• sefillikmiş. dün anneannemin köyünü ilk kez ziyaret etme şansı buldum, trakyalıdır kendileri. köy doğa olarak muhteşem bir yer. şehirde doğup büyümeme rağmen ailemin her iki tarafı da köy kökenli olduğu için acayip bir köy aşkı var bende. insan ahır ve tezek kokusunu özler mi? benim gibi özleyen insancıklar var.
    neyse buğday tarlası, erik, dut diye kendimi kaybederken bu arada bir çok başka şey daha dikkatimi çekti. sürekli hayvanlara odaklı biri olarak ilk farkettiğim köydeki hayvanların sefaleti oldu. biz şehirde bir kap mama bir kap su koyuyoruz, buradaki sokak hayvanları çok lüks yaşıyormuş, köydekiler berbat durumda. "insanlar neden bir kap yemek artığı bile koymaz ki?" derken nihayet onların sefaletini de gördüm. mesela pırasa yetiştirmesi pek zahmetli bir şeymiş ama şu ara türkiye'deki bütün çiftçilerin şikayet ettiği gibi, orada da insanlar "biz uğraşıyoruz, gece gündüz çalışıyoruz ama kazanan biz olmuyoruz" diyor. pırasa yetiştiren teyze, seneye artık pırasa ile uğraşmayacağını, değmediğini söyledi. çocuklarının hepsinin şehirde yaşadığını söylememe gerek var mı bilmiyorum. aynı teyzeye birisi cins bir horoz hediye etmiş. "normalde 25 tl, biz alamazdık bunu" diyor. mazot pahalı, tarım ilaçları ithal, bunlara para yetiştiremiyorlar. çok yaşlı başka bir teyze gördüm. romatizmadan deforme olmuş elleri, her şeye rağmen şen şakrak güler yüzlü. tedavi edilebilse idi elleri öyle mi olurdu diye düşündüm, cevap bulamadım. bunlar benim bir kaç saat içinde gördüğüm şeyler, burası muhtemelen türkiye'nin nispeten iyi durumda olan köylerinden biriydi.

    tarım bitiyor, hayvancılık bitiyor. tarım arazilerine 25 katlı siteler dikiyoruz. bu kadar verimli topraklara sahip bir bölgede tarım ve hayvancılığı bu derece rezil bir noktaya getirmeyi başarmak her millete nasip olmaz. gururlanmalıyız kendimizle.

    diktiğimiz gökdelenlerin tadı nasıldır acaba? böyle giderse onları yemek zorunda kalabiliriz.
  • küçükken, herkeste olduğunu düşündüğüm yer.

    anneannemler de, babaannemler de köyde yaşıyor. anneciğim ile babacığım, ve onların kardeşleri de köyden kente geçen ilk nesil. her yaz tatilinde, köye giderdik. yaz tatili demek, köy demekti.

    insan çocukken, herkesin kendisi gibi bir hayatı olduğunu sanıyor.

    küçükken, herkesin anneannesi ile babaannesi ve dedeleri köyde yaşar sanıyordum. ilkokuldayken bir arkadaşıma ''yaz tatilinde ne yapacaksın?'' diye sormuştum:

    - anneannemlerde kalacağım.

    - köye gideceksin yani, ne güzel.

    -yoo köyde değil, bizim evin yanındaki mahallede.

    o an nasıl şaşırdığımı anlatamam. çocuk zihnimde nasıl da fırtınalar kopmuştu:

    -köye gitmiyor musun hiç?

    -bizim köyümüz yok ki.

    ''nasıl yani? nasıl köyün yok. anneannen köyde yaşamıyor mu? hiç mi köyün yok?''
  • köy, bok kokusunun en güzel olduğu yerdir.
  • köy dernegi vasitasiyla dogrudan demokrasinin uygulandigi tek yer.. temsili demokrasiden sikayet edenlerin koy yasaminin-insaninin huzur ve duzenini ozellikle incelemesi gerekir.. köy halki; yildizlari izleme, sessizlik, kendini dinleme anlaminda kendi basina mutludur belki ama toplumsal anlamda ayni sey gecerli degildir.. sehir hayatinda gorulmeyecek kadar kavgalar, kuslukler, kan davalari gorulur koylerde.. ama disaridan gelenlere karsi olan utangacliklarindan ya da farkli yasamlarindan olsa gerek, sehirlilere genelde melek gibi gorunurler..

    ne zaman koye gitsem, koylulerin yaz kış kazak giymeleri dokunur bana, cocuklarin o utangacliktan insanin yuzune bakamamalarina, konusamamalarina uzulurum.. ozellikle gecelerin sessizligine, yer yataklarina, oda kapilarinin mekanik acma-kapama duzenine, kirecli duvarlarina, yaslilarin kat kat burusuk tenlerine hayran olurum..

    pozitif hukukun mevzu hukuk disinda kalan orf ve adet kismini genelde koyler ortaya cikarir.. gelenekler cogu zaman kanundan bile daha onemlidir koylerde.. yaslilarin yurudugu yolun onunden gecemedigimizi hatirliyorum mesela yada toplantilarda, aksam oturmalarinda konusamadigimizi.. ne olursa olsun koyde cocuk olmak sehre gore kiyaslanamaz bile.. hele de ormanlik bir dag koyundeyseniz..

    ayda yilda bir gelen veterinerin sığırlara igne yapmasi icin çatılan agaclar, toplanma ve oyun alaniniz olur.. mantar toplamaya cikabilirsiniz yagmurlardan sonra ya da baharin gelisiyle cigdem aramaya, ardic toplamaya gidebilirsiniz.. sapanla kus avlamak, misir sapindan tufek, sogut dallarindan ok ve yay yapip yarismak, baskasinin bahcesine gizlice girip erik, elma, ceviz toplamak sehirde yapilamayacak aktivitelerdir ama cocukken bunlarin ve koyun kiymetini bilemezsiniz.. cocukken uzaklastiginiz hersey gibi koylerde gun gelir sizi ceker, ozleminiz olur..

    öle.
  • okşizen bol oldugu için bünye o2 ye doyar ve erken kalkarız köyde.
  • kesinlikle aile ile vakit geçirilecek bir yer değil. tek başınıza mümkün görülebilir ama evde sizden başka birisi veya birileri varsa seher ve kuşluk vakti öten kuşlarına, dağlardan tepelerden ta evinizin önündeki oluğa kadar gelip şırıl şırıl akan soğuk suya rağmen çekilecek yer değil.

    not: işbu entry, köyden yazılmakta.
  • mesnevi'deki bir hikayede bir köylü, kendisine çok yardımı dokunan bir taciri köyüne davet ediyor. tacir gitmek istemiyor. çünkü:

    "köye gitme; köy, adamı ahmak yapar; aklı nursuz ve cansız yapar.

    ey seçkin kişi! peygamberin sözünü dinle:'köyde yerleşmek, aklın mezarıdır.'

    kim bir gün ve gece köyde kalsa, bir aya kadar aklı tamam olmaz."

    katılıyorum. ben de köyleri ölümcül derecede sıkıcı buluyorum. o sıkıcılıkta insan başka insanların hayatına sarar, tüm çirkinlikler de bundan doğar.

    yaşasın kimsenin kimseyi tanımadığı ve umursamadığı şehirler.
  • dedemin penceresinden karanlık gökyüzüne bakıp sigara içiyorum. yıldızlar ve ay, şehir ışıklarından arınmış olduğundan çok daha net seçiliyor buradan. ince bir yel, burnuma 700 metre kadar solumdaki ahırdan tezek kokusunu ulaştırıyor. bir hayvanın iniltileri duyuluyor sonra. muhtemelen bir inek. uzaklarda bir köpek uzun bir havlamayla karşılık veriyor ona. ben de sigaramın külünü yere çırpıyorum o sıra. düşünüyorum, dedem de benim gibi bu yıldızlı göğe bakarak kaç sigara içmiştir diye.

    yaz gelmek üzere artık. kuşlar geceleri de ötüyorlar. teyzemlerin bahçesindeki kavaklar ben kendimi bildim bileli varlar. boyları on metreye yakın. sessizce tarihe tanıklık ediyorlar. bir keresinde bir abim "zamanın nasıl geçtiğini anlamak istiyorsan ağaç dik." demişti. şimdi anlıyorum ne demek istediğini. fakat ağaç dikmedim ben henüz hiçbir yere. yüzleşmeye hazır değilim, akıp giden zamanla.

    geçen gün bir cenaze getirdiler hastanenin morguna. bana komşu olan evde vefat etmiş bir adamın cenazesi. 72 yaşında. nöbetçi adli tabip korkmuş covid-19 için sürüntü almaya. benden rica etti. köylümdür ne de olsa dedim, ben aldım. negatif gelmiş. derin bir nefes aldı yakınları, sanki adam ölmemiş gibi.

    gün batıyor. geniş avlunun orta yerine katlanabilen sandalyemi açmışım. hava rüzgarlı ama üşütmüyor. ömrümde ilk kez meyve ağaçlarını suluyorum. bazı ağaçlar kurumak üzereler susuzluktan. onlara daha çok su veriyorum. bahçede dolaşırken elime kesilmiş bir kavak ağacının kuru dalı geçiyor. sandalyeme oturup arabamdaki çakıyla dalı yontmaya başlıyorum. başlarda iyi gidiyor, sonra birden çakı elimden kayıp işaret parmağımı kesiyor. lineer uzanımlı bir abrazyon bırakıyor. parmağımı peçeteye sardıktan sonra kendime durum bildirir geçici hekim raporu veriyorum. rüzgar şiddetini artırıyor. çam ağaçlarından düşen kurumuş dikenler ara sıra uçup ceketime konuyor. daha çok ağaç var sulanacak. bu gibi işlere erken başlamak lazım geldiğini anlıyorum. yine de sulayabildiğim kadarını sulayacağım hava kararmadan. içerde sobam yanıyor. çarşıdan kömür almıştım. en iyi kombiye taş çıkarıyor. "ithal" dedi kömürcü. gavurun kömürü bile bizimkinden iyi yanıyor. kurumuş kavak dalını bir kenara attım şimdi. parmağımı yaralamasam devam edecektim yontmaya. şimdiyse onu sobada yakmayı düşünüyorum. hem ne işim olur benim çelik çomakla? sanki ağaçlara hiç bu kadar yakından bakmamışım gibi tomurcuklarını ya da çiçeklerini görünce hayrete kapılıyorum. bazısı çok çiçek açmış ama onlara yaklaşınca bir arı kovanına yaklaşmış gibi vızırtı başlıyor kulaklarımda. ee güzelin talibi çok olur. fazla sokulmamak lazım. benim de taktiğim hep bu olmuştur.

    tanım: bir süredir içinde yaşadığım.
  • doksan model torosumuz krem rengiydi fakat ruhsatta bej yazıyordu. aynı şeymiş, çocuklukta farklı kelimeleri aynı yere çıkarmak hayli güç oluyor. ağustos ayı gelir gelmez babam yıllık izne ayrılırdı ve köyümüzün yolunu tutardık. karadeniz’in yılan gibi kıvrılan dar yollarında yavaşça ilerler bir yandan da radyodaki musa eroğlu’na kulak verirdik. sekiz yaşında bir çocuk "mihriban" türküsünü niye sever ki? doksan model toros tüm bıkkınlığıyla tepeler aşarken alnımı cama dayar geçtiğimiz evlerin, fındık bahçelerinin kışın nasıl olduklarını düşünürdüm.

    köy güzeldi. inekler vardı bir kere, sonra tavuklar vardı. ne zevkli olacaktı henüz üzerinden yeni kalktıkları sıcak yumurtaları almak. her seferinde sıcak yumurtayı yanaklarımda gezdirirdim de babaannem "bırak sürme oğlum yüzüne, tavuğun götünden çıktı o pistir" derdi. bir tavuk ne kadar pis olabilir ki diye düşünemezdim o zamanlar ama devam ederdim sürmeye. sıcacık olurlardı çünkü. annemle babam ön koltuklarda oturmuş kavga ederlerdi. annemle babam birbirleriyle kavga etmek için evlenmişlerdi galiba.

    çoğu yerin altındaymış ve çatısının ağırlığından eziliyormuş gibi duran tek katlı evin önüne geldiğimizde tanıdık bir mutluluk sarardı ruhumu. ahşap pencerelerden sızan solgun ışığı izlerken bir anda verandanın sarı ışığı yanıverir ve dedemle babaannem gülerek açarlardı kapıyı. ellerimizde çantalar, güzel günlerin eşiğinde duran mutlu insanlar gibi gülümserdik birbirimize. dedemin ve babaannemin buruşuk ellerini öperken toprak kokusunu çekerdim içime. yazın ortasında kütür kütür yanan kuzinenin çevresine oturur halimiz hatırımızı sorardık birbirimize. kuzinenin üstünde ineklerin yiyeceği yal kazanı, içindeki mısır koçanları, karpuz kabukları, elma ve armut çürükleri, mısır unu ve daha birçok yiyecek artığıyla kaynayıp dururdu, yanındaki ibrikten arada bir su ilave ederdi babaannem. her şeyin bıraktığımız gibi olmasına şaşardım…

    rüzgâr kadife dokunuşlarla tenimi okşarken sonsuzmuş gibi gelen köy yollarında, harmanlarda koşturup durur sırılsıklam oluncaya kadar terlerdim. günler üçer beşer geçmeye başlardı yine de fark etmezdim zamanın kahredici hızını. akşam eve döndüğümde babaannemle karşı dağlara bakan pencereden dünyayı izlerdik. karşı tepelerde yanan ışıkların kararan havayla daha çok parlamaya başlamaları, çekirge seslerinin yoğunluğunu da beraberinde getirirdi. uzak yerleri düşünmezdim o zamanlar, çünkü olduğum yer en uzak yerlerden daha güzeldi. tertemiz gökyüzüne tertemiz gözlerle bakmanın dünyanın en büyük güzelliği olduğunu da bilmezdim. her şey olması gerektiği gibi olurdu. karanlığın içinde yanıp sönen kiraz böcekleri, guguk kuşlarının derinlerden gelen sesleri, gülümseyerek dünyayı izleyen ay.

    “beni bir okusana babaanne” derdim arada bir. eüzübesmelesini sesli gerisini fısıltı olarak duyduğum duaların ardından yüzüme üflemesini, her üfleyişten sonra uzun esneyişlerini, yaşaran gözlerini, en sonunda da tü tü tü diye tükürerek; “kalk silkelen de dökülsün nazarlar” deyişini büyük bir merakla ve içten içe gülerek izlerdim.

    sonra biterdi yaz. çocukluğun evrensel sorunu olurdu zaman kavramı. yazların bu kadar kısa oluşları çok saçmaydı. ağustosa dönüp dönüp bakardım. gözden kaçmış olmasındı sakın. yine toros’un arka kapıları kışa açılırdı, binip o uzak ve küçük ilçeye dönerdik. geçen yaz da rüya oluverirdi bir anda. yıllar geçtikçe de her şey hatta gelecek bile rüya olmaya başladı. büyümek rüyaya bürünmekti belki. belki de gerçek; içinden geçilen rüyalardı. her şey bir yana büyümek kötü, çok kötü hem de…
hesabın var mı? giriş yap