• buram buram bir zeki demirkubuz filmi.

    dünyada ne kadar mutsuz insan varsa hepsi için ayrı bir film çekebilirsiniz. mutlu insanlar için çekebileceğiniz filmlerse birbirinin aynı olan romantik komediler gibidir, iki gün sonra hiçbirini hatırlamazsınız. zeki demirkubuz filmlerini birbirinin aynı bulmanız sadece fütursuzca bir çıkarımınız olmakla kalmaz, sizin sığlık seviyenizi de gözler önüne serer, yüzeyselliğinizi bu kadar cesurca sergilemek istemiyorsanız bunu yapmamanızı tavsiye ederim.

    ben her zaman olduğu gibi yine koşarak izledim -bana göre yıllar geçtikçe demlenen- demirkubuz'un son filmini.

    benim için filmler, izlerken mısır patlağı yenebilen ve yenemeyenler olarak ikiye ayrılır. bu açıdan salonun boş olmasına üzüldüğümü söyleyemem, çünkü birazdan izleyeceğimizin kart kurt mısır patlağı yiyerek ve gulp gulp kola içilerek izlenebilecek bir film olmadığının bilincindeki bir avuç insanla birlikte rahat rahat izleyebildik böylece.

    akşam sokaktan geçerken dışarıdan görülen her pencere birbirinin aynıdır, kiminden sarı ışık süzülür kiminden beyaz, belki de tek fark budur. oysa ki o perdelerin ardında neler yaşanmakta, kimler kimleri aldatmakta ve kimler aldatılmaktadır, kimler bunun farkındadır ve kimler değildir bilemeyiz. işte o perdelerin içinden geçip o evleri izliyoruz bu filmle. sanırım ondandır kameranın mutlaka bir şeylerin ardına gizlenmesi, bazen bir kapı aralığından bazense duvarın kenarından, bir televizyonun camındaki yansımadan bize göstermesi içerde olup bitenleri. bu açıdan filmi çok sevdim. sanki orada değildi kamera ve biz üçüncü bir göz gibi, bir meraklı komşu gibi, kapı dinleyen bir çocuk gibi izliyorduk olan biteni. bazen başrolde bir zamanların meşhur reklam sloganında olduğu gibi bir "saba renkli televizyon" vardı, bazense iki duvar arası.

    kapılar yine kapanmıyordu bazen, pencereler yine tık diye açılıveriyordu diğer filmlerinde olduğu gibi yönetmenin. ve yine kader filminde otelci irfan'ın izlediği televizyonda nasıl ki masumiyet görünüyorduysa, bu sefer de ailenin izlediği filmde yazgı'dan bir sahne görünüyordu.

    beşiktaşlılığından ödün vermeyen biri olduğunu bildiğimiz demirkubuz'un, baş karakterlerden emine sokakta yürürken arkadan görülen "beşiktaş halkın takımı" yazısını da tesadüfen göstermediğini elbette fark ediyorduk.

    bir şeyleri eleştirmek gerekirse repliklerin yapaylığından bahsedebiliriz. çok kitabî bir dille (ya da o sosyal statüdeki birinin kuramayacağı cümlelerle diyelim) yapılan konuşmalar, diğer filmlerinde olduğu gibi bu filminde de kulaklarımı tırmaladı demirkubuz'un, yalan yok. mesela yıllar geçse de bekir'in karadeniz'de bir otel görevlisine söylediği "bakın ne demek istediğinizi çok iyi anlıyorum fakat..." diye başlayan cümlesinin hâlen kulaklarımı tırmalaması gibi...

    ikinci bir eleştirim filmdeki alkollü sahnelerden sonra karakterlerin araç kullanmasına olabilir. bu beni biraz rahatsız etti ama gerçek hayatta da bunlar yok mu, var. bu karakterler de alkollü araç kullanmama hassasiyetini gösterebilecek karakterler değilmiş diyelim. bu açıdan bir eleştiri bile sayılmayabilir.

    filmde üç kor düşüyor, biri emine'yi uzun bir aradan sonra yeniden gören ziya'nın içine; diğeri ziya'nın ilgisinden dolayı kendisini ona borçlu hisseden ve kocasını aldatan emine'nin içine; sonuncusu da şüphe içinde yaşayan fakat ailesini terk etmiş olmanın verdiği eziklikle başına gelen her şeyi hak etmiş olmanın gurursuzluğu içinde kendini yiyip bitiren cemal'in içine. bize bu korları o karakterlerin arkasındaki elektrikli ısıtıcılarla veriyor sanki yönetmen. dikkat edilirse neredeyse her mekanda bir elektrikli ısıtıcı olduğunu ve karakterlerin ardında turuncu bir kor halinde yandığını görebilirsiniz.

    filmin sürprizlerinden biri çağlar çorumlu olmuş. onu görmek, sıkı bir demirkubuz hayranı olan herkesi mutlaka kader filmindeki kahvehâne sahnesine götürmüştür. filmin havasının bana genel olarak kader'i çağrıştırdığını da söylemeden edemeyeceğim, o açıdan da çok sevmiş olabilirim, aynı tadı verdiği için. mesela o duvar kenarındaki küçük masada yapılan kahvaltı, o yokuşlu sokaklar, o okey sahneleri ve kahvehane kültürü. (filmin bazı sahnelerinin yönetmenliğini yasujiro ozu'nun yaptığı 1948 yapımı "kaze no naka no mendori" filminden esinlenildiğini de söylemek gerek. bunu yönetmenin kendisi de gizlemiyor zaten.)

    en sevdiğim sahne; günlerdir eve gelmeyen eşiyle konuşmak için onun işyerine gelen emine'nin konuşma sonrasında merdivenlerden inişini gösteren uzun sahneydi. kameranın yukardan aşağıya doğru yavaşça inmesiyle biz attığı her adımda biraz daha aşağıya inen -sanki karakter olarak da film boyunca biraz daha alçalan, aşağılaşan- bir kadını izledik. o yavaşlık, kadının her adım sesi ve kameranın açısı gerçekten çok hoşuma gitti. dipnot olarak oyunculukların çok başarılı olduğunu da eklemezsem haksızlık olur.

    ve zeki demirkubuz filmlerinde asıl sevdiğim şeye geliyorum ki bu filmde de vardı: bir leğen dolusu su düşünün, onun içine bir taş attığınızı, bir taş ve bir taş daha attığınızı, sonra leğeni sağa sola çekiştirdiğinizi, salladığınızı ve yerinden oynattığınızı düşünün. o leğendeki su elbette çalkalanacak ve elbette bir kısmı dışarı dökülecek bir kısmı taşacaktır. etraf ıslanacak ve leğendeki su çalkalanmaya devam edecektir. demirkubuz'un filmleri o leğene atılan taşlardan, o leğenden dökülen sulardan, o leğende kalanlardan ibarettir. o filmlerdeki hayatlar o leğendeki su gibi çalkalanır, dalgalanır ve safralarından kurtulurcasına yavaşça durulup durgunlaşır. kalan su da yaşamaya devam etmek ve umuttur, normalliktir, asıl yaşamın ta kendisidir.

    tamam sen bunları yaşadın, hepsi geldi geçti, şimdi önüne bak ve yaşamana devam et demektir o su.

    film de onca dalgalanmadan sonra rayına oturan hayatlarla devam ediyor.
    belki daha kötü şeylere gebe bir hayat yaşanacak belki de daha umut dolu.

    orası size bırakılıyor.

    ben umudu seçiyorum...
  • bu filmde ispanyolca çizgi film izleyen bir çocuk ve türkiye'deki hava durumunu japonca izleyen bir tekstil atölyesi ustası baba var. film gaziosmanpaşa civarında geçiyor.
  • klasik bir hikayeyi baştan sona düşmeyen gerilimle anlatmayı başarmış, güçlü oyunculuklarla çok başarılı bir zeki demirkubuz filmi. yönetmen yine merkezine insanı alarak onun yalnızlığını, duygularını, tutkularını işliyor. duygu ve arzularının peşine düştüğünde de insanın bedel ödemesini, acı çekmesini, suçluluk duymasını, vicdanıyla hesaplaşmalarını irdeliyor.
    --- spoiler ---

    tekstil atölyesinde çalışan bir çocuk annesi, genç ve güzel emine kendisi gibi tekstil işçisi olan kocası cemal'in önce kendi atölyesini açıp batırması sonra da çalışmak için romanya'ya gitmesi nedeniyle yalnızdır, sahipsizdir. eşinden uzun süredir haber alamadığı gibi küçük çocuğunun kalbi deliktir ve ameliyat ettirecek parası yoktur.

    bir vesileyle karşılaştığı eski patronu ziya eskiden beri aşık olduğu emine'ye destek verir ve başarılı bir ameliyat sonucu çocuk sağlığına kavuşur. ziya'nın bu gayet samimi görünen yardımları, ''yalnız'' emine'nin de ondan etkilenmesini sağlamış ve ikili cinsel anlamda da eşiği kırmıştır.
    her şey toz pempe yolunda giderken bir gün cemal çıkagelir ve gidişat sarpa sarar, hayatlar etkilenir.
    cemal'in ilk işi, çocuğun ameliyat edildiğini öğrenince, ameliyat için ödenen on altı bin lirayı nereden bulduğunu sorduğu emine'yi yumruklayarak çok sert şekilde dövmek olur.
    emine'nin hayatındaki erkelerden biri öldüresiye dayak atacak kadar nobran iken diğeri gerçekten aşık ve tüm kibarlığıyla emine'nin üzerine titremektedir. durumunun çaresizliği zaten sessiz olan emine'yi daha da içine kapatmıştır. bu da cemal'in şüphelerini tetikleyen bir işlev görmektedir.
    cemal aşırı gururlu, sınıfının kalıplarını kırmak isteyen, patron olmayı arzulayan ve deneyip başarısız olan biridir. bu başarısızlığında öteden beri karısına aşık olduğunu bildiği patronu ziya, işlerine taş koyarak etkili olmuştur.
    cemal güçlü olduğunu hissettiğinde kendi sınıfından insanlara çok acımasızdır. hata yapan kadın işçiye attığı küfürlü hakaretli fırça patronu bile vicdanen rahatsız edecek derekededir.
    emine de kocası da yalnızdır esasında. yönetmen, her ikisine de farklı zamanlarda evlerine giden yokuşu çıkarken arkalarına dönüp arka planda akan trafiğe ve şehrin bireyin tepesine heyula gibi çöken uçsuz bucaksız ışıklarına uzun uzun baktırırken her ikisinin de koca şehirde yaşadığı yalnızlığı ve omuzlarındaki kaldıramadıkları yaşam yükünü betimlemek ister gibidir.

    üç çocuk babası patron ziya ise oldukça kibar, anlayışlı ve gerçekten aşıktır. emine'ye sahip olduğu için kıskandığı cemal'in başarılı olmasını engellemiştir. karısıyla boşanacak, cemal ile de açık açık konuşup emine'ye kavuşacaktır. fakat bu arzusu gerçekleşmez, çünkü gerçekler ve vicdanı duygularının önüne geçer. bunda gördüğüm kadarıyla iki unsur etkili oluyor. birincisi; boşanma aşamasında olduğu karısının ofise gelip ağlayarak bunu kendilerine neden yaptığını sorgulaması ki bu cümleden sonra ziya uzun uzun dalıp gitmiştir boşluğa bakarak. ikincisi ise ortağının, emine'yi kastederek böyle kadınların insanı altına alacağı o yüzden fazla kaptırmaması yönündeki uyarısıydı. bu iki konuşma ziya'yı kendine getiriyor fakat emine'ye dürüst davranmıyor. hiç bir şey değişmemiş gibi davrandığı emine'ye cemal'den boşanması telkininde bulunurken sözüm ona konuşmak için yemeğe davet ettiği cemal'in, evine, karısına dönmesini sağlıyor.

    boşanmaktan vazgeçtiğini açıklarken cemal'e söylediği şu mealdeki sözler ziya'nın geldiği noktayı gösterir niteliktedir: ''yeniden denemeye karar verdik. nasıl boşanacaksın, üç çocuk bir de kadını öylece ortada bırakamıyorsun. bir yanda vicdanın, diğer yanda çevre baskısı, öte yanda gerçeklikler...''

    cemal'le konuşarak boşanmasını kolaylaştırması gereken ziya, dürüst davranmayarak haftalardır atölyede yatıp kalkan cemal'i eve geri gönderirken bir de zamansız ölünce emine için her şey anlamsızlaşır ve intihar çözüm olarak gözükür.
    o noktada karısının ilaç içerek intihar ettiğini gören cemal'i 112'yi aramasına rağmen ambulans istememeye iten hatta karısını can çekişir halde bırakıp arkadaşıyla içmeye gitmesini sağlayan motivasyon intikam duygusudur.
    acılar çekilmiş, vicdanlar kanamış, bedeller ödenmiş ve emine için de kocası için de kurulu düzeni bozacak neden kalmamıştır. emine kendi içsel yalnızlığına dönecek, cemal kırılmış gururuyla, hiç bir şey olmamış gibi yapmak zorunda kalacağı yuvasına dönecektir.

    --- spoiler ---
    oyucular için parantez açmak gerekirse aşk üçgenini oluşturan üç oyuncu da çok çok iyilerdi. taner birsel, aslıhan gürbüz ve bilhassa da caner cindoruk filmin vermek istediği duyguları layıkıyla vererek derinliğe katkı sağlamışlar.
  • --- spoiler ---

    kıskanmak, yeraltı ve bulantı'dan sonra seninle tekrar barıştık zeki demirkubuz.
    işte şu detayların yüzünden:

    | henüz hava aydınlanmamışken çalan alarmla uyanan karı koca, kocasını işe yollayan kadın

    | yine bir klasiğin televizyonda döndürdüğün haberler, aldatan karısını öldüren adam haberleri ile bize mesajı önceden vermen

    | iş çıkışı evine elinde poşetiyle giden kadın figürü, poşette gözüken kola ki muhtemelen çocuğu için almıştır, arkada akan trafik. bol dönemeçli, şekilsiz ve uzun mahalle yollarının özellikle o kıvrımlarını bize göstermen, bir şehrin, bir zamanın bütün mutsuzluğunu ufak görüntülerle bize göstermen, ekrandan bize akıtman

    | o televizyoun şekli, o yemek masasının boyutu ve duvara dayanması , mutfakta demlenen çayın ateşi

    | ve hele hele bir sahne vardı ki, filmin bence en üst noktasıydı. her şeyiyle park sahnesi. aslıhan gürbüz'ün o an iltifata layık güzelliğinin görüntüyle yakalanması, ardından o bankta gerçekleşen iltifat ve tepkisizlik, arka planda devasa bir yol, bütün bunlar yaşanırken o yolda yürüyen bir siluet. yemin ederim tüylerimi ürperten bir sahneydi. o devasa yolun arka plana konması.. şehirlerin ve insanlığın sözde gelişiminin, ilerlemesinin ve büyüklüğünün ifadesi olarak ürpertici bir şekilde arkada gözükmesi ve üzerinden tek başına yürüyerek geçen üşüyen bir insan. şehrin içinde tek başına yürümek zorunda olan insanlar. ve aynı anda ön tarafta bir evliliğe, bir ilişkiye, bir aldatmaya , bir insana yakından bakma fırsatı. beraberler ama yalnızlar. bu şehirlerde yaşayan yeni çağın yeni insanlarının türkiye modellerinin içine düştüğü anlamsızlığı bir sahne bu kadar güzel anlatabilirdi. sen çok yaşa üstat. mutsuzluğu göstererek bana mutluluk verdin resmen.

    --- spoiler ---
  • yönetmeni zeki demirkubuz, ön gösterim öncesi salona hitap ederken "film 145 dakika ama emin olun 80-90 dakika gibi geçecek, evet filmde uzaklara bakışlar var fakat başkalarınınki gibi değil" diyerek herkesi güldürmüştür.
  • kocasının evde sigara içmesine izin vermeyen emine'nin ziya abisine vermesini anlatan film.
    pek çok demirkubuz filminde gördüğümüz detaylar ve temalar bu filmde de mevcut. film diğer demirkubuz filmleri gibi fazla istanbula ait.
    belki anlatı için zahmet olacak ama insan demirkubuz'un aktardığı yalnızlıkları, sınıf farklarını ve kış mevsimini farklı şehirlerde de görmek istiyor.
  • güzel film... güzel film... film boyunca o gerginliği üzerimde hissettim.

    benim dikkatimi en çok çeken şey çocuktu. onca yaşam mücadelesinin, angaryanın ve ebeveynlerin kişisel meseleleri içinde çocuk kayboldu. hatta emine'nin intihara teşebbüs ettiği sahnede cemal kahveye giderken son kez çocuğa bakıyor, çocuğun annesini o şekilde görürse vereceği tepkiyi, çocuğun yalnız başına kendine verebileceği zararı önemsemeden kapıyı çekip gidiyor. bir yerden sonra çocuk onların hayatında resmen önemsizleşmeye ve yük olmaya başlıyor. hatta kendileri bile birbirlerinin hayatında önemsizleşmeye ve yük olmaya başlıyorlar.

    emine ve cemal öylesine kendi dertlerine ve kişisel meselelerine boğuldular ki kimseyi görmemeye başladılar ve bu olay giderek şiddetlendi. her ikisinin de bakışları, konuşmaları hepsi değişti. maalesef her insan özünde bencildir, içinde ufacık bile olsa bir bencillik vardır.

    dikkatimi çeken diğer şey ise; filmin final sahnesinde cemal'in saç havlusuyla her yerini kurulaması. adam saçı hariç her yerini kuruladı o havluyla taşaklarına kadar.

    seks sahneleri de bir acayip, belki zeki demirkubuz filmlerinde böyledir ben daha önce dikkat etmedim ama o nasıl bir sevişmedir? çivi mi çakıyosunuz lan? mancınıkla top mu atıyorsunuz? yanlışıkla kayıverse adamın siki kırılır mazallah.
  • zeki demirkubuzun en büyük hatası; kader, masumiyet ve yazgı gibi filmler yapmasiydi. çıtayı öyle yukarı çıkardı ki ortalama üstü yaptığı filmler bile begenilmiyor artık. fena film değil ama kader'i izleyen bir bünye için normal bi film sınıfına giriyor.
  • "kubernetes orphaned resources" , bir kubernetes clusterinda kullanilmayan resourcelari bulmaya yarayan tool.

    https://github.com/yonahd/kor
  • bulantı fiyaskosundan sonra olmuş filmdir kor. karakterlerin içinde filmin sonuna kadar yanan bir kor var. bunu yer yer mekanların muhtelif yerlerindeki kor gibi yanan ısıtıcılar, çoğu kere de karakterlerin birbirleriyle olan yapmacık, doğallıktan uzak diyaloglarında görmek mümkün.

    ancak, zeki demirkubuz'un tüm filmlerini izlemiş, üçüncü sayfa, itiraf ve kader gibi çıtayı aşmış filmlerinden sonra gördüm ki yönetmenin çizdiği karakterler bir türlü kadın-erkek ilişkisini aşıp da derinleşemedi.

    nuri bilge'nin karakterleri derin karakterler. mesela kış uykusu'nda hemen hepsinin yaşamakla, tanrıyla, inanmakla.. bir takım problemleri varken zeki demirkubuz'un karakterleri hala hep aynı, hep sığ ve hep sıkıcı.

    mesela bergman der ki: "hep eugene o'neill'in sözünü anıyorum: insanın tanrı ile olan ilişkisini ele almayan tüm yapıtlar önemsizdir."

    son olarak filmdeki bir sahneye dikkat çekmek istiyorum.

    --- spoiler ---

    emine'yi intihar etmiş halde bulan cemal 112 acil'i arar. telefondaki görevli buyrun dedikten sonra, cemal karım intihar etmiş, ambulans gönderin diyemez. çünkü o kadar gururludur ki, karısı orada ölüme yürüken bile bunu söylemeyi kendine yediremez.

    --- spoiler ---
hesabın var mı? giriş yap