• dünyanın en güzel yeri.

    hele benimki caferağa, iki ya da artık kaç cihan varsa, hepsinin birden en güzeli olabilir.

    bu sabah bir mahalledeydim. çarşısında trafiğe kapalı bir sokak da olan, mahalle gibi mahalle. işe gidenler gitmiş, gitmeyenler oturmuş çay kahve içiyor; fırın var güzel, esnaf filan. her gün görülen ve sevilen sokaklar. üstelik denize yakın.

    sonra oradan kendi mahalleme döndüm, vapurla. işte caferağa'yı özel kılanlardan biri bu, insan evine denizin üzerinden geçerek gelebilmeli. bu sizce de dünyanın en güzel şeylerinden biri değil mi?

    önce ofise geldim, çantamı bıraktım, oradan eve gittim, bilgisayarımı aldım, oradan markete gittim kahveme süt aldım, kapaklı teflon sahanda sağlam indirim vardı bir de sahan aldım, sonra yine trafiğe kapalı olan çarşı'ya gittim kahvemi aldım, ofise dönerken baktım penti'nin indirimi devam ediyor, hemen içeri girdim ama her şeyin zaten alınmış olduğunu fark edip oradan bir şey almadım, sonra nezih'e gittim dergilere bakıp mutlu oldum, ama elim doluydu bu ayın dergilerini bir sonraki çarşı turuna bıraktım. ofise geldim, ocağı arayıp türk kahvemi söyledim, baktım ki mırıldanmaya başlamışım, "festival gibisin, katılmak istiyorum..."

    bütün bu anlattıklarım, 500 metrenin içinde oldu.

    ya işte ben böyle yaşamayı seviyorum. kafamın içi gibi olmalı hayatım da, bir sürü şeyin olduğu ve neyi nerede bulabileceğimi hep bildiğim.

    siteler filan o yüzden bana göre değil. kendi kafasıyla saatlerce oyalanabilen bir insan olarak, hayatımı sürdürmek için kendi alanımdan çıkmam gerekmemeli. en yakın market araba mesafesinde olmamalı. dolmuşa binmeden yapabilmeliyim her şeyi.

    kendimi tanıdığım gibi, birlikte yaşadığım, alışverişim olan insanları da tanımalıyım. onlara selam vermeliyim, hatırlarını sormalıyım, "çay bu sabah haaarika olmuş" demeliyim mesela, böyle şeyler. insanın kafası yaşadığı yerle şekillenir, yaşadığım yeri sevmeliyim ki kafam da güzel şekillensin. ve bir yerle etkileşimin olmalı ki onu sevebilesin.

    mahalle bu yüzden, kendini onunla var ettiğin için güzel ve önemli bir şey. bunu tek yapan mahalle değil tabii, etrafıyla şekilleniyor insan. o etraf güzel oldukça sen de iyiye gidiyor ve gittikçe kendini daha çok seviyorsun.

    neyse dur az pencereden bakayım da mutlu olayım ^__^
  • bu konuda yazacağım bir sürü şeyi zaten neredeyse tammmm da iki sene önce yazmışım. iki mi sene? tam o günü değil ama o günleri "gün gibi" hatırlıyorum, ne demek iki sene? vay vay vay neler dönmüş serhat ya.

    elbette iki sene, ayol ilter'le daha dün gittiğiniz ilk erciyes tatilinizin üzerinden bile 4 gün sonra bir sene geçmiş olacak. dün dediğin pek de dün değilmiş be benjamin, biz ne ara bu kadar ne bileyim işte bir şeyler olduk?

    öyle bir şeyler olduk ki, yaşlanmanın paketine yapışık gelen muhafazakarlaşmayı da, "bi ara kullanırım" diye kaldırdığımız köşeden alıp başımızın üzerine koyar olduk.

    ben mahallesini seven, "istanbul'da değil caferağa'da yaşıyorum. burada yaşamayacaksam istanbul'da yaşamanın da bir manası yok." diyen bir insanım. ve bunda gayet ciddiyim, daha konforlu bir hayat için moda'dan çıkmam gerekecekse direkt istanbul'dan çıkarım sorun değil. gerçi bizim mahallenin suyunun çıktığı konusunda sanırım herkes hemfikir ama olsun. hala iyidir.

    biraz önce fark ettim ki, mahalleyle yerellik aynı şey değil. mahalle aslında kafanda olup biten bir şey ve alışkanlığının sınırından çıktığın an, her gün on beş kere geçtiğin bir yolun üzerinde de olsan, kendini hiç de "kendi çöplüğünde" hissetmeyebiliyorsun.

    *
    ben bu mahalleye 2008 kasımında taşındım. alışveriş yaptığım yerler sekiz küsür senedir elbette arttı ama değişmedi. eskiden bir yere giderken sonradan orayı bırakıp başka bir yere gitmedim, çünkü bu gerekmedi.

    kasadayken cüzdanımı almadığımı fark ettiğim de oldu, "aaa para çekmemişim" dediğim de, bir yere paramın olmadığını bilerek gittiğim de, "gaffur abi çayın markası bitti ama üzerimde para yok ha!" dediğim de, çok beğenip alamadığım şeyin "uygun olunca ödersin" denerek verildiği de. yemeklerin tadına baktığım, personel yemeğine dadandığım, üst üste bir şeyler ikram edildiğim, kadehimin torpilli doldurulduğu, çayımın önüne geldiği, fönümün ücretsiz çekildiği, oldu hep bunlar. çok iyi oldu çok da güzel iyi oldu.

    biraz önce, pek gitmediğim o yüzden de böyle anılarımın olmadığı bir yere gittim. simit alıcam. normalde moda caddesi üzerindeki akfırın'dan alıyorum bu tür şeyleri ama oradan geçerken kararsızdım, neyse çarşıdan alırım dedim. gittim simitçiye.

    bir adet simit.
    ama cüzdanımı almamışım. en son ofiste kullanmıştım ve orada kalmış.

    "cüzdanımı almamışım kalsın bu." diyerek çıktım. bir beklentiye girdiğim düşünülmesin, "kalsın" derken elemanın yüzüne bile bakmadım beklentiye girdiğimi düşünmesin, tanımaz etmez diye.

    nitekim düşünmedi de zaten, ben çantamı aranırken simiti tekrar paketinden çıkarıp rafına koydu.

    şimdi bunu yapan eleman haklı, neticede orası bir zincir ve o da bir çalışan. beni hayatında ilk defa görüyor. neden durduk yere simit hediye etsin ki? neden "sonra verirsiniz" riskine girsin? ha bu riske giren zincir markalar var biliyorum, caffe nero öyledir mesela. daha yeni açılmışlarken yaşandı benzer bir mesele, sütlü filtre kahvemi alıp çıktım. ama bu onların nezaketi, bunu her yerden bekleyemezsin.

    yani konu iki simit değil.

    "mahalle dışının" ve zincir mağaza gerçeğinin sevimsiz yüzünün ağzına vurulması.

    dün sırf bu yüzden gittim beyaz eşyamı mahalle esnafından aldım. ki aklımda başka bir marka vardı, ama o markanın bu yakınlarda sadece avm'de mağazası vardı. dedim yok arkadaş, serasker'e giderim, orada bayi varsa ne ala, yoksa yapacak bir şey yok, başka markaya bakılacak. (serasker = kadıköy'ün beyaz eşyacı sokağı.)

    ki iyi de oldu. indirim de yaptı adam ahah

    taktığım kolyeyi küpeyi falan da mümkün mertebe mahallede yaptırıyorum. çok daha şık görünen ama doğal taş veya gerçek gümüş olmayan bir sürü takı bulabilirsin elbette. ama ben doğal ve gerçek olsun istiyorum, onların da kuyumcudan alınanlarına param yetmiyor. o yüzden, az maliyetli olacak şekilde kendim yaptırıyorum. başka yerlerde yine gümüş ama daha ekonomik küpeler de var, ama ben bu işin de sohbetini seviyorum. şurası şöyle olsun mu bunu böyle yapalım mı, bu taşla öbürü yan yana nasıl olur vs vs. mesela az önce yine oradaydım, iki kolye bir de küpe bekliyorum, haftaya alacakmışım. iki de yüzük bıraktım daralacak. cumartesi de onları alıcam.

    keşke kılık kıyafetimi de yaptırabilsem ama o yemez. ve ayrıca gerek de yok, zira mango outlet'ten 20 liraya aldığın şey asla sadece bir elbise değil fakat kafa selametin.

    bugün üstüm başım müvekkille görüşmeye uygun olsaydı, yolumun üstünde bir de müvekkil var, gidip kahvesini içeyim diyordum. ama şu karda kışta ayağımda dana boyutunda botlar ve kot pantolonla olmaz. bilahare uğrarım.

    zaten müvekkilin tam karşısındaki restorandan cumartesi için rezervasyon yaptıracağım. yarın hazır üzerimde iş kıyafetiyle gitmişken onu da şeyaparım.

    neyse işte geldim ofise, gaffur abi'den çay ve tost istedim. "hoşgeldiniz dagny hanım, iyi valla gelebilmişsiniz memleketten" dedi. "valla pazar günü herhalde bir tek benim uçak kalktı, pazartesiden beri ofise de geliyorum ama seni aramadım kar diye" dedim.

    "temizlikçi işini naptınız" dedi. "bişey yapmadım senden haber bekliyorum" dedim. "benim hanıma söyledim ben, ara ara böyle tanıdıklara gidiyor." dedi. "valla benim için de daha iyi olur gaffur abi teşekkür ederim." dedim.

    falan.

    simit ne ayol sfhshfhsfhad :*
  • ikinci kısmın nakaratından sonraki şebnem ferah çığlıkları enfes olan harika şarkı.
  • yıllar sonra verilecek konserlerde bile playlist'e ilk yazılacak şarkılardan biri olacak gibi duran şebnem ferah şarkısı. fevkalade.

    ayrıca çok iyi bir konser açılış şarkısı olur bundan. böyle ekip sahneye çıkmış, dumanlar falan veriliyor ve intro giriyohohuuuuuuvvv şebneeeeeem
  • en dokunaklı dizesi
    - geçer gider sandım geçmedi gitti
    olan, benim adım orman albümündeki yaklaşık 6 dakikalık şebnem ferah şarkısı. o nasıl sanmak ki yüreği sızlatır.
  • şebnem ferah'ın yeni albümünün can kırıkları albümüne en yakın, bu sebeple bana kalırsa en güzel parçası, hatta albümde sesini zorladığı, çığlıklar attığı tek parça denilebilir.
  • kabul, tam eskisi gibi olmasa da nispeten küçük şehirleri oluşturan, hayat veren yerleşim birimlerinden her biri.
    mesela benim doğup, büyüdüğüm yerde eski mahallenin tadı hala aynı gibi. nesiller değişsede orada yaşayanlar kültürü devam ettirmeye çabalıyorlar bir şekilde. hala bakkalları var mesela, hala mahalle meydanından geçerken selam vermekten boynunuz tutulur.

    bir de daha dış dünyayı keşfetmediğiniz yaşlarda sizin bütün dünyanızın olduğu yerdir mahalle. sanırsınız ki bütün dünyayı, bütün insanlığı tanıyorsunuz, hem de lakaplarıyla.
    evet, mahallede herkesin bir lakabı vardır. mesela ben arnavut hayriye'nin torunu, mapa nedim'in çocuğuyum. sokağın en başında yakışıklı sebahattin var, ülfet teyzenin büyük çocuğu, hiç evlenmedi. onun abisi koreli cemalettin, kore gazisiymiş evli, iki kızı var. onların karşılarında bağırsak ayşe var, ismi nerden geliyor bilmiyorum. hemen altında eyüp alileğen (eyüp alilerin) çocukları var, iki kardeş, büyük olan eyüp amcam küçük olanı kargacı zeki. biraz aşağıda almancı bağattin, onları altında balıkçı özcan, gulüm ali, zambaklar, bakkal pavyon ahmet var, senelerce gazinoda taksicilik yapmış, emekliliği o bakkal onun. server münir var bir de, onun ki yeni nesil bir lakap, biz taktık. kahvesi var münür aganın. eskilerden topal arif'ler, karanlık hüseyin'ler, balina reşat'lar, palavra vedat'lar, ulan kimler neler vardır daha be.

    bizim mahallenin manisi bile vardı;

    bakkaları meyhane
    kahveleri kumarhane
    camisi de 4 şerife
    burası bey maalle

    göç: eyüp amcamı da uğurladık. nedim agasının yanındadır şimdi, muhabbetleri bol olsun.
  • hafızası çok kötü. değişikliğe açık olmayan bir yapı.

    sessiz sakin bir mahallenin bir çocuğuydum ufakken. şimdiki gibi her tarafı bina kaplı değildi eskiden. büyük bir çayırı vardı mesela, top oynayıp eğlendiğimiz. bisiklete binmeyi ilk orada öğrendim ben. ilk defa orada düştüm bisikletten. yine ilk defa orada top oynayıp, ilk golümü orada atıp orada yedim.

    fazla hareketli olmayan bu mahallenin tek hareketliliği çocuklarıydı kuşkusuz. türkiye'deki çoğu mahallenin klasik halini bire bir canlandıran bir yerdi yani. herkesin kendi halinde yaşadığı, insanların ayda yılda bir birbirlerine misafirliğe gittikleri, yapılan en uzun sohbetin "işler nasıl?" "çocuğun dersleri nasıl?" sorularıyla gerçekleştirildiği bir mahalle. şikayetçi değildim aslında. memnundum halimden. sokakta top oynamamıza karışan yokken niye şikayetçi olayım ki zaten. bir çocuk başka ne ister? topuna karışılmasın yeter.

    sessiz sakin dedim ya, tamamen kavgasız gürültüsüz değildi tabii ki. ama çıkan olaylar da yine çocukların yaptıkları yüzünden çıkardı. bir olay çıkmışsa, mahalle sakinleri birbirine girmişse büyük ihtimalle sebebi çocuklardır bizim mahallede. ya bir çocuk diğerine vurmuş o da gidip babasına söylemiştir ya da çocuğun biri bir evin camını kırmıştır ve olaylar gelişir. mahallenin en büyük kavgası bu söylediğim cam kırma hadisesi sonucu çıkmıştı. yine de şikayetçi değilim. sakinlerinin pek sevmesem de memnundum mahallemden, içindeki arkadaşlarımdan memnundum daha çok. mahallenin yaşantısı, o televizyonlarda izlediğimiz dizilere mesela mahallenin muhtarları'na hiç benzemiyordu. çocukken hep garipserdim bu durumu. bizim mahallede niye böyle insanlar yok diye düşünmeyen bir çocuk yoktu sanırım. tek eğlencemiz kendimizdik. bir de o geniş çayırda oynadığımız top.

    mahalleyi hareketlendiren, yapısını tamamen değiştiren bir şey oldu. insanların taşınmasına, büyük hayal kırıklıklarına, ağır üzüntülere sebep olan bir şey. deprem oldu. 17 ağustos 1999. sıcak bir yaz gecesi, gökyüzünde tek bir bulut olmayan o gece tüm mahallenin, insanların kaderini değiştiren o büyük deprem.. o yaşta depremin sadece tanımını bilen ama ne olduğunu yaşamamış insanlar için pek bir şey ifade etmiyor o anda. ben bu depremde uyanmadım. 45 saniye boyunca mışıl mışıl uyumuşum. beni uyandıran babam oldu. "kalk deprem oldu" diye beni yataktan çıkaran babamın bu sözü, o anda hiçbir şey ifade etmiyordu aslında. depremi daha önce yaşamamıştım çünkü. depremin sebep olduğu acı gerçekler hakkında bir bilgim yoktu. dışarı çıktık, gökyüzü pırıl prıldı. yıldızlar ayin yapıyordu sanki. hepsi toplanmıştı. onlar da biliyordu bir şeyler olduğunu. gecenin karanlığında yükselen bağırışlar, ağlama sesleri.. her yerden ses geliyordu. birbirine karışıyordu hepsi. ayırt edemiyordum. hepsi tanıdık geliyordu ama, o anda hiç kimseyi tanıyamadım. çünkü oradaki hiçbir insanı daha önce bu şekilde görmemiştim. o sessiz gürültüsüz mahalle bir stadyuma dönüşmüştü. bu seslerin kaynağı sevinç değildi. kazanan, biz değildik.

    bir binanın yıkılışı. çıkan o gürültü. dışarı çıkmamızdan 3-4 dakika sonra meydana gelen bu yıkım, beni en çok heyecanlandıran olaydı. çünkü o binada en iyi arkadaşım vardı. dışarı çıkmışlar mıydı yoksa hala binada mıydılar? bilmiyordum.

    gündüz oldu. acı gerçekler açığa çıktı. deprem hafif atlatılmıştı. yıkılan 3 bina vardı. sonradan haberdar olduk, sadece 1 binada can kaybı olmuştu. bir yandan gözlerim arkadaşımı ararken diğer yandan ortalıkta ruhsuz gibi gezinen insanları görüyordum. belli ki akrabalarını, arkadaşlarını kaybetmişlerdi. arkadaşım ve ailesi binadan çıkamamış. bütün bina üzerlerine çökmüş. hiçbirisi kurtulamamıştı. ben hayatımdaki en iyi aynı zamanda ilk arkadaşımı kaybetmiştim. artık yoktu.

    her şey değişti mahallede. bazı insanlar taşındı, bazıları ise eskisi gibi olamadılar. neşeleri hiç yerine gelemedi onların. yeni binalar yapıldı, yeni insanlar taşındı mahalleye. bir süre sonra, o top oynadığımız geniş çayır da binalarla doldu. ruhsuz olan mahalle artık tamamen betonarme olmuştu. unuttu insanlar depremi. mahalle, kaybettiklerini unuttu. yine önemsemiyorlar depremi. 17 ağustos'ta akıllara geliyor sadece. o da sadece bir anma gecesi olarak. değişen pek bir şey yok. yine bir deprem olacak ve yine bir arkadaşımızı kaybedeceğiz. bir süre üzülecek, sonra unutacağız yaşananları.

    bu kadar şeyin bugün aklıma gelme sebebi ise; bugün o'nun doğum günü. doğum günün kutlu olsun arkadaşım, can'ım.
  • benim adım ormanın gidene isyan parçası ama en çok kalana, kendine...
    bu yüzden yıkılan mahalle, kalanın enkazı gibi...

    'aklımın sokaklarını arar sorarken
    kim bilir ben kaç kalp kırdım
    zamanın istasyonunu trenler geçerken
    kim bilir kaç kez kaçırdım'
  • bas ve elektronun atıştığı, davulun volta attığı, klavyenin dansında delisinin ` :şebnem ferahçığlıkları ile büyüyenmahalle`,
    içeriğinden tek farkı, onun kurduğu bu mahalle bizden hiç silinmeyecek...
hesabın var mı? giriş yap