• normalde söylediğiniz şeyler ortalamadan saptıkça, tepkiler yoğunlaşır. mesela "menemen soğansız olur" dersen yarı yarıya bölünür insanlar ama "menemen yumurtasız olur" deyince herkes karşı olur. oradan anlarsın yanlışını zaten.

    fakat komplolarda, özellikle uluslararası ilişkiler komplolarında, bu ilişki biraz farklı: ters orantılı bir çizgi değil de bir eğri gibi. yani giderek daha uçuk iddialar yaptıkça, bir noktadan sonra gelen destek bir anda artıyor.

    ***

    hatta, seni yanlışlamaya çalışanlar dahi komplo seviyesini arttırarak yapıyorlar bunu. abd-ingiltere savaşının resmen başlamasını görünce aklıma geldi bu. klasik rothschild, rockefeller, soros üçlüsüyle hücum yaparken, stoperin teki geliyor mesela: "ya aptal mısın, bunlar birbiriyle asla savaşamaz çünkü...çünkü zaten dünyayı bu ikisi yönetiyor".

    e çin, rusya, kamerun?

    onu çalımlasan defanstaki yarma geliyor: "tüm bunlar sizin gibi cahilleri kandırmak için oyunlar, hepsinin arkasında yahudiler var."

    biri rest çekiyor, diğeri kumarhaneden borç alıp "restine rest ulan" diye çıtayı yükseltiyor.

    ***

    benim teorim şu: istatistikte veya finansta fat tail distribution diye bir kavram var. uçlara gittikçe, ihtimalin azaldığı ama sıfıra çok yakınlaşmadığı dağılımlar bunlar. böyle bahisler oynarsan, çok ufak paralar koyarak, günün birinde voliyi vurman mümkün.

    bir başka deyişle, menemenden bahsederken, olasılıklar normal dağılıma uygun, o yüzden çok saçmalayanın doğru çıkma ihtimali çok az. ama komplolarda, işin doğası gereği belirsizlik hakim olduğu için, millet bunu fait tail modellemeye oturtuyor (bilinçaltında tabii. yani biz içgüdüsel olarak belirsizliği fat tail olarak görmeye programlı olabiliriz).

    o modele göre en optimum hareket de, kimsenin ihtimal vermediği , saççççma sapan şeylere "ya tutarsa" diye destek çıkmak. zira orta saçmalıktaki şeyleri desteklemene gerek yok, çünkü gerçekleşme ihtimalleri hemen hemen aynı ama getirisi düşük. oysa büyük saçmalıklara oynamak mantıklı çünkü

    1) tutarsa kralsın, alimsin, 30 sene boyunca "ben demiştim" diyebilirsin.
    2) tutmazsa da kimse senden hesap sormuyor, soramıyor, zira her şeyi yeni bir komployla açıklayabiliyorsun zaten. komplon büyüdükçe, yani iddiaların uçuklaştıkça, yanlışlanabilirliğin o oranda düşüyor.

    finans dünyası diliyle konuşursak: her ay çok az bir para ödeyerek, teoride çok yüksek getirisi olabilecek yatırımlara devam ediyorsun. millet de "bu bir boklar biliyor olmalı" diye seni ciddiye alıyor, kimse senin kredi notunu düşürmüyor.

    bu yüzden rağbette olan şey sadece komploculuk değil, komploculuğun en hası, en şiddetlisi. "ılımlı komploculuk" kaybettirir, "komple komploculuk" kazandırır.
  • bir komplo teorisi genelde çok yükseklerde biri ya da birilerinin tüm olan biteni yönettiği fikrinden çıkar. bu fikir hiçbir kanıt olmadan çeşitli hikayeler, işaretler ve sembollerin yorumlanmasıyla desteklenir. farkettim ki bu unsurlar bana başka bir yerden tanıdık geliyor.
  • komplo teorilerinde mantıksal safsatanın biri bin para. (bkz: fallacy)

    ama en sık rastlananı herhalde: post hoc ergo propter hoc
    yani: x'ten sonra olduğuna göre x sebebiyle.
    a.k.a: "zamanlaması manidar"

    örnek: facebook'un yükselişini akp'nin yükselişi takip ediyor. yoksa akp'nin arkasında zuckerberg mi var?

    bir diğeri de: fayda'dan argüman
    a.k.a. (bkz: cui bono)

    örnek:
    2001 krizi akp'ye yaradı demek ki krizi onlar çıkardı.

    fazla mı naif durdu? o zaman:
    2001 krizi akp'ye yaradı demek ki krizi akp'nin başa geçmesini isteyen amariga çıkardı.
  • bitmek tükenmek bilmeyecek anlam ve heyecan arayışının ürünüdür elbet. din ve milliyetçilik gibi belli başlı bütün kadim ideolojilerden tut, tapınak şövalyelerinden illüminatilere uzanan yolda hepsi bize ışık tutarlar, gözlüğümüzü renklendirir, dünyayı canlandırır, varlığımıza ruh ve heyecan katarlar. her şeyi birbirine bağlayan ve açıklayan, her şeyin bir şeylere gönderme yapıp referans olduğu, her şeyin her şeyi her şeyle anlattığı, nihayetinde de her şeyin birleşip anlamlı bir desen oluşturduğu ve hiçbir istisnaya ve yanlışlanmaya tahammül bırakmadığı bir kutlu evren kurarlar. (bkz: pattern recognition)

    bırak yanlışlamayı, her türlü çelişki bilakis anlamın gücüne güç katar. her şeyin arkasındaki tanrı, sonsuza çekildiği takdirde kaçınılmaz olarak birbiriyle çelişecek sıfatları bünyesinde barındırabildiği için tanrıdır mesela: hem sonsuz kahhar, hem sonsuz rahman olabilir. veya milletin tarihi, aynı anda hem güç ve azametin, şan ve şerefle kazanılan zaferlerin ve fetihlerin, başka milletler üzerinde kurulan "adalet" dolu tahakkümlerin, hem de yüzyıllar boyunca başa gelen mağduriyetlerin, haksızlıkların, zulümlerin tarihi olabildiği içindir ki yüreğimizi anlam, heyecan ve vicdana doyurur. hem mazlum hem mağrur, hem güçlü hem hassas, hem adil hem korkutucu olabilmenin şevki aşık usandırmaz. kızdırdığın zaman dünyayı yakan, ama perdelerini indirdiği zaman minnoş bir kediye dönüşebilen bir serseriye kim aşık olmaz ki? nihayetinde hepimizin aradığı, gönül rahatlığı ve tertemiz bir vicdanla, hem suçlu hem güçlü olabilmektir.

    ve fakat, gel derse maarri hakikatte rüya var, aldanma ki şair sözü elbette yalandır. hakikat ilk bakışta sıkıcıdır. hakikat kasıklarınızı ıslatmaz. o yüzden en büyük, en korkunç, en acımasız komplo, her şeyin göründüğü gibi olduğudur. ancak böyle bakıldığı zaman, hayatın anlamını aramak, hemşirenin kolda damar araması gibi bir şeye dönüşür olsa olsa. en kötü ne olabilir diyebilirsin tabi, en kötü kolun delik deşik olur. zaten hayatın anlamı da en iyi acil servislerde veya yoğun bakım ünitelerinde bulunur.

    küçükken kolumu kırmıştım, öyle bir yamulmuştu ki ikinci bir bilek oluşmuştu, gecenin bir vakti gittiğim acilde uyandırılan ortopedist doktor gözlerini kırpıştırarak bakmış, "yuh ya ne yaptın sen böyle" demişti. sonra alçıya almadan önce kemiği yerli yerine oturtmak için çatır çutur düzeltmeye girişmişti, bir yandan da yanındaki asistanlara dönüp "nasıl, pirzola kızartırken çıkan seslere benziyor değil mi?" diye sormuştu. hayatımda hissettiğim en şiddetli fiziksel acıydı muhtemelen, ama adamın rahatlığı ve aldığı keyif sonradan düşününce çok hoşuma gitmişti. her gün yaptığın bir şeyi sıkıcılıktan kurtarmaktan daha anlamlı hangi mücadele olabilir?

    ama bu elbette, et ve kemikten ibaret bir bedenin tek başına yeteri kadar anlamlı olamayacağını, bunun içinde bir yerlerde, bizi biz yapan görünmez, elle tutulmaz bir şeyler olması gerektiğini, bedenin olsa olsa kullandığımız bir makine olduğunu, bizim bundan öte, aşkın bir şeyler içerdiğimizi düşünme ihtiyacımızı gidermez. bu kadar basit ve sade bir şey içinde aradığımız güzelliği bulamamaktan korkarız, ta ki yolumuz insanların ellerinde sidik torbalarıyla dolaştığı hastane koridorlarına düşene kadar. o ana dek bize daha karmaşık, daha soyut, daha mistik bir şeyler sunulmalıdır.

    "yapmacıklıktan sakının, yoksa herkes inanır size. hekimlere, doğum yapan kadınlara dokunmadan önce ellerini yıkamalarını söyleyen semmelweis’a inanmıyorlardı insanlar. çok yalın şeyler söylüyordu çünkü. insanlar, dökülen saçların yeniden çıkmasını sağlayan losyon satıcısına inanırlar. onun, bir arada bulunması olanaksız gerçekleri bir araya getirdiğini, mantıklı olmadığını, iyi niyetten yoksun olduğunu iç güdüleriyle sezerler. ama onlara, tanrı’nın karmaşık, derinliğine varılamaz olduğu söylenmiştir, bu yüzden de onların gözünde tutarsızlık, tanrı’ya en yakın olan şeydir. en olmayacak şey, mucizeye en çok benzeyen şeydir. siz, dökülen saçların yeniden çıkması için bir losyon icat ettiniz. hiç hoşuma gitmiyor bu; çirkin bir oyun.” * *
  • zenginlik yerine bilgelik vaadiyle dolandıran saadet zinciri.
  • bir ara17 ağustos depremini takip eden yıl internette gezinen bir hikayenin adı... meraklısına.... buyrun hikayemiz başlıyor...

    paranoyak olduğunuz izlenmediğiniz anlamına gelmez....(anonim)
    önemli not: bu öykü tamamıyla bir kurgudur. öyküde adı geçen gerçek kişi, yer ve olayla tamamen rastlantısaldır.

    yaklaşık olarak seksen bin istanbul'lunun hayatını kurtarmam ilginç tesadüflerin sonucu oldu. belki de bütün bu tesadüfler, bir tesadüf değildi, belki de kaderdi. ne derseniz deyin işte.
    komplo teorilerini çok sevmem ve deprem konusundaki paranoyak ilgim de tabi buna katkı sağladı. ne olursa olsun yaptığım işten ve odamda duran devlet üstün hizmet madalyasından gurur duyuyorum.
    bütün olan biteni en baştan anlatmak sanırım en doğrusu.

    17 ağustosta meydana gelen korkunç depremden sonra ister paranoya deyin ister merak, eskiden hakkında hiçbir şey bilmediğim depremler ve depremle alakalı her şeyle ilgilenmeye başlamıştım.
    teorik bilgiler, üniversite hocalarının çıktığı televizyon programları ve hatta bu konuda yazılmış pek çok kitabı yuttum. bütün bu ufak çaplı bilgi birikimime ek olarak, türkiye'de olan depremleri kandilli rasathanesinin web sitesinden her gün takip ediyordum.
    her sabah işe gelince, internete bağlanıp bir gün önce olmuş depremleri inceleme gibi manyakça bir alışkanlık edinmiştim. ilk zamanlar bu sayfaya öylesine şöyle bir bakıyordum, yani deprem olmuş mu? diye. daha sonraları ise sistematik olarak depremleri incelemeye başlamıştım. depremleri önceden tahmin etmek ya da bilimsel bir makale yazmak gibi büyük amaçlarım yoktu. öylesine bakıyordum işte.
    depremler nerede yoğunlaşıyor? zamanla ya da başka bir şeyle bağlantısı var mı? diye inceliyordum. bu benim için bir tür hobi olmuştu. sanırım yaptığım bütün bu beyhude amatör bilimsel çalışmalar, 17 ağustos büyük depreminden sonra ben de oluşan korkuyu bir nebze azaltmak içindi. korkum kesinlikle ölüm değildi. beni asıl korkutan, bir enkazın altında çaresiz bir fare gibi kalıp ölmekti ve bu korku hiç de yersiz değildi. büyük depremle ilgili çok kötü anılarım var. ne kadar ısrar ederseniz edin bu konuya hiç girmeyeceğim.
    neyse, biz yine olaylara dönelim. her gün olan deprem kayıtlarını o kadar dikkatli takip ediyordum ki günlük kayıtlarla, bir hafta öncesine kadar uzanan kayıtlar arasındaki herhangi bir anlamlı ufak bir bağlantıyı bile hemen fark edebiliyordum. bu konuda neredeyse keskin sezgilerim oluşmuştu. zaten her şeyi de bu sezgim sayesinde keşfettim.
    keşfettiğim şey ise aslında bir tesadüf gibi duruyordu. bir hafta boyunca, peşi sıra, günün farklı zamanlarında ama hep aynı yerde (bolunun bir ilçesi), aynı şiddette (3.5) ve aynı derinlikte (3 km) üç deprem dikkatimi çek ti hemen. 3.5 şiddetindeki bir deprem insanlar tarafından hissedilmez. sadece aygıtlar fark eder. benim fark ettiğimi kandilli'deki uzmanlar da fark etmiştir muhakkak ama sanırım şiddeti çok düşük olunca dikkate almadılar.
    birbirinin tıpatıp aynı deprem silsilesinden sonra iki hafta boyunca bolu'da hemen hiçbir deprem görülmedi. ben tam paranoyalarımdan kurtulmak üzereyken tuhaf bir şekilde tekrar benzer depremler olmaya başladı. bu sefer dört tane deprem olmuştu. bu sefer bolu'nun başka bir ilçesindeydi. depremler yine aynı şekilde, yer, şiddet ve derinlik olarak birbirinin tıpatıp aynıydı. bu kadar tesadüfi olması bana şaşırtıcı gelmişti. tekrar deprem paranoyalarım başlamıştı.
    aklıma ilk gelen olasılık, aslında tek bir deprem olduğunu ama web sitesine aynı depremin yanlışlıkla birden fazla girildiği olmuştu. akla yakın ve doğru gibi gözüküyordu ama yine de bu teori benim kaygılarımı gidermedi.
    uykusuz bir geçen paranoyak bir gecenin sabahında işe gidince ilk işim kandilli rasathanesini telefonla aramak oldu. benim gibi paranoyak sayılabilecek insanların aşırı vesveseli
    şikayetlerine alışmış olan sabırlı ve anlayışlı görevli, korkulacak bir şey olmadığını, depremlerin kayıtlara yanlışlıkla birden fazla girilmiş oldu?unu söyleyip kibarca beni başından savdı. daha sonra beni bir telesekretere bağlayıp depremle ve depreme hazırlıkla ilgili uzun ve sıkıcı bir bant kaydına yönlendirdi. hepsi de ezbere bildiğim şeyler olduğu için hemen kapadım telefonu.
    görevli de kendince haklıydı çünkü benim gibi günde yüzlerce arayan ki?i ile başka türlü başa çıkamazdı. yine de kaygım geçmemişti. içimden bir ses bu deprem silsilesinde bir tuhaflık
    olduğunu söylüyordu. sezgilerime güvenirdim ama bunu nasıl araştıracaktım.
    ilk iş olarak zamanları dışında birbirinin tıpatıp aynı olan iki deprem dizisinin enlem ve boylamlarını dikkatlice not ettim. sezgi, paranoya vs. işte ne derseniz deyin içimden bir ses garip bir şekilde depremlerin olduğu yere gitmemi söylüyordu. bu fikri karıma çekinerek açtığımda gülerek benim tatlı bir paranoyak olduğumu ama bu izlenmediğim anlamına gelmediğini söyleyip (yine aynı bayat espri) bir güzel dalga geçti fakat benimle birlikte bolu'nun ilçesine gitmeyi itirazsız kabul etti. "ne güzel işte, piknik yaparız, sen de ne göreceksen görürsün benim tatlı paranoyağım" dedi.
    planımız, benzer depremlerin olduğu iki yeri görmek ve daha sonra dönüşte abant'a uğrayıp ufak bir piknik yapmaktı. pazar günü sabahtan arabaya atlayıp önce bolu'ya ardından da önce o
    ilçeye ve sonra enlem ve boylama göre haritadan bulduğum o köye gittik. konu doğrudan milli güvenlik ile ilgili olduğu için ilçenin ve köyün adını size maalesef açıklayamam. yerleri tam olarak belirlemek için oraya giderken, almanya'dan aldığım ufak gps cihazını da yanıma almıştım.
    depremlerin olduğu ilk köy sıradan bir anadolu köyüydü.
    tahmin ettiğim gibi köylüler olan depremleri hatırlamıyorlardı. 3.5 şiddetindeki bir deprem 500 metre uzaktan geçen bir tır kadar etki yapar. yine de muhtar misafirperverlik gösterip bize rehberlik etmesi için bir delikanlıyı yanımıza vermişti. depremin olduğu tam enlem ve boylam köyden beş kilometre uzaklıktaydı. gittiğimiz yerde gördüğümüz sadece ama sadece boş tarlalardı. tam hayal kırıklığı içinde geri dönüyorken yaklaşık üç yüz metre uzakta belli belirsiz görünen uzun çelik kuleyi gördüm. bu mesafeden ne olduğu pek seçilmiyordu. bize eşlik eden delikanlıya gördüğümüzün ne olduğunu sordum. delikanlı sanki bizimle birlikte ilk defa görüyormuş gibi baktı ve yüzünü kırıştırıp biraz düşündü. sonra birden hatırladı, bir şirket yer altı kaynak suyu arıyormuş. uzaktan gördüğümüz uzun çelik kule de petrolcülerin kullandığı türden bir delme makinesiydi. alık genci köye bırakıp, muhtarın paşa çayını içip, ankara'ya bekleriz dedikten sonra diğer noktaya gittik. karım biraz mırın kırın ettiyse de söz verdiğini hatırlatıp diğer köye gittik. yaklaşık kırk beş dakikalık bir yolculuktan sonra başka bir köydeydik. bu sefer bize bir rehber verecek anlayışlı bir muhtar bulamadık çünkü köy neredeyse boşalmış gibiydi. issız bir vahşi batı kasabası gibiydi. mecburen elimdeki gps cihazına güvenip arabayla toprak bir yola saptık. elimdeki gps cihazı çok hassas değildi ama yine de artı yada eksi 50 metrelik bir hassasiyet işimi fazlası ile görürdü.
    sonuçta belirlediğim enlem ve boylama gelince gps cihazı dit dit etti. yeni biçilmiş buğday tarlasının yanındaydık. çocuğunun yaptığı numaralara aşırı bir hoşgörü ile bakan bir anne gibi gözlerini üstüme dikmiş olan karım bu olaydan sıkılmaya başlamıştı. arabadan inip tarlanın ortasında etrafa şöyle bir bakarken birden onu gördüm.
    aman allahım! bir saat önce gördüğümüz çelik kulenin neredeyse tıpatıp aynısı yaklaşık bir kilometre uzakta duruyordu.
    bu bir tesadüf müydü? içimden bir ses "bu da mı bir tesadüf" diye soruyu farklı şekilde tekrarladı. en iyisi şu tuhaf çelik kuleye ve yanındaki barakaya bir bakmalıydım. karımın "delirdin mi sen?" türündeki itirazlarına rağmen kulenin yanına gittik ama pek hoş karşılanmadık.
    daha kuleye varmamıza 50 metre kala yolda bir bariyer bizi durdurdu. elinde bir avcı tüfeği tutan hapishane kaçkını bir adam hiç de sevimli olmayan bir şekilde bizimle konuşup eliyle
    gösterdiği "oranın" yasak olduğunu söyledi. mecburen geri dönmek zorunda kaldık. normal şartlarda kuru gürültüye pabuç bırakmazdım ama karım epey bir tedirgin olmuştu. yine de uzaktan zorlukla görebildiğim tabelayı okuyabilmiştim: akdorme inşaat ve taahhüt limited şirketi.
    peki akdorme şirketinin bu kabalığı niyeydi? yer altı su kaynağı arayan bir şirket için güvenlik biraz abartılmamış mıydı?
    şirketin adını not defterime kaydederken bu düşünceler beynime üşüşmüştü. arabayla biraz gittikten sonra çelik kulenin olduğu yerden epey şiddetli bir patlama sesi geldi. "sanırım sondaj için dinamit kullanıyorlar" diye içimden geçirdim. patlamanın asıl sebebini merak etmiştim ama karımı daha fazla tedirgin etmemek için direksiyonu abant'a kırdım. ertesi gün işyerinde bilgisayarımı açıp internete girdiğimde yine rutin olarak bir gün önce olmuş depremlere baktım. bolu'da yine 3.5 şiddetinde bir deprem olmuştu. depremin zamanına bakınca hayret ettim. çelik kulenin yanından ayrılırken meydana gelen patlamanın zamanı ile çok yakındı. hemen depremin yerine baktım.
    hayal kırıklığı. deprem sondaj yapılan yerin 30 km. ötesinde bulunuyordu. zaten tonlarca dinamit yığsan bile 3.5 şiddetinde bir deprem oluşturmazdı. fakat yine de olaylar arasında
    tesadüflerle açıklanamayacak bir sürü bağlantı vardı. en iyisi şu akdorme inşaat şirketini bir araştırmak olacaktı.
    odalar birliği, sanayi bakanlığı ve mta'da çalışan okurlarımın yardımlarıyla akdorme şirketi hakkında epey bir bilgi sahibi oldum. orta çaplı, elli kişinin çalıştığı, inşaat, taahhüt, ithalat, ihracat vs. gibi uzun bir listesi olan sıradan bir şirketti. genel merkezi istanbul'daydı. iki ilginç bilgi ilgimi çekti;
    şirket üç ay önce kurulmuştu. kurulur kurulmaz, on beş farklı yerde kaynak suyu aramak için mta'dan izin almıştı. izin için başvurduğu yerler bolu ve civarıydı. mta'da çalışan ve maden
    mühendisi olan okurum şirketin buralarda maden suyu aramasını tuhaf bulmuştu. çünkü dediğine göre maden suyu pek aranmazdı, ayrıca köylerine fabrika yapılması için sürekli çağrıda bulunan bir çok yerde zaten hazır maden suyu kaynağı vardı. yani arayış ona gereksiz bir çaba olarak gelmişti. çelik kuleden ve patlamalardan bahsedince, bu tür bir aramanın pek usule uygun olmadığını ekledi.
    okurumdan akdorme şirketinin nerelerde arama yapmak için izin aldığını ve lokasyonlarını bana iletip iletemeyeceğini sordum. bunun kurallara aykırı olduğunu ama sevgili yazarı için bir
    güzellik yapacağını söyledi. insanın okurları olması çok güzel bir duygu. içimdeki şüpheler ve karımın "teknolojik komple teorileri" diyerek dalga geçtiği düşüncelerle geçen iki günün sonunda okurumdan bir e-mail geldi. şirketin maden suyu aramak için izin aldığı yerlerin enlem ve boylam olarak tam yerleri e-mail ile birlikte gönderilmişti. tam tamına on beş yer.
    akşam eve dönünce ilk işim büyük bir marmara haritasının üzerinde on beş araştırma yerini kırmızı başı olan toplu iğnelerle işaretlemek oldu. enlemi boylamı buluyordum ve oraya bir iğneyi yerleştiriyordum. on beşinci iğneyi de yerleştirdiğimde ortaya tuhaf bir şey çıkmıştı: iğnelerden oluşma iki çizgi.
    aslında tam çizgi sayılmazdılar, biraz bombeleri vardı. sonra düşündüm. tabi ya! dünya yuvarlaktı. yuvarlak olduğu için küre üzerindeki düz bir yay, iki boyutlu haritada bombeli duruyordu. sekiz tane iğne bir çizgi, kalan yedi tane iğne ise bir başka çizgi oluşturuyordu. iki çizgi bir üçgenin kenarları gibi duruyordu ve uzatılırsa bir yerde birleşecekler gibi aralarında açı vardı.
    çayımdan bir yudum alıp duvardaki haritaya biraz geriden baktım. on beş tane sondaj yerinin böyle iki çizgi oluşturması da mı tesadüftü?
    karımı çağırdım, bakmasını istedim. o da şaşırdı. bu sefer hemen “tatlı paranoyağım” demedi. o da benim gibi bu düzenli iki çizgiden huzursuzlanmıştı. ikimizin de aklından geçen şey aynıydı sanırım. çizgiler nasıl böyle dümdüz olabiliyordu ve ikisi nerede birleşiyordu?
    açıkçası o anda iki çizgiyi bir cetvelle uzatıp birleştirmekten korktum.
    karım “hadi dışarıda yemek yiyelim "dedi nedensiz. çizgileri birleştirmekten nedense ben de çekinmiştim. teklifi hemen kabul ettim. dışarı çıkıp yakınlardaki bir kebapçıda güzel bir köfte
    yedik. ikimizde eve dönmekten çekinir gibiydik. epey bir oyalandıktan sonra gece yarısı tekrar eve döndük.
    biraz oyalandıktan sonra tekrar haritanın başına geçtim. elime bir cetvel alıp iki çizgiyi de cetvelle uzattım. marmara denizinin üstünde bir yerde birleştiler. birleştikleri yere bakınca dehşete kapıldım.
    burası kuzey anadolu fay hattının üzerindeydi ve özellikle bu bölge fay hattının en çok gerilime sahip kısmıydı. zaten olası büyük istanbul depreminin buralarda olması bekleniyordu çünkü bütün yük neredeyse burada odaklanmıştı. deprem konusundaki daha önceki araştırmalarımdan biliyordum bu bölgeyi. bir çok metinde "tetik bölgesi" olarak anılıyordu. bütün bunların tesadüf olmadığını biliyordum. akdorme şirketi ve arkasındakilerin bir şeyler çevirdiğine emindim. ama ne?
    aklıma ilk gelen şey, bu şirketin büyük istanbul depremini daha erken ya da belirlenen bir zamanda yapmak istemesiydi. iyi de nasıl?
    yer altında meydana gelebilecek patlamalar asla büyük depremi tetikleyemezdi? mi acaba? tetikleyemezdi. ancak yeraltı nükleer denemelerde olabilirdi. bir atom bombası patlatamayacaklarına göre nasıl yapacaklardı?
    nasıl? evet nasıl? beni bu noktaya kadar getiren sezgilerim doğru yolda olduğumu söylüyordu. kötücül bir şey vardı bu sıralanışta ama ne?
    neredeyse gece gündüz hep bunu düşünerek bir hafta geçirdim. mühendislik bilgimin tümünü kullanarak bir çözüm bulmaya çalışıyordum ama nafile. bir şey bulmadan da hiçbir resmi makama başvuramazdım. ne diyecektim? bu adamlar bu sondaj aygıtları ve birkaç dinamitle
    istanbul'da deprem oluşturmaya çalışıyorlar. tabi ki inanmazlardı.
    bunu düşünerek eve giderken havanın güzel olduğunu düşünüp parka oturmaya karar verdim. gazetemi açıp okurken sıkıldım, bir kenara koydum. parktaki ufak bahçesindeki çocuklar gözüme takıldı. bir ufak çocuk salıncakta sallanıyordu. annesi ve babası sallıyordu. ilgi çekici olan bir şey yoktu.babası salıncağın arka tarafında itiyor, salıncak tam annenin hizasına gelince anne de salıncağı itiyordu. çocuk sevinçle kahkaha atıyordu. bu mutlu aile tablosu nedense benim farklı bir şekilde ilgimi çekti. bir süre bakıp mırıldanır gibi "anne salıncağı rezonansa
    getiriyor" dedim.
    rezonans! çok zekice ve dahice.yiğidi öldür hakkını ver. adamlar çok akıllıca düşünmüşlerdi. evet ya, rezonans. nasıl oldu da daha önce düşünmedim bunu?
    ister salıncak olsun ister los angeles'taki bir asma köprü, her şeyin bir doğal salınma frekansı vardı. salıncak gibi basit bir sistemde doğal salınma frekansını bulmak kolaydı. zaten annenin
    yaptığı da buydu. doğal salınma frekansında çok ufak bir güç uyguluyordu. doğal frekansla, uygulanan kuvvetin frekansı aynıysa sistem rezonansa girerdi. sistemin salınımları gitgide büyür ve en sonunda sistem çökerdi. bu yüzden askerler köprülerden düzenli adımlarla
    geçmezlerdi çünkü bu şekilde fransa'da bir köprü yıkılmıştı. ve tabi ki los angeles 'da yıkılan o meşhur asma köprü. şiddetli olmamasına rağmen rüzgarın frekansı köprüyü yıkmıştı.
    evet ya, rezonans. bu kadar basitti açıklaması. her şey rezonansla çok kolaydı. atom bombası patlatmaya gerek yoktu. ardı sıra ufak patlamalarla kuzey anadolu fay hattının en zayıf yeri
    rezonansa getirilebilirdi. rezonansa gelen fay hattı sonunda kırılacaktı ve...
    bu ufak depremler fay hattının doğal rezonansını belirlemek için yapılmıştı. çok basit ve aynı zamanda ölümcül bir denklem.
    çelik kuleler peşi sıra dinamitlerini patlatıp bir şok dalgası yaratacaklardı. şok dalgası çok hızlı ilerler. birinci çelik kulenin altında patlayan tnt'nin şok dalgası ikinci kuleye erişince o da
    patlıyordu ve sonra üç, dört.. diğer çizgideki kulelerde aynı şeyi yapıyordu. sonuçta tek ve büyük bir şok dalgası fayın o kısmını vuracaktı. fakat bu bir kez değil, fay rezonansa getirmek için birden fazla olacaktı ta ki deprem oluncaya kadar.
    fayın o bölgedeki frekansını bulduktan sonra gerisi çok kolay bir mühendislik hesabıydı. zaten o çelik kulelerde patlayıcıları yere gömmek için yapılmıştı
    parkta öyle kalakalmıştım. çocuğun salıncağı deliler gibi sallanmaya başlamıştı çünkü annesi onu rezonansa getirmişti.
    hemen eve gittim. karımın bütün itirazlarına rağmen olan biteni tek tek yazdım. tabi ki kandilli rasathanesi kayıtlarını, akdorme şirketi ile ilgili her şey, çelik kulelerin tam yeri ve tabi ki oluşturduğum harita. tüm bunların bir kopyasını çıkartıp kandilli rasathanesine prof.
    ahmet mete işıkara'ya gönderdim. asılları ise yanıma alıp doğruca yenimahalle’de bulunan mit müsteşarlığına gittim.
    kapıda pek hoş karşılanmadım ama ısrarlarım sonucu bir yetkili ile görüşmemi kabul ettiler. beyaz bir masanın başında dört çay içtikten sonra beni içeri aldılar.
    öykümü dinleyen üç görevli beklentilerimin tersine beni başlarından savmadılar. beklememi rica edip başka bir bekleme odasına aldılar.
    neredeyse bir saat boyunca bekledikten sonra bu sefer amirleri olduğunu sandığım bir adamla geri geldiler. adama sürekli "efendim" diye hitap ediyorlardı. benden demin anlattıklarımı ona
    da detaylı olarak anlatmam? istediler. ben heyecanla anlatırken tüm belgeleri tek tek incelediler. ama beyaz saçlı amir pür dikkat beni dinliyordu. bazen aydınlatmamı istediği bir nokta için "emin bey" diye lafımı kesiyordu. cevap alınca da önündeki kağıda not alıyordu.
    neredeyse iki saat boyunca böyle konuştuk. garip. beni beklediğimden çok ciddiye almışlardı. hatta gelirken kapıdan kovulacağımı bile düşünmüştüm.
    amirleri olduğunu sandığım kişi notlarını son bir kez kontrol ettikten sonra konuşmaya başladı.
    "emin bey, sizi bize allah gönderdi. uzun zamandır böyle bir inşaat şirketinin peşindeydik çünkü bir inşaat şirketinin bizi pek de çok sevmeyen bir ülke istihbarat teşkilatının kurdurduğunu iki ay önce öğrendik. istihbarat eksik olduğu için şirketin amacını ve adını bir
    türlü öğrenemedik. şimdi elimizde bir şey var. normal şartlarda sizi ciddiye almazdık. benimle görüşmeniz bir hayaldi. olayı araştırmadan hiçbir şey yapamayız.
    bu noktadan sonra olayı bize bırakmanızı rica ediyorum. sizden başka kim biliyor bunu?" dedi.
    karım. bir de ahmet mete işıkara hocaya gönderdim."
    "anlıyorum. biz de zaten hocamıza başvuracağız. sizden ve karınızdan sessiz kalmanızı rica ediyorum. konu bir boyutuyla milli güvenlik ile ilgili."
    "tabi. biz de askerlik yaptık" dedim gülümseyerek. hepsi de gülümsedi.
    "peki. şimdi sizi evinize bırakacağız ve muhakkak gelişmelerden size haberdar edeceğiz. bu arada normal hayatınızı sürdürün. işinize gücünüze bakın. tanıştığımıza memnun oldum
    emin bey.
    bundan sonraki bir ay boyunca hiçbir ses çıkmadı. karım bu arada "sevgili ajanım, vatan kurtarmaktan vakit bulursan marketten bir şeyler alsan" diye benimle dalga geçiyordu. ajan
    aşağı ajan yukarı.
    hiçbir şey çıkmayınca ben de kendi komplo teorimin saçma olduğuna inanacaktım neredeyse.
    tam olayı unutmaya hazırlanırken cep telefonum çaldı. arayan kendini tanıttı. mit’te benimle konuşan kır saçlı adamdı. telefonda detay veremeyeceğini ama ertesi akşam için işim olup
    olmadığını sordu. ben de yok deyince, takım elbise ve kravatla resmi giyinmemi, bir toplantıya katılacağımı söyledi. gelip beni kendisi alacakmış.
    "peki" dedim.
    akşam bir kokteyle katılacakmışım gibi gayet şık bir şekilde hazırlandım. nereye gideceğimizi ve niye böyle resmi giyinmek zorunda olduğumu anlamadım. sonunda kırmızı plakalı bir mercedes beni evden aldı. arka tarafta kır saçlı o bey vardı. sanki kırk yıllık dostmuşuz gibi
    sohbet ettik.
    "emin bey, dedikleriniz harfi harfine doğru çıktı. bütün kuleleri jandarma bastı ve dediğiniz şekilde yüzlerce kilo tnt toprağa gömülmüş halde bulundu. şirketi kurmak ve olayı yapmak
    için bir sürü ajan? türkiye'ye sokmuşlar. halkı telaşlandırmamak için olay hiç duyurulmadı. işi yapan ülkeyi biliyoruz ama ispat edemiyoruz. zaten şu anda açıklanırsa ülkemiz açısından nahoş olaylar olabilir. amaçları basit. krizden hala çıkamamış türkiye'de bir büyük istanbul
    depremi ile ülkemizi bir kaosa sürüklemek istiyorlardı. biliyorsunuz, bu çok büyük bir felaket olurdu.
    neyse. sonuçta gerçekten çok iyi bir iş başardınız emin bey" dedi.
    "peki şimdi nereye gidiyoruz." diye sordum.
    "başbakanlığa" dedi.
    "başbakanlığa mı? ama ne için?"
    "evet. sizin için bir ufak bir tören düzenlendi. tabi gazeteciler yok. biz bizeyiz. gidince göreceksiniz" dedi ve gülümsedi.
    daha sonra olan biten benim için tam bir sürpriz oldu. bizzat başbakanın olduğu ve ben dahil olmak üzere beş kişinin katıldığı ufak törende devlet üstün hizmet madalyası verildi. tören
    kısa sürdü. başbakanla ayak üstü sohbet ettik. o da benim gibi bir şair olduğu için tabi ki konu hemen şiirden açıldı. şiirlerimden birini ezberimden okudum, o da sağ olsun bir kitabını imzalayıp verdi.
    kütüphanemde durur hala.
    başbakanın işi olduğu için gitmesi gerekiyordu. kadife bir kutu içinde devlet üstün hizmet madalyası verildi, bir de dolmakalemle yazılmış bir berat. gurur içindeydim. başbakan tam
    ayrılırken tokalaştık.
    "efendim, bütün bu olup bitenleri bir bilimkurgu öyküsü olarak yazabilir miyim?"
    başbakan tereddütte kalmış bir şekilde kır saçlı adama döndü.
    "ne dersiniz? emin bey yazsa sorun çıkar mı?"
    "hayır efendim. bu o kadar sıra dışı bir olay ki aynen yazsa bile kimse doğru olduğuna inanmayacaktır. olduğu gibi yazabilir. sadece öykünün başına bütün bir öykünün kurgu olduğunu belirtir bir ibare koyarsa iyi olur. bir de şirket ismini değiştirirse bizce hiçbir
    sorun yok." dedi gülümseyerek.
    ben de gülümsedim. başbakan tekrar yaptıklarım için ve olası bir depremde ölecek 80.000 istanbul'lunun hayatını kurtardığım için teşekkür etti. seçimlerde kime oy vereceğimi sorup biraz takıldı.
    kırmızı plakalı mercedes ile eve dönerken çok garip hissediyordum kendimi. elimdeki kadife kaplı kutunun içindeki özel madalya gururun ötesinde bir his veriyordu bana. kahramanlık?
    seçilmişlik? kim bilir...
    neyse. karım bir daha bana "tatlı paranoyağım" demedi.
    madalyayı büfeye koyma teklifini milli güvenlik ve tozlanmasın diye reddettim.
    artık ben onun "kahramanıyım". belki de hep öyleydim yoksa böyle harika bir kadın benimle niye evlenirdi ki?

    hikaye : mehmet emin ari
  • sonuçta,
    komplo teorileriyle dünyayı okuyanlar, yanlış okuyorlar.
    olan biteni yanlış sebeplere bağlıyorlar.
    bu yüzden de sorunlara yanlış çözümler sunuyorlar.
    (ya da hiçbir uygulanabilirliği olmayan "kötü adamları bulup yakalım" tadında öneriler)

    bilgisizlik/tembellik komplo teorilerine inanmaya sebep oluyor.
    komplo teorileriyle dünyayı anlamak bilgi edinmemeye sebep oluyor. (adamın ihtiyacı yok ki zaten herşeyi çözmüş)

    bu zihniyetin en sevdikleri:
    (bkz: dış mihraklar)
    (bkz: amerika)
    (bkz: israil)
  • komplo teorilerinin çekici olan yanlarından biri de "kimsenin haberi yok, bir ben biliyorum" havası yüzünden ego okşamasıdır. "herkes koyun, bir tek ben uyandım" egosunun bizim kırılgan egolar cumhuriyetinde geçer akçe olmasından dolayı çok popülerdir bunlar türkiye'de.
  • doğal akışında gerçekleşmesi mümkün olayların, bir takım aktörler tarafından bilinçli ve planlı bir şekilde gerçekleştirildiğini varsayan teorilerdir. her yerde taraftarları/takipçileri vardır ama çeşit çeşittir. abd'de her şeyi dünya dışı varlıklara bağlayanları vardır, avrupa'da her şeyi şirketlere bağlayanlar vardır, vesaire...

    ortadoğu'daki versiyonlarında genelde her şey batı'ya bağlanır. yani batı dediysem, hepsi işte, "amerika ingiltere almanya ne varsa hepsi aynı şey sonuçta" mantığından gidilir.

    bir de batı'da bu tür teorilere çok referans veren insanlara freak gözüyle bakılır. "bozmuş kafayı illuminatiyle" gibisinden. ama bizde standarttır. muhafazakarından komünistine, dindarından ateistine herkes dünya'yı batılıların yönettiğinde, tarihte gerçekleşen/gerçekleşmiş her olayın müsebbibinin batı olduğunda hemfikirdir.

    sorun kendinize; afrika neden gelişmemiş? ortadoğu'da neden kan gövdeyi götürüyor? sovyetler birliği neden dağıldı? köy enstitüleri neden kapatıldı? 80 darbesi neden gerçekleşti? petrol fiyatları neden düşüşte? bu sorulardan en az birine komplo teorisiyle yaklaşmayacak çok kısıtlı bir kesim vardır türkiye'de.

    neden bu kadar yaygın? bilindik cevaplar; bilimsel yöntemleri sindirememiş bir toplumuz, üretken değiliz, meraklı ve araştırmacı hiç değiliz, kaynak yoklaması yap(a)mıyoruz. sonuçta akademisyenimiz ne ki ortalamamız ne olsun değil mi? açıp kimsenin afrika tarihi okuyacak, makale tarayacak zamanı yok; emperyalistler yaptı diyip geçiyoruz biz de.

    bir diğer bilindik cevap: basitlik. komplo teorileri genelde her şeyin teorisi mantığından işler. yani komplo teorisyeni her olay için farklı farklı aktörler aramaz, her soruya cevabı aynıdır. "onu mossad yaptı ama bunu cia yapıyor, bununla mossad'ın bi alakası yok" demez. zaten örgütlerin, devletlerin, lobilerin ve uluslararası kuruluşların nasıl işlediği hakkında pek bilgi sahibi olmadığından "hepsi aynı işte" ilkesinden devam eder: "bunu mossad, cia, yahudi lobisi, masonlar ve ingiltere yaptı. hepsi yaptı işte."

    bunlar bilindik şeyler, zaten eminim yazılmış çizilmiştir. ama şu soru önemli: düşünsel fakirlik ve tembellik bizi neden uzaylılara değil de "batı"ya götürüyor? burada, benim fikrim gelişmekte olan ülkelerde komplo teorilerinin aşağılık kompleksinin üstesinden gelme görevini de gördüğü yönünde.

    yani bu ülkelerde batı'ya karşı bir yenilmişlik hissi var. özellikle kolonyal dönem yaşamış ülkelerde bu biraz daha fazla. bu da kendini üç şekilde dışa vuruyor;

    1. ahlakçılık (onlar bizden x, y, z konularında üstün olabilir ama bizim ahlakımız var.)
    2. muhafazakarlık (dün biz güçlüydük onlar zayıftı, demek ki eskiden doğru yapmışız, eski günlere dönmemiz lazım.)
    ve
    3. komplo teorisi (biz doğal sebeplerden geri kalmadık, bizi hilelerle geri bıraktılar / istesek başarırız ama önümüzü kesiyorlar.)

    komplo teorileri aslında başarısızlığa bahaneler bulan rahatlatıcı bir mekanizma olarak işliyor. fakat sıkıntı şu ki sorunu yok etmek yerine gizliyor, bu da sorunun gizliden gizliye daha da dallanıp budaklanmasına sebep oluyor. bu anlamda sağlıksız bir ilaç gibi.

    yani bir yandan batı'ya karşı hissedilen aşağılık duygusu, başarısızlığa bahaneler bulunarak üstünkötü rahatlatılırken; aynı şekilde bulunan bahaneler aslında batı'yı yücelten bahaneler olduğundan aşağılık duygusunu körüklüyor.

    mesela kocaeli depremini ele alalım; japonya'da bu şiddette depremlerde çok az kişinin canı yatarken bizde felakete sebep oldu. neden? (1) yozlaşmış politikacılar (2) denetimsizlik (3) altyapı eksikliği (4) bilinçsizlik vesaire vesaire. bu işin doğal açıklaması. bir de komplo teorisine bakalım; kalkınan ve güçlenen türkiye'yi kıskanan amerika, haarp teknolojisini kullanarak fay hattını tetikledi.

    şimdi ne yapmış olduk?

    1. görünürde aşağılık duygumuzu hafiflettik (biz ortalama üstü bir depremde götü kaykılacak bir ülke değiliz, işin arkasında başka şeyler var.)
    2. şuuraltında aşalağılık duygumuzu körükledik (abd öyle bir ülkedir ki istese kıta kaydırır, fay hattı kırar; biz onun yanında neyiz ki?)

    burası tabii sonsuz bi kısır döngü. kendimizi çaresiz ve zavallı hissettikçe komplo teorilerine sığınıyoruz ama komplo teorileri bize kendimizi daha çaresiz ve zavallı hissettiriyor. en sonunda bazı örgütlere/ülkelere/lobilere/kuruluşlara esma'ül hüsna'dan isimler yüklemeye başlıyoruz. zaten bu yüzden deus ex machina demişler değil mi?
  • bütün bu wtc olaylarını özel efektlerle sırf reklam olsun diye yapılıyor, yakında yeni bir film* girecek alemlere..
hesabın var mı? giriş yap