• 20 haziran 2006 roger waters istanbul konseri'nin performansıyla belki de en fazla hatırlanacak parçası, o nasıl çizimlerdir o nasıl bir yaratıcılıktır..
  • 20 haziran 2006 roger waters istanbul konseri'nin en can alici performansiydi. gerek arka plandaki cizimler, gerekse o cizimlerle birlikte akan sozler, politikacilara gecirmeler, ortadogu insaninin misafirperverligi ama yuzyil boyunca kullanilmisligi... bitmeyen cilesi... 1961 yilindaki 17 yasindaki roger waters'in yasadiklarini unutmamasi ve bunu evrensel bir dille anlatmasi...
  • ozellikle bu ara daha da anlamli olan, 20 haziranda daha israil lubnana girmeden once o goruntuleri izledikten sonra simdi gazeteyi okudugunda insanin ici yanarken dilinde mirildanan sarkidir. roger waters, insanlarindan bahsederken israilin fuzelerinden bahsedilen bir dunyadayiz ne yazik ki. bu sarkiyla roger waters anilarinin huznunde dolasirken artik daha da dramatiklesti her sey. o, beyruttan ayrilirken yeniden kurulmaya baslayan sehir yine ayrildi butun guzelliklerinden. havada israil fuzeleri, gocmekte olan estetik harikasi binalar ve giderek artan can kayiplari..

    beyruttan ayrilmak icin kaftani bicti israil. ayrilirken dinlenecek sarki da roger watersdan.. yanan cigerler, dokulecek gozyaslari, sovulecek kufurler sizden..
  • şaheser. roger baba'nın ayrıca ne denli bir storyteller olduğunu gösteriyor bu şarkı. ingiliz züppenin dolmuş parasını ödeyen tek bacaklı beyrutlu arap. cidden, tırmanmak istediğimiz dağ bu mu?
  • willa ve ben, beyrut’tan ayrıldık. o doğuya, bağdat’a ve ondan geriye kalanlara doğru devam etti; bense kuzeye yöneldim, eve doğru.

    yolun kenarında bol toz yutarak, son sokak lambalarına doğru 5-6 mil yürüdüm. umutsuzca otostop çektim başparmağım ilerde, eve dönen araçların köhne geçit töreninde.

    başardım! antika bir mercedes “dolmuş”! sıradan, arap, dolmuş taksi yanaştı
    ceplerimi dışına çıkarıp omuzlarımı kaldırdım.

    -j’ai pas l’argent (param yok)
    -venez! (atla!)

    dedi arka koltuktan yumuşak bir ses…
    şöför yorgunca uzanıp iterek açtı arka kapıyı. eğilip içeri baktım; içeride iki adam oturuyordu.

    biri takım elbiseli, düzgün görünüşlü, bıyıklı, kızgın, mesafeli, gecikmiş;
    diğeri, benimle konuşan, zayıf, 50’lerinde, kel, soluk tenli, kısa kollu solmuş mavi keten gömlekli. göğüs cebinde bir tükenmez kalem. bir katip belki, biraz gömülmüş koltuğa:

    -venez!

    dedi gülerek.

    -mais j’ai pas l’argent. (ama param yok)
    -oui, oui, d'accord, venez! (tamam, tamam, anladık, atla!)

    bu insanları mı şimdi bombalamamız gerekli?
    bu insanların bize zarar verdiklerinden emin miyiz?
    gerçekten tırmanmak istediğimiz dağ, bu mu?
    yol zorlu, zorlu ve uzun
    indir şu dördünden ikisini!
    bu adam asla seni kapısından çevirmezdi

    şimdi bu insanları mı bombalamamız gerek?
    bir dağı geçerken tırmanmak istediğimiz yol, zorlu ve uzun. şu dördünden ikisini indirin!
    bu adam seni asla kapısından çevirmez…
    ah george! ah george!
    şu texas eğitimi, beynini sikmiş senin daha küçücükken.

    bir çocuk sanki el sallar gibi parmakları bir arada,
    eliyle artritli bir hareketle içeri gelmemi işaret etti
    şöför sırt çantamla beraber eski hohner gitarımı bagaja koydu
    ve yola koyulduk.

    -vous etes francais, monsieur? (beyefendi, fransız mısınız?)
    -non, anglais. (hayır, ingilizim)
    -ah, anglais..

    -est-ce que vous parlais anglais, monsieur? (ingilizce biliyor musunuz beyefendi?)
    -non, je regrette. (hayır, maalesef)

    böylece devam etti küçük sohbetimiz iki yabancı arasında,
    fransızca’sı garipti ama doğruydu, benim fransızca’msa duraksıyordu ama istekliydik konuşmaya.
    yolculuktu, hepsi hepsi bir yolculuktu… kaba bir şekilde indi geç kalmış bıyıklı ve bir kaç mil sonra dolmuş tek bir elektrik direğindeki ampulle aydınlanan bir kavşakta yavaşladı, bir u dönüşü yapıp tozların içinde durdu.

    kapıyı açıp dışarı çıktım, yardımsever adam beni izlemedi. şöför gitarımı ve sırt çantamı ayaklarımın dibine attı, teşekkürlerimi elinin bir hareketi ile savuşturup
    eğildi yeniden bagajın içine, sonra bir çift koltuk değneği ile belirdi yeniden. ve mercedes’in arka kaputuna yasladı onları, arabanın içine uzanıp arkadaşımı kaldırdı, sadece bir bacak, diğerinin olduğu yerde, pantolonu kalçasının altından tutturulmuştu iğne ile…

    -monsieur, si vous voulez, ca sera un honneur pour nous, si vous venez avec moi a la maison pour manger avec ma femme. (bayım, lütfederseniz, karım ve benim için sizi yemekte ağırlamak bir şereftir!)



    17 yaşımda, annem, tanrı onun o tatlı yüreğini kutsasın, benim yaz rüyamı gerçekleştirdi. bana arabanın anahtarlarını verdi. topukladık doğru paris’e, depolarımızı içki ve dexedrine’le doldurup… yakalandık polise antibes’te, orospular soydu bizi napoli’de, ama herkes bize iyi davrandı,
    ingiliz zıpırlardık biz… savaşı kazanmalarına babalarımız yardım etmişti
    ne için savaştığımızı tümüyle öğrendiğimizde…
    ama şimdi, ingilizler yurtdışında sadece amerikan pişekarları.. buldog artık bir fino oldu hergelenin kaldırımında şekerleme yapan.



    ma femme! (karım)
    tek bacaklı ama sapık değil. tanrıya şükür!
    sallanan lambanın zayıf ışığının altında taksi bizi bırakıp uzaklaştı. görünürde bir bina yoktu. nasıl bir cehennem!
    -merci monsieur (teşekkürler bayım)
    -bon, venez! (peki, hadi takip et!)
    yüzü keyifle kırıştı ve önüm sıra yola koyuldu. acılı bir dikkatle savurarak tek bacağını koltuk değneklerinin arasında, yolun tozlu kenarından karanlığın içine doğru.

    yarım saat sonra ancak yarım mil kadar ilerlemiştik. sağ tarafta zor seçilen bir binanın siluetini fark ettiğinde gelişimizi bildirmek için arapça seslendi. sürtünme sesleri geldi önce, sonra bir ışık yandı, açılan kapının altındakı boşlukta açısı değişen bu ışık, bize birinin gelişini haber verdi. kapı gıcırdayarak açıldı ve elinde incil’den fırlamış gibi bir duran gaz lambası ile
    beli bükülmüş bıyıklı bir kadın gülümseyerek eğildi. bize doğru dönüp yol verdi içeri girelim diye. o zaman anladım eğilmesinin sebebini,insanı şok eden bir kamburu vardı sırtında. selamına karşılık olarak başımı sallayarak gülümsedim ve nezaketimi kontrol etmeye çalıştım.

    tek ayaklı adamla kambur karısının arasındaki bu nezaket; bu kadarı da çok fazlaydı benim için!



    nezaket çok mu fazladır bizim için,
    nezaket bir başkasının çocuğu için duyduğumuz acıma kadar
    uzak bir duygu mudur yoksa?
    bir akıllı bomba her zaman işini yapar, amacına ulaşır
    başkalarının çocukları ölür ve savunanların adalet arayışı artar
    amerika, amerika, lütfen duy bizi seslendiğimizde
    hip-hop’unuz var, be-bop’unuz var, itiş-kakışınız var
    atticus finch’iniz,
    jane russel’iniz
    konuşma özgürlüğünüz var
    harika plajlarınız var, vahşi doğanız ve alışveriş merkezleriniz
    sakın gücü boş bırakma, hristiyanlık adına, siktiret hepsini
    kendin için ve dünyanın kalanı için!



    heyecanla konuştular…

    gelip kocasının koltuk değneklerini aldı, alışık bir ilgiyle…
    adam el kol hareketleriyle azarlarcasına, bir misafirimiz var dedi
    hatasından utandı kadın, eşyalarımı alıp nazikçe bir köşeye koydu.

    -du the? (biraz çay?)

    tek göz odada, köşeye yapılmış setin üstüne, minderlere oturduk. yer sertleştirilmiş topraktandı, bir duvarın önünde yüksekçe bir platform yapılmıştı. 1.80’e 1.20m, ve basitçe bir çarşafla kaplanmıştı yatak olsun diye. kambur, küçük bakır cezvelerle birşeyler yapmaya başladı. ocağı açtı, bize sıcak ve tatlı çay sundu. ve akşam yemeği, lavaş ekmeği açık ateş üstünde sacta pişmiş. sonra dişi deniz kestanelerinin yumuşak içine batırıp, yemeğimizi yedik. ev sahibesi yemedi, onun yemeğini ben yedim. misafirleriydim, bu kadarı yeterdi. sonra bir perdenin arkasında kayboldu, etiketi solmuş eski bir şişeden dikkatle paylaştırılan arak’ı küçük kadehlerde içen adamları başbaşa bırakıp.

    kısa süre sonra yeniden belirdi kadın. neşe yayarak, kollarında gururları ve neşeleri olan çocuğu. ben o bakışı unutamadım hiç, öyle sert, biri sana bakarken diğeri kaybolmuş ardında…



    benim adıma değil, tony, sen büyük bir savaş liderisin,
    terör hala terör, kim nasıl koyarsa koysun kuralı
    tarih hiç yazılmadı ki lanetlenenler veya yenilenler tarafından
    şimdi cengiz han’ız, lükreş borjiya’yız, sam’ın oğluyuz biz
    1961’de evlerine aldılar o çocuğu onlar
    merak ediyorum ne oldu onlara
    lübnan denen o kaynayan kazanda
    eğer bulabilsem onları şimdi
    değiştirebilir miydim birşeyleri?
    acaba bu hikaye nasıl bitti?



    ve uyku zamanı, benim için, onlar için değil. onlar tabii ki yerde uyudular perdenin öbür yanında. bütün gece uymadan yattım o topraktan yataklarında. ve şafak söktü, heyecanlı fısıldaşmalarını duydum. dikkatli ve sessiz, misafir uyanmasın diye.. esaslı bir rol yaptım uyumuş gibi ve gerindim, teklif edilen bir leğen ısıtılmış suyu aldım ve yıkandım. kahvemi yudumladım minik fincandan… ve bolca teşekkür, eğilme ve el sıkışmayla; kadını angaryasıyla başbaşa bırakıp ayrıldık.

    iki adam, yeniden yola koyulduk o kavşağa doğru. parlak sabah güneşinin belirginleştirdiği acı dolu yavaşlığımızla ilerledik, dolmuş tam zamanında belirdi. ev sahibim koltuk değneklerinden birini bana verdi, diğerine yaslandı ve boşta kalan eliyle elimi sıkarak gülümsedi.

    -merci monsieur (teşekkürler bayım)
    dedim.

    -de rien! (rica ederim)
    -and merci a votre femme, elle est tres gentille (ve karınıza da teşekkürler, çok nazik kendisi)

    kendisini diğer koltuk değneğinden kurtarıp arka koltuğa bıraktı bedenini.
    -bon voyage, monsieur (iyi yolculuklar beyefendi!)
    dedi ve taksi güneye, şehre doğru ilerlerken başıyla hafifçe selamladı beni

    kuzeye döndüm, gitarım omuzumda ve ilk esişiyle sert sıcak rüzgar hemen kuruttu genç yanaklarımdaki tuzlu gözyaşlarımı.
  • birkaç yıl önceki beyrut yolculuğumu, peşime taktığım anıları kanırta kanırta akla getiren bela şarkı. lakin roger abinin güzelliğinden, hislere tercümanlığından basamazsın küfrü. zalım bir tebessüm bırakır dinlerken.
  • bugüne kadarki hayatımda tek şarkıdır ilk kez dinlediğimde gözlerimi dolduracak kadar beni etkileyebilen.

    çok daha fazla etkilendiğim şarkılar oldu, şu ömrümde, ilk dinleyişte elbet. ama bu derece duygusal etkileyeni hiç olmadı. olmamıştı o güne kadar.

    sözleri malum, müziği malum. çizimler malum. ama yine de diyorum, zira kendimi tanıyorum.

    belki yanımdaki soluğu kesilmiş binlerin ilave etkisi, belki roger waters' ın gözlerine, yüreğine o kadar yakın olmam.

    ama çok güzeldi. çok özeldi. unutamıyorum. asla da unutmak istemiyorum. öyle bir andı işte yarattığı.
  • (bkz: gözyaşı)
  • 20 haziran 2006da kurucesmede sicagin altinda, sicak bir seyler bahsederken insanin ustune, tuylerine urpertiyi getiren sey. nefis cizimlerin yaninda harika sozler.uzun ama harikulade bir sarki. roger waters bunu yazarken bir hayli dolmus olmali.
  • burada yeni fark ettiğim, leaving beirut'un türkçeye çevrilmiş sözleri yazılmış. fakat orijinali bulunmamakta. bu durumda şarkının esas sözlerini girmek bana kısmetmiş. işte buyrun;

    so we left beirut willa and i
    he headed east to baghdad and the rest of it
    i set out north
    i walked the five or six miles to the last of the street lamps
    and hunkered in the curb side dusk
    holding out my thumb
    in no great hope at the ramshackle procession of home bound traffic
    success!
    an ancient mercedes 'dolmus'
    the ubiquitous, arab, shared taxi drew up
    i turned out my pockets and shrugged at the driver
    "j'ai pas de l'argent"
    "venez!" a soft voice from the back seat
    the driver lent wearily across and pushed open the back door
    ı stooped to look inside at the two men there
    one besuited, bespectacled, moustached, irritated, distant, late
    the other, the one who had spoken,
    frail, fifty five-ish, bald, sallow, in a short sleeved pale blue cotton shirt
    with one biro in the breast pocket
    a clerk maybe, slightly sunken in the seat
    "venez!" he said again, and smiled
    "mais j'ai pas de l'argent"
    "oui, oui, d'accord, venez!"

    are these the people that we should bomb
    are we so sure they mean us harm
    is this our pleasure, punishment or crime
    is this a mountain that we really want to climb
    the road is hard, hard and long
    put down that two by four
    this man would never turn you from his door
    oh george! oh george!
    that texas education must have fucked you up when you were very small

    he beckoned with a small arthritic motion of his hand
    fingers together like a child waving goodbye
    the driver put my old hofner guitar in the boot with my rucksack
    and off we went
    "vous etes francais, monsieur?"
    "non, anglais"
    "ah! anglais"
    "est-ce que vous parlais anglais, monsieur?"
    "non, je regrette"
    and so on
    in small talk between strangers, his french alien but correct
    mine halting but eager to please
    a lift, after all, is a lift
    late moustache left us brusquely
    and some miles later the dolmus slowed at a crossroads lit by a single lightbulb
    swung through a u-turn and stopped in a cloud of dust
    i opened the door and got out
    but my benefactor made no move to follow
    the driver dumped my guitar and rucksack at my feet
    and waving away my thanks returned to the boot
    only to reappear with a pair of alloy crutches
    which he leaned against the rear wing of the mercedes.
    he reached into the car and lifted my companion out
    only one leg, the second trouser leg neatly pinned beneath a vacant hip
    "monsieur, si vous voulez, ca sera un honneur pour nous
    si vous venez avec moi a la maison pour manger avec ma femme"

    when i was 17 my mother, bless her heart, fulfilled my summer dream
    she handed me the keys to the car
    we motored down to paris, fuelled with dexedrine and booze
    got bust in antibes by the cops
    and fleeced in naples by the wops
    but everyone was kind to us, we were the english dudes
    our dads had helped them win the war
    when we all knew what we were fighting for
    but now an englishman abroad is just a us stooge
    the bulldog is a poodle snapping round the scoundrel's last refuge

    "ma femme", thank god! monopod but not queer
    the taxi drove off leaving us in the dim light of the swinging bulb
    no building in sight
    what the hell
    "merci monsieur"
    "bon, venez!"
    his faced creased in pleasure, he set off in front of me
    swinging his leg between the crutches with agonising care
    up the dusty side road into the darkness
    after half an hour we'd gone maybe half a mile
    when on the right ı made out the low profile of a building
    he called out in arabic to announce our arrival
    and after some scuffling inside a lamp was lit
    and the changing angle of light in the wide crack under the door
    signalled the approach of someone within
    the door creaked open and there, holding a biblical looking oil lamp
    stood a squat, moustached woman, stooped smiling up at us
    she stood aside to let us in and as she turned
    i saw the reason for her stoop
    she carried on her back a shocking hump
    i nodded and smiled back at her in greeting, fighting for control
    the gentleness between the one-legged man and his monstrous wife
    almost too much for me

    is gentleness too much for us
    should gentleness be filed along with empathy
    we feel for someone else's child
    every time a smart bomb does its sums and gets it wrong
    someone else's child dies and equities in defence rise
    america, america, please hear us when we call
    you got hip-hop, be-bop, hustle and bustle
    you got atticus finch
    you got jane russell
    you got freedom of speech
    you got great beaches, wildernesses and malls
    don't let the might, the christian right, fuck it all up
    for you and the rest of the world

    they talked excitedly
    she went to take his crutches in routine of care
    he chiding, gestured
    we have a guest
    she embarrassed by her faux pas
    took my things and laid them gently in the corner
    "du the?"
    we sat on meagre cushions in one corner of the single room
    the floor was earth packed hard and by one wall a raised platform
    some six foot by four covered by a simple sheet, the bed
    the hunchback busied herself with small copper pots over an open hearth
    and brought us tea, hot and sweet
    and so to dinner
    flat, unleavened bread, + thin
    cooked in an iron skillet over the open hearth
    then folded and dipped into the soft insides of female sea urchins
    my hostess did not eat, ı ate her dinner
    she would hear of nothing else, i was their guest
    and then she retired behind a curtain
    and left the men to sit drinking thimbles full of arak
    carefully poured from a small bottle with a faded label
    soon she reappeared, radiant
    carrying in her arms their pride and joy, their child.
    i'd never seen a squint like that
    so severe that as one eye looked out the other disappeared behind its nose

    not in my name, tony, you great war leader you
    terror is still terror, whosoever gets to frame the rules
    history's not written by the vanquished or the damned
    now we are genghis khan, lucretia borghia, son of sam
    in 1961 they took this child into their home
    i wonder what became of them
    in the cauldron that was lebanon
    if i could find them now, could i make amends?
    how does the story end?

    and so to bed, me that is, not them
    of course they slept on the floor behind a curtain
    whilst ı lay awake all night on their earthen bed
    then came the dawn and then their quiet stirrings
    careful not to wake the guest
    i yawned in great pretence
    and took the proffered bowl of water heated up and washed
    and sipped my coffee in its tiny cup
    and then with much "merci-ing" and bowing and shaking of hands
    we left the woman to her chores
    and we men made our way back to the crossroads
    the painful slowness of our progress accentuated by the brilliant morning light
    the dolmus duly reappeared
    my host gave me one crutch and leaning on the other
    shook my hand and smiled
    "merci, monsieur," i said
    "de rien"
    "and merci a votre femme, elle est tres gentille"
    giving up his other crutch
    he allowed himself to be folded into the back seat again
    "bon voyage, monsieur," he said
    and half bowed as the taxi headed south towards the city
    i turned north, my guitar over my shoulder
    and the first hot gust of wind
    quickly dried the salt tears from my young cheeks.
hesabın var mı? giriş yap