• ayvalıklı aydın, robert college,mekteb-i mülkiye, mamak ceza evi gibi yerlerde bulundu.
  • arabasini kaybetti bir gün bu. haftalarca bulunamadi. park ettigi yeri hiç hatirlamadi. sarabi azaltmasini telkin ettiler. asla umursamadi..
  • bir de yky'den cikan "franny ve zooey" cevirisi vardir. zaten salinger'la bir nevi ruh ya da kelime kardeslikleri vardir, romaninin dedication kismi soyledir nitekim: "esme'ye, sevgi ve pislik-pasaklilikla".
  • 1945 yılında istanbul'da doğan ömer madra, orta okulu english high school'da (1961) liseyi de robert kolej'de bitirdi (1964). ankara üniversitesi siyasal bilgiler fakültesi'ni (diplomasi ve uluslararası ilişkiler bölümü) birincilikle bitirdikten sonra (1968), aynı fakülte'nin uluslararası hukuk kürsüsünde 13 yıl süreyle öğretim üyeliği yaptı. 1977 yılında "avrupa insan hakları sözleşmesi ve bireysel başvuru hakkı" konusunda doktorasını tamamlayan madra hollanda, isviçre ve isveç'te uluslararası hukuk, uluslararası ilişkiler ve insan hakları alanlarında araştırmalar yürüttü. bu arada, 1975 yılında kısa dönem yedek subay olarak askerlik görevini tamamladı. adı anılan doktora tezi, 1980 yılında a.ü.s.b.f. tarafından yayımlandı.

    1982 yılında üniversitedeki görevinden istifa eden ömer madra, milliyet gazetesinde 1983 başlarından itibaren 2 yıl süreyle araştırma ve dış haberler bölümünde görev yaptı. madra, daha sonra playboy, şehir, gergedan ve start dergilerinde kurucu, editör ve yazar olarak çalıştı (1985 - 1988). 1989 başında arredamento/dekorasyon adlı mimari, tasarım, sanat ve dekorasyon dergisini kuran ömer madra, 5 yıl süreyle bu derginin yayın yönetmenliğini ve başyazarlığını üstlendi. madra, bu görevinin yanı sıra, 1990 yılında altı ay süre ile güneş gazetesinin pazar eki'nin (p.eki) yayın yönetmenliğini ve köşe yazarlığını da yürüttü.

    ömer madra, avrupa konseyi'nden aldığı bir bursla fransa'da (strasbourg) araştırmalarda bulunduktan sonra, uluslararası hukuk ve göçmen işçiler konusunda migrant workers and international law adlı bir kitap yayımladı (ankara, 1985).

    1991 yılı sonunda romanımla sana bir ses... adlı romanını (remzi kitapevi) yayımlayan madra'nın çeşitli dergi ve gazetelerde çok çeşitli konularda (bilim, sanat, sinema, tiyatro, müzik, yemek, hayat, spor, vb.) yayınlanmış elliyi aşkın makale, deneme ve röportajından bir seçme ile bir hikâyesini içeren rüzgâra karşı adlı kitabı 1996 yılında yapı kredi yayınları tarafından yayımlandı.

    ömer madra, 1994 yılından itibaren radyoculuk konusunda çalışmalara başladı. madra, 13 kasım 1995 tarihinde yayın hayatına atılan açık radyo'nun (94.9) kurucuları arasında yer aldı; halen de bu radyonun yayın yönetmeni. ayrıca, radyoda "açık gazete" ve "rock 'n' roll kalıcıdır" adlı programların yapımcılığını da yürütmektedir.

    madra, ayrıca, 1995/1996 akademik yılından itibaren istanbul bilgi üniversitesi'nde uluslararası ilişkiler ve uluslararası hukuk dallarında öğretim üyesi olarak görev yapmakta ve 1999 aralık ayından beri yeni binyıl gazetesi'nde haftada 5 gün köşe yazıları yayınlanmaktadır.

    iki oğlu ve bir kızı olan madra ingilizce ve fransızca biliyor.
  • bogazici universitesi mezuniyet toreninde asagidaki konusmayi yapmis olan guzel insan.

    "merhaba 2013 sınıfı! merhaba herkes!

    burada bulunmaktan büyük mutluluk ve onur duyuyorum. bir kere, gençlerle bulunmanın mutluluğu var. insan onlarla hep genç kalıyor. en azından gönlü genç diyelim. bunu sağlayan iki avantajlı meslek var : biri üniversite öğretim üyeliği. ikincisi radyoculuk. bende her ikisinden biraz oldu. üstelik faustien bir pazarlık da yok burada; ebedî gençlik karşılığında birşey vermiyorsunuz..

    mutluluğun kaynağı bu. onur da, 2013 gezi kuşağına hitap ediyor olmaktan...

    şimdi bir mezuniyet töreni konuşması yapmalıyım. bildiğiniz nutuk atma. hani kimse dikkatini tam veremez, sonradan da zaten birşey hatırlamaz. burada yeni kuşağın üyeleri olarak sizlere bilgece sözler söylemem, önünüzdeki hayata dair âkil tavsiyelerde bulunmam bekleniyor. bu o kadar kolay değil. hatta, bana bu nazik daveti yapan sayın rektör profesör gülay barbarosoğlu’na ve dostum prof. fikret adaman’a saygısızlık etmek istemem ama bu imkânsız. bakın neden.

    geçenlerde, gps (global power shift) atölye çalışmaları kapsamında itü ayazağa kampüsünde bir panelde konuşma yaptım. küresel eksen değişimi diye çevriliyor. dünya gençliğinin en büyük iklim aktivizm platformu bu. 4 bir yandan gelen 500’den fazla genç iklim aktivistinin hikâyelerinden oluşuyor. herkesin ayrı bir anlatısı var. bu konuya birazdan döneceğim. ama şimdilik şunu söyleyeyim: orada pakistan’dan bir aktivist kız, konuşmamı bitirdikten sonra bana sordu: “sizin bu gençlere tavsiyeniz nedir?” ben de resmen dünyanın öbür ucundan 45 günde –arada yürüyerek!– buraya gelen gençlere ne tavsiyesinde bulunabilirim ki?” dedim. inci gibi dişlerini gösterip güldü.

    evet, aynı şey burası için de geçerli: türkiye tarihinin gördüğü en büyük kitle başkaldırısı olan gezi direnişini gerçekleştirmiş ve halen de gerçekleştirmekte olan genç insanlara hangi “aklı” verebilirim ki?

    öyleyse akıl filân vermeyi bir yana bırakalım; işimize bakalım. madem herkesin anlatısı konuşuluyor. o zaman ben de kendi hikâyemi anlatayım.

    ben bu ayaklanmayı 45 yıldır bekliyordum. bakın, şu kampusta (güney) liseyi bitirir bitirmez, hayattaki en yakın arkadaşımla birlikte paris’e gidecektim. kafamızda kavak yelleri. planımız buydu. dünyanın biricik kültür merkezinde sinema okuyacaktık. hatırlayın: “yeni dalga”, godard, truffaut... a bout de souffle... arkadaşım benden önce gitti, ufak ufak yerleşti oraya. ben biraz daha bekledim, oyalandım, oyalandım, oyalandım ve – son dakikada tırstım; biletim filan herşeyim hazır olduğu halde caydım. arkadaşıma şu telgrafı çektim:

    sevgili ralfi stop çok düşündüm stop ama bende o cesaret yokmuş stop kalıyorum stop seni sattığım için beni bağışlayabilecek misin stop ömer

    böylece 14 kelimelik bir telgrafla –o zamanlar 140 karakter kuralı yoktu– ’68 paris’ini yani koskoca dünya devrimini kaçırmış oldum, iyi mi?. muhteşem paris yerine tuttum o kömür karası, boğucu ankara’ya gittim. bu gerzekliğim için bir ömür boyu hayıflandım. bunun intikamını almak için 400 sayfalık bir roman bile yazdım. mezuniyet yılım olan ’64’te geçiyor. içinde mezuniyet balosu, mezuniyet töreni, aşk, heyecan ve macera bol da – devrim olmuştu yahu, devrim!...

    sonra aradan yarım yüzyıl geçti. taksim ayaklanması oldu. gene mayıs! bu sefer devrim durumları bizim kapımızı çalmıştı. geçenlerde abbas ağa parkı’nda bir forumu izlemeye gittim. bir baktım, arkada “paris’ten gezi’ye selamlar...” yazılı bir bez pankart. 45 yıl sonra paris istanbul’a gelmişti.

    bu sefer kaçırmamakta kararlıydım. istiklal’deki o 40 bin kişilik büyük yürüyüşte hayatımda ilk kez gs’lilerle fb’lileri ve beşiktaşlıları kolkola gördüm; sağımızda solumuzda milliyetçiler ve kemalistler de vardı; faşizme karşı omuz omuza diye haykırırken sağ eliyle bozkurt işareti yapan bir genç kız bile gördüm. herşey vardı. kavga, dövüş yoktu bir tek.

    asıl ön saflarda “cephe savaşı” vardı. daha doğrusu, taksim’in girişinde mevzilenmiş polisten sürekli gaz ve ilaçlı su yiyen kızlı erkekli sivil itaatsiz gençlerin acayip direnişi. arada yer değişiyorlardı. rotasyon. gazdan bitap düşüp bir nefeslenmek için arkaya geliyor, sonra gene ön safa gidiyorlardı. kan çanağına dönmüş gözlerindeki kararlı ifadeyi gördüm birden ve o an, bu işin bitmiş olduğunu anladım. korku bitmişti çünkü. iktidarın, muktedirlerin yapacağı birşey yoktu. gezi türkiye’de dönüm noktasıydı. türkiye ve dünya bir daha asla aynı olmayacaktı.

    ben başbakan için bir tür reklam panosu sayılabilirim aslında:. üç çocuk babası bir “paterfamilias”ım çünkü. bu iyi haber. ama bir de kötü haber var: çocuklarımın 3’ü de gezi’den çıkmadılar bir ay boyunca. ilk büyük yürüyüşte istiklalde kızıma rastladım. kucaklaştık, biraz birlikte yürüdük. sonra, “baba ben öne gidiyorum” dedi ve ayrıldı. ben de, “aman dikkatli ol!” diyebildim sadece. onu da içimden.

    gezi direnişinde şans bu sefer yanımızdaydi. ilk günden yakaladık. radyoda bir ay kesintisiz maraton yayın yaptık. devrimci momenti canlı yayında verdik; hani “an itibariyle” diye bir laf var ya, tam öyle oldu: “taksim düşerken” an itibariyle hayko bağdat telefonda anlatıyordu radyoya: “bir dakika bakayım, polis çekiliyor galiba ... yok yok geri dönüyor şimdi gaz atıyor, çok kötü olacak ... ama yok, yok, çekiliyor… polis tamamen çekildi! burada meydanda 1 milyon kişiyiz şimdi!”

    “teşekkür ederiz,” dedik, “biz de birazdan oradayız.”

    önde gelen çevrecilerden lester brown’a bir keresinde sormuştum radyoda mülakat yaparken, niye insanlar bunca şey karşısında isyan etmiyor diye. sene 2010’du.

    “sosyal değişim kimi zaman çok hızlı ve beklenmedik bir şekilde geliverir,” demişti o da. aynen öyle oldu.

    radyo olarak biz de hızlı refleks gösterdik doğrusu,. zaten deprem’den de hazırlıklıydık. 1999’da tüm formatı tersyüz edip iki ay boyunca stüdyodan çıkmamıştık neredeyse. sivil toplumun ilk kez devlete “hop dedik, biz de burdayız!” dediği 104 stk imzalı tam sayfa gazete ilanları o sırada hazırlandı; biz de işin içindeydik. ilk önemli sivil kıpırdanış buydu.

    ikinci sivil başkaldırı da 2007’de hrant dink’in cenaze törenidir bence. 200 bin kişi oradaydık, toplandık, yere göğe sığamadık, yürüdük, köprüleri aştık gittik. tek kelime naralanmadan, sessizce. tabutun üstüne konan, hiç havalanıp kaçmayan, öylece duran o beyaz güvercinlerle beraber. ne acayipti.

    sonra da gezi geldi işte. yürüdük, bağırdık, katıldık ve kesintisiz yayın yaptık... formatı gene altüst ettik, saatler saati stüdyodan çıkmadık. neyse işte, 1. haftanın sonunda 3 kelimelik bir mail geldi: “haberi sizden alıyoruz.” özlem adlı dinleyicimiz ankara’dan selam gönderiyordu. çok gururlandık. haberi bizden alması, sadece bizim iyi yayıncılığımızdan kaynaklanmıyordu elbette, yerleşik medyanın korkunçluğundandı da. onlar “görmediler kötüyü, duymadılar kötüyü, söylemediler kötüyü”.

    bu sıralarda bizim radyonun internet sitesi de aldı başını gitti. tekil ziyaretçi sayısı gezi’nin ilk günü öncesi 1,800 iken, gezi yayını’ndan 1 gün sonra 16, 800 küsur oldu! sayfa görüntüleme ise 6 katına çıktı. (5 bin’den 30 bin küsura!). facebook ve twitter takipçilerimizin sayısı acayip arttı – yükselen grafikleri görmelisiniz!

    derken, 17 haziran’da bir mail daha geldi elimize. şöyleydi:

    “sevgili ömer, geçen hafta yunanistan’daki evimde tatildeydim ve sayenizde türkiye’de yaşananları takip edebildim. doğrusu, destekçisi olduğum radyonun bu kadar mükemmel olduğundan “haberim” yoktu. hepinize tebrikler!
    ayrıca senin de 50 senede değişmemiş olduğunu söyleyebilirim...
    ve hatta yaşlı gözlerle hatırladım istanbul radyosu’na disc-jockeylik teklifiyle gittiğimiz günü. rüyalarımızın bir kısmını gerçekleştirebildin! lûtfen devam!
    öperim
    r ”

    bu küçük ‘r’nin kim olduğunu hepiniz bildiniz tabii. (ne de olsa “orantısız zekâ” sahibisiniz.)
    evet, 49 yıl önce paris’e giden ve kendisini“sattığım” arkadaşım ralfi’den başkası değildi.
    bahsettiği rüyalar meselesine gelince, onları gerçekleştiren ben değilim tabii. onları gerçek yapan, sizlersiniz! kelimenin gerçek anlamında sivil itaatsizliğin ne demek olduğunu günler boyu gösteren, şimdi de, kadim yunan agoralarındaki gibi doğrudan demokrasi deneylerini park forumlarında sürdüren sizler yani: 2013 sınıfı.

    şimdi de, biraz önce sözünü ettiğim olaya dönelim isterseniz: küresel eksen değişimi’ne.

    bakın, yeryüzü için girişilecek dünya çapındaki ayaklanmayı da 15 yıldır bekliyorum desem yalan olmaz..

    gezi direnişi ile gezegen için direniş, talihin garip bir cilvesi sonucu, türkiye’nin kalbinde istanbul’da birbiriyle buluştu. dünyanın dört bir yanından gelen 500’ü aşkın sayıda genç iklim aktivisti bir haftalığına buradaydı. kimisi gerçekten dünyanın öbür ucundan geliyordu. “google’layın”, yeryüzünün her noktasına en uzak yerde oturan ve oradan gelen insanlar bunlar. sonsuz maviliğin, okyanusun ortasında bit kadar görünen mercan atollerinden. 2 bin yıldır oturdukları bu “topraklar” sular altında kalıp; ebediyyen haritadan silinmeden önce on onbeş yılları kalmış. ama, “boğulmayacağız, savaşacağız!” diyorlar. en az 2 bin yıl öncesinden gelen geleneksel savaş danslarını yapıyorlar.

    peki düşman kim? bu insanlar, para tarihinin gördüğü en zengin şirketlerle boğuşmaktalar. örneğin exxonmobil ile. sadece ceo’su, prim ve ikramiyeleri ile, opsiyonlu hisse senetleriyle onların topunu, adalarıyla birlikte kimbilir kaç defa satın alır. ceo rex tillerson diyor ki, “benim felsefem para kazanmak. yeri delip petrol çıkararak para kazanıyorsam, o zaman onu yapmak benim hakkım.” çevreciler, “ama onu yaparsan gezegen batar; batıyor,” deyince o da cevap veriyor: “insanlık acı çekiyorsa, gezegeni kurtarmak neye yarar?”

    herkesin bir anlatısı var yani. zengin şirketin yöneticisinin felsefesi para ve kâr üstüne. pasifikteki o bit kadar nukunonu atolü yurttaşı genç adamın felsefesi de mercan kayalığını ve gezegeni kurtarmak için savaşmak üzerine kurulu. dev şirketin gücü ve parası korkutmuyor artık onu. korkusu kalmamış.

    iklimle ilgili benim de bir hikâyem var: 2006 yılında yaptığımız mitingi hatırlıyorum. yılın en soğuk ve tek kar yağan gününde yaptığımız “küresel ısınma” mitingini: elimde küçük kırmızı yangın söndürücü. bizi kadıköy’de demir bariyerlerle çevirdikleri o kafes gibi alana sokarlarken genç polis memuru yüzündeki gülümsemeyi zorlukla zaptederek sordu bana:
    “bununla mı durduracaksınız?

    “elimizden geleni yapacağız işte,” dedim ben de. zerrece ironi, istihza olmadan. ve bakın, işte geldiler. dünyanın genç iklim aktivistleri buradaydılar. şimdiye kadar benzeri pek görülmemiş yeni, cesur bir dalga yaratıyorlar. genç kuşağın “âvâzını âleme dâvut gibi sal”mak için buradaydılar, dansları, şarkıları, sloganları, zılgıtlarıyla.

    #direngezi ile #direngezegen böylece buluştu işte. 4 yıldır kömür termik santraline bedenlerini siper ederek azimle direnen gerzeliler de dayanışma için gezi’ye geldiler. gezidekiler de gerzelilerin yediği gazları daha yakından gördüler. 2 bin yıllık atolleri ebediyyen elden gidecek olanların direnişini de gördüler. ve tersi tabii. iklim direnişçileri de gezi direnişini, gezi ruhunu, gezi esprisini yakından görmüş oldular. her biri ülkelerine döndüklerinde burada gördüklerini de kendi mücadelelerine katacaklar bundan sonra …

    ama gidecek çok yol var daha. ve kısa zaman içinde gidilmek zorunda bu yol. dar alanda kısa paslaşmalar zamanı.

    2010’da “ 3 y” formülünü icat etmiştik: yerel, yatay ve yavaş (slow anlamında) örgütlenme. bence bu, bugün de geçerliğini koruyor. geziden gezegene, oradan da geriye gidersek denklem şöyle:

    demokratik, eşitlikçi, hakkaniyetli ve âdil bir dünya
    +
    tüm canlıların özgür ve haysiyetli yaşam sürdüreceği bir gezegen.

    “insanlık tarihinde potansiyel felaketler hiç bu kadar küresel olmamış, bu çapta sosyal ve ekolojik krizler hiç bu kadar eşzamanlı tehdit oluşturmamıştı,” diye yazıyor iletişim profesörü robert jensen, ve önemle ekliyor: “bizi tehdit eden tehlikeler hakkında da hiç bu kadar çok bilgiye sahip olmamıştık.”

    kapitalizmin temel ahlâk ilkeleriyle, anlamlı demokrasiyle ve ekolojik sürdürülebilirlikle bağdaştığı masalına hangi biriniz inanıyorsunuz? bu palavraları anlatan ders kitaplarını yırtıp atmanın, rüzgâra savurmanın zamanı geldi ve belki de geçti bile.

    istanbul’un ve başka şehirlerin parklarında yeni bir toplumun felsefî, ahlakî, ekonomik, kurumsal temelleri üzerine derin ve anlamlı tartışmalar yaşanıyor şimdi. parklarda, sokaklarda, dersliklerde, barlarda ve her yerde.

    insanlar korkuyu yendi ve ayaklandı.... dünyada da öyle. derin bir sarsıntı ve ayaklanmalar zinciri var: brezilya’da, mısır’da, bulgaristan’da, hong kong’da... orada, burada ve her yerde...

    şimdi kavgaya girme zamanı. girersek, aktivist ve yazar rebecca solnit’in dediği gibi –bir ihtimal– kazanabiliriz. ama girmezsek, kazanamayacağımız garanti! kavgaya girmek içinse, hayatla yüzleşmek gerek; başka çaresi yok.

    robert kolej’deki son yıllarımızda bizim sınıflara hocalık edenler arasında bireysel başkaldırı yolunu seçmiş sıkı entelektüeller, abd’den (vietnam savaşından vb.) kaçıp buraları mesken tutmuş olanlar vardı. onların arasında yazar ve aktivist james baldwin’i de özlemle hatırlıyorum.. baldwin, 51 sene önce yazdığı bir makalede “yüzleşilen her şey değiştirilir diye birşey yok,” diyordu hayatı kastedederek. ve devam ediyordu: “ama yüzleşmedikçe, hiçbir şeyi değiştiremeyiz.”

    2013’lüler sınıfı,

    gezi ile müthiş birşey başardınız aslında: yüzleşmeyi başlattınız ve dünyayı değiştirmeye başladınız.

    o zaman, 55 yıllık kadim dostum ralfi’nin bana yazdığı gibi:

    lûtfen devam!

    neden, biliyor musunuz?

    “bu daha başlangıç, mücadeleye devam!” da ondan.

    hepinizi saygı ve sevgiyle kucaklıyorum."
  • cumhurbaşkanı abdullah gül'e açık mektup yazan radyocu. buyrun:

    19/11/2007

    t.c. cumhurbaşkanlığı makamına,

    19 kasım 2007

    sayın abdullah gül,

    t.c. cumhurbaşkanı,

    birleşmiş milletler’in iklim değişikliği ile görevli resmi kuruluşu ipcc, acilen radikal tedbir alınmazsa, dünyanın hızla ölüme sürüklendiğini ortaya koyan son raporunu 17 kasım 2007 tarihinde dünyaya yayımladı. sizin de gayet iyi bildiğiniz gibi, geçen ay nobel barış ödülü’nü abd eski başkan yardımcılarından al gore ile paylaşan kuruluşun bünyesinde, dünyanın önde gelen bilim insanlarından 2,500’ü aşkın sayıda insan görev yapıyor. bu bilim insanlarının, kendi ülkelerinin temsilcileriyle birlikte kaleme aldığı ve bm üyesi hükümet temsilcilerinin tümünün onayladığı rapor, küresel ısınma yüzünden dünya denizlerinde görülen asitlenmenin belki de 20 milyon yıldan beri görülmemiş büyüklükte bir kimyasal değişmeye doğru gittiğini tespit ediyor. öyle ki, karbon salımları hemen durdurulabilse dahi, denizlerin normale dönmesi için on binlerce yıl geçmesi gerekecek.

    rapora göre, küresel iklim değişikliği, denizlerdeki tüm hayat dokusunu tamamen altüst edecek ve bu korkunç gelişme halihazırdaki küresel ısınmayı çok daha vahim hale getirecek. âni ve geri döndürülmez bir gelişme olarak, yeryüzündeki canlı türlerinin üçte birini yok edecek. ilaveten, tarım hasatını her yerde büyük kesintilere uğratarak yeryüzünün dört bir yanında kıtlık ve açlığa yol açacak.

    bm genel sekreteri ban ki-moon, raporu dünyaya ilan ederken, küresel ısınmanın gittikçe hızlanmasını “dehşet verici” olarak nitelemekte ve başta abd ve çin olmak üzere dünyanın siyasi karar alıcılarını hemen harekete geçmeye, endonezya’nın bali şehrinde yapılacak zirvede kyoto protokolü’nün yerine, ondan çok daha güçlü bir bağlayıcı antlaşma üzerinde görüşmeye çağırıyordu.

    ipcc başkanı, iklim bilimci rajendra pachauri, tehlikeli iklim değişikliğini önlemek üzere herhangi bir umut besleyebilmemiz için kyoto’nun çok ötesine geçen radikal indirimler yapmak için sadece 8 yılımız kaldığını açıklıyordu.

    sayın cumhurbaşkanı,

    esasen, bu konuda dünyanın iklim uzmanları arasında tam bir fikir birliği mevcut olduğu görülüyor. atmosfere boca edilen ve küresel ısınmaya yol açan kirletici “sera gazları”nın sadece 1970’ten bu yana yüzde 70 artış gösterdiği, bunun sadece 35 yılda 0.6 derece sıcaklık artışına yol açtığı, atmosferdeki co2 miktarının son 650 bin yılda görülmemiş bir seviyeye çıktığı da raporun tespitleri arasında yer alıyor. bm iklim değişikliği çerçeve sözleşmesi yürütme sekreteri yvo de boer de, başta çin, birçok ülkede kömür yakıtlı yeni elektrik santrallerinin yapıldığını, bu santraller bir kez yapıldıktan sonra, onları sökmenin ve iklimin kontrolden çıkmasını önlemenin çok daha zor olacağını, bu yüzden de yeni bir uluslararası anlaşmaya varmanın “inanılmayacak kadar acil” olduğunu vurguluyor. dünyanın önde gelen iklim bilimcilerinden biri, belki de birincisi olan ve nasa goddard enstitüsü başkanlığı’nı yürüten dr. james hansen’in uyarısı da tamamen aynı yönde:

    “abd enerji bakanlığı, her yıl atmosfere gitgide daha fazla co2 boca edeceğimizi belirtiyor: burada sadece ilave co2 değil, bir yıl önce atmosfere atılan co2’den daha fazlası kastediliyor. bu yolu izlemeye on yıl bile daha devam etmek, çok çarpıcı iklim değişiklikleri olacağını garanti eder. bu da başka bir gezegen demektir: kuzey kutbu’ndaki buzsuz denizleri, tüm sahillerde fırtınalara ve yükselen deniz seviyelerine bağlı olarak durmadan tekrarlanan faciaları, tatlı su kıtlığı ve bölgesel iklim bozulmaları ile belirlenen bambaşka bir gezegen...”

    dr. hansen’in bu sorunla baş etmek için yapılması gerekenler konusunda birinci önerisi şu: kömür yakıtlı yeni enerji santrallerinin yapılmasına bir moratoryum getirilmesi şart. yani, co2 yakalama ve depolama teknolojisini geliştireceğimiz güne kadar, tüm santrallerin yapımının askıya alınması gerekiyor. hansen’e göre, dünya bu teknolojiye muhtemelen beş - on yıl içinde sahip olacak. ama, bunu başaramazsak, kömür yakıtlı santrallerin üstünden buldozer geçirilmesi gerekeceği de açık. karbondioksitin iyice tehlikeli seviyeye çıkmasını engellemenin tek yolu bu; çünkü, yalnızca petrol ve doğalgaz tüketimimiz bile bizi tehlikeli seviyeye çok yaklaştırmaya yetiyor zaten. dr. hansen, ömürleri 50 - 75 yıl olan eski teknolojiye dayalı santralleri, ömürleri içinde bile kullanamayacaksak, kurmanın akla ve mantığa uygun olmadığını söylüyor. üstelik, enerji verimliliği alanındaki büyük potansiyelimizden yararlanırsak, yeni enerji santrallerine zaten ihtiyacımız olmayacak.

    günümüz bilim dünyasının üzerinde tam bir ittifaka vardığı konu, dünyanın birleşip küresel ısınmaya karşı acil tedbirler almasının şart olduğu. bu tedbirlerin zamanında alınmasının ekonomik büyümeyi olsa olsa yılda binde bir oranında yavaşlatacağı, hatta muhtemelen büyümeyi ve istihdamı artıracağı da ipcc raporunda belirtiliyor. acil tedbirler arasında belki de en önemlisi, alternatif enerji kaynaklarına bir an önce yönelmek. ipcc raporları, düşük karbon hedeflerine ulaşmak için dünya çapında nükleer santrallerde üretilen güç payının sadece yüzde 2 artmasının bile yeteceğini, yani yeni reaktör yapılmasına gerek olmadığını belirtirken, başka uzman raporları, bunun dahi gerekli olmadığını ortaya koyuyor. yani nükleer güç santralleri, tanesi 3 milyar dolar gibi yüksek maliyet dezavantajının yanı sıra, temel ihtiyaca cevap vermekten de hayli uzak görünüyor .

    ama, sayın cumhurbaşkanı, nükleer güç olanağı, bizim çok önemli bir başka olguyu kavramamızı sağlıyor; o da kömür yakıtlı yeni elektrik santrallerinin getirdiği ölümcül tehlikedir. dünyadaki pek çok uzmanın belirttiği gibi, bir nükleer santralin gayet önemli riskleri mevcut. ama öte yandan, kömür yakıtlı yeni elektrik santrallerinin riski yoktur; onların dünyaya yıkım getireceğinin garantisi vardır. dünyanın önde gelen uzmanları artık bu konuda hemfikir.

    eğer bizler, küresel ısınma tehlikesiyle mücadele etme konusunda gerçekten bir şansımız olmasını istiyorsak, enerji tasarrufu ve yenilenebilir enerji (rüzgâr, güneş, hidrolik, jeotermal vb.) dışında bir seçeneğimiz olmadığını kabul etmek zorundayız. bu, aynı zamanda, gelecek nesillerin ve henüz doğmamış kuşakların haklarını korumak, onlara yaşanabilir bir gezegen devredebilmek bakımından da elzem görünüyor. yani, insanlığın en temel değerlerinden biri, belki de birincisi olan adaletin sağlanabilmesi için elzem olan bir gerçeğin kabulü söz konusu. bu, bence, insan varlığı olarak temel sorumluluğumuzdur.

    sayın cumhurbaşkanı,

    tbmm’de 9/11/2007 tarihinde kabul edilen, 5710 sayılı “nükleer güç santrallarinin kurulmasi ve işletilmesi ile enerji satişina ilişkin kanun”, genel olarak türkiye’de nükleer güç santrallerinin kurulmasını teşvik etmekle, özellikle de ölümcül kömür yakıtlı santralleri teşvik eden, hatta bunlara 15 yıl alım garantisi veren “yerli kömür yakitli santrallarin teşviki” başlıklı geçici 2. maddesi ile yukarıda izah etmeye çalıştığım temel bilimsel verilere aykırıdır.

    bunun yanı sıra, söz konusu kanun ve onun geçici 2. maddesi, çocuklarımızın, torunlarımızın ve onlardan sonra gelecek kuşakların yaşama haklarını ihlal etmekte, bir anlamda ülkenin ve dünyanın geleceğini ipotek altına almaktadır. dünya bilim topluluğunun bizlere sunduğu verilerin ve hepimizin içinde mevcut olan adalet duygusunun ışığında, temsil ettiğiniz makamın gereği olarak sahip olduğunuz anayasal yetki ve sorumluluklara dayanarak, söz konusu kanunu bütünüyle yeniden görüşülmek üzere tbmm’ye iade edeceğinize güven duyduğumu belirtir, bir türkiye cumhuriyeti vatandaşı adına sunulmuş bir dilekçe niteliğindeki bu mektubumu dikkatlerinize saygılarımla arz ederim.

    dr. ömer madra

    açık radyo yayın yönetmeni,
    istanbul bilgi üniversitesi öğretim üyesi

    kaynak: http://www.acikradyo.com.tr/…mv=a&aid=20894&cat=100
  • "ruzgara karsi" kitabindaki "calismak asagilanmaktir" yazisiyla hayranligimi kazanmis yazar, eski ogretim elemani, simdi acik radyo'cu.
  • ömer üründül'ün alan daraltan presi varsa ömer madra'nın da kyoto protokolü var. galiba yumurta bile haşlamıyo ozon delinmesin diye...
  • new orleans'ta beklenen kasırgayla ilgili "bazı insanlar, 'bu doğa ananın bizi cezalandırması' diye yorum yapacak, bazıları da 'onu ananızı şey etmeden önce düşünecektiniz' diye tepki verecek" şeklinde görüş bildirerek beni benden alan üstat, bilgi küpü.
  • fetö/cia kurgusu ergenekon kumpasında, şerefli türk subayları birer birer intihar ederken hükümete “ergenekonu derinleştirin, arkanızdayız” diye imzalı dilekçe yollamıştır.
hesabın var mı? giriş yap