıl parlıyor gözü. cami avlularında gezişi neden? cenaze görmek için. sanki ölenlerin ömrü bununkine eklenecek. kötü yürekli vesselam. ölse acımam, emin ol.."

    şimdi burada ilginç bir husus var. bende olan kitap onyedinci basım ve öyküdeki kısım aynen böyle. orijinalinde ise "o ne hinoğluhindir, o ne kahpe dinli kızılbaştır o" şeklinde olduğu ve bunun aleviliğe hakaret anlamına geldiğine dair eleştiri yazıları yazılmış. hatta buna benzer bir ifade "ablam" adlı öyküsünde de geçiyormuş. o da şu: "tam ben böyle düşünürken üzgün gözlerini kaldırıp ıslak ıslak bana baktı. ve işte o anda, tövbeler olsun, abla-kardeş, kızılbaşlar gibi sarmaş dolaş oluverdik." bu kısım benim elimdeki kitapta yine yok. anlaşılan tepki olduğundan dolayı yayınevi de makaslamış. iki ayrı öyküsünde de alevilik ile ilgili bu tür ifadelerin olması mı haldun taner'i alevilere hakaret eden biri pozisyonuna soktu yoksa haldun taner'in öyküleri dışında mı böyle söylemleri oldu bilemiyorum. bildiğim şey burada yazılanlar haldun taner'in anıları filan değil. otobiyografisi hiç değil. bir öykü ve malum öykülerde de çeşitli karakterler var. nasıl birisi olursa olsun adamın tekine "ölse acımam" diyen bir karakterin repliği bu üstelik. benim etrafımda bir sürü insan var alevilere hakaret eden. haldun taner'in de vardı muhakkak çoğumuzun olduğu gibi. sadece bu sebeple haldun taner alevilere hakaret etmiş oluyorsa tolstoy da insanları intihara yönlendirmiş demektir. dostoyevski de katil olur. yani ucu yoktur bu bakış açısının. kendi adıma haldun taner'in öyle bir amaçla yazdığını zannetmiyorum.

    haldun taner'in atatürk'ün galatasaray'a gelişine dair yazdıkları da oldukça hoştur:

    "...biz şarklılar neden ille her şeyi büyütüp efsaneleştiririz? aklı başında insanlardan duymuştum: "bakılamıyor efendim" diyorlardı. - imkanı yok gözlerine bakılamıyor. çenesine kadar hadi neyse ama başınızı daha yukarı kaldırdınız mı gözleriniz iki kuvvetli projektörle karşılaşmış gibi kamaşıyor, çarpılıp sersemliyor, bir şeyler oluyorsunuz. -
    ben bunu duydum ya şimdi korkudan başımı kaldırıp da yüzüne bakamıyorum. bütün görebildiğim; saatinin kösteği, yeleği, sol elinin yelek cebine dalmış iki parmağı, kolalı devrik yakası, hadi bilemediniz biraz da çenesinin ucu. hepsi bu kadar. ama çocukluk işte, şeytan dürttü. ya herru ya merru deyip birden daha yukarı bakıverdim. a ne kamaşma ne çarpılma işte pekala bakılabiliyordu. hatta müdür de hoca da bakabiliyordu..."
  • sishaneye yagmur yagiyordu adlı hikaye kitabı 1953 yılında new york herald tribune hikaye ödülünü almıştır. bunun dışında kızıl saçlı amazon, onikiye bir var ve yalıda sabah adlı 3 hikaye kitabı daha mevcuttur..
hesabın var mı? giriş yap