• saadet, mutlulukla manadaş bir kelime. fakat bana sanki mutluluktan fazla bir şeymiş gibi geliyor. hani ya mutluluk ansal, mekânsal, geçici de, saadet zamansız, mekânsız, baki gibi. nereden hükmettim böyle bir şeye bilmiyorum ama mutluluk bir adaysa, saadet bir kubbe, cihanşümul. aa bu kelimeyi de kullanacağım hiç aklıma gelmezdi iyi mi, cihanşümul, saadete kısmetmiş.

    saadette bir genişlik var. fonetiğinden sebep belki. istanbul'un da adı ya dersaadet, maziden kalma. mutluluk kapısı mı, inşaat kapısı olmasın artık o kapı, tenekeden tokmağı. istanbul deyince vallahi ürperiyorum, tıngırdıyorum. asrın teneke şehri. şehr-i teneke. yok yok diyemem, kıyamam yine de.
  • ağır bir kelime saadet. ağırlığınca saadet de vadetmiyor her zaman. ah keşke etse.

    saadet diye bir arkadaşım vardı ortaokulda, aklıma o geliyor hep. okulun ilk birkaç haftasında tanışıvermiştik. eve gidiş yolumuz aynıydı. küçük yerde yaşayınca, eve gidiş yolumuz çoğu arkadaşımla birdi aslında. çok konuşkan biri değildi saadet. haftalar boyunca, ailesinin ula’da yaşadığını, anadolu lisesini kazanınca onu bizim ilçeye yolladıklarını, amcası ve yengesinin yanında kaldığını anlatmıştı ancak. çok konuşmazdı, ben de çok sormazdım. bir yolu paylaşmak ve derslerden, öğretmenlerden, yakışıklı çocuklardan, benim kocaman turuncu gözlüklerimden, onun diş tellerinden bahsetmek yeterliydi o zamanlar. ingilizce öğreniyorduk bir de, hiç bilmediğimiz bir dünya ayaklarımızın altında sanıyorduk. daha okuldan kaçmak ne demek hiç bilmiyorduk üstelik, onu da öğrenecektik. gel zaman git zaman, bir gün yine eve dönerken, her zaman uğradığımız parkın içinden geçerken, oradaki bir banka oturuverdi saadet. “eve hiç gidesim yok” dedi. “neden?” dedim. “orası benim evim değil çünkü” dedi. sonra birden ağlamaya başladı. bence bir çocuğun başka bir çocuğun gözyaşlarına şahit olması çaresizlik dolu bir an. ne yapacağını, ne diyeceğini hiç bilmiyorsun çünkü. rol yapmayı, ezberden teselli cümleleri savurmayı öğrenmemişsin ki daha. hiç konuşmadığımı hatırlıyorum. sustum o ağlarken. o da öyle istermiş gibiydi. ağladıkça ağladı, durdu durdu tekrar başladı. sonra belli belirsiz şu cümleler döküldü ağzından;

    “yengem beni hiç sevmiyor. amcam yokken bana çok kötü davranıyor”

    çaresizliğin altında ezildik o anda, o çocuk halimizle, o bankta. hâlâ buna ne denir bilmiyorum. “istersen bize gidelim?” deyiverdim sadece mahcup mahcup, yanlış bir şey söylemekten korkarak. sonra onun birden ayaklanıp, gözyaşlarını silişini, “hadi geç oldu, gidelim artık” deyişini hatırlıyorum.

    tabii ki o gün bize gelmedi saadet. sonra ben de ona bunu soramadım bir türlü, nasıl sorulur bilemedim de. ancak o isterse, yine o günkü gibi anlatır diye düşündüm. veya öyle düşündüğümü düşünmek istiyorum şu an. günler böyle geldi geçti. bir gün, ingilizce dersinde herkes kısaca kendini anlatıyordu. adının ne anlama geldiğini de söylüyordu. saadet’e sıra gelince;

    “my name is happiness” dediğini hatırlıyorum. (ne güzel kelime, ne güzel isim, hem de her dilde...)

    ama aynı saadet birkaç gün sonra, yine eve dönüş yolunda ve yine ağlarken, bu sefer bana şöyle diyecekti;

    “adımı neden saadet koymuşlar ki”
  • şu "saadet" dedikleri şey, acaba nedir?

    para, mutlu bir yuva, evin neşesi çocuklar, güzel ve iyi huylu bir eş, sonsuz entelektüalite, sınırsız imkân ve zaman, hayattaki her şeyin tadının çıkarılması, adrenalin pompalatan sporlara müptelalık... acaba hangisi, hakikaten insanı mes'ud kılar?

    bunların hiçbiri insanı mutlu etmez. saadet bir an ele geçse dahi, muhafaza edilemez. çünkü paradır, tükenir. evlattır, eştir; fânidir, ölür. kitaptır, sıkar. zamandır, biter.

    demek ki bu hayatta insanı hakikaten, daimî olarak mutlu edebilecek hiçbir şey yoktur. öyleyse bunu aramak ve bu elde olmadığı için hayıflanmak da boşunadır. esas hayatta zorluk aramak ve onlarla mücadele etmek, bundan keyif almak gerekir.

    "dünyayı olduğu gibi kabul, ıslahına çaba sarfı ve daha iyi bir geleceğe dair ümitvar olmak" gerekir. akabinde de alelâde insanların sahip olmak için kellesini vereceği şeylerden ümit kesmeli. zira insanın ümit kestiği şeye artık ihtiyacı kalmaz.

    en nihayetinde de fâni olmayan yegâne şeye bağlanmak... işte saadet budur.
  • "üç şey vardır ki bunlar ademoğlu'nun saadetinden sayılır.

    - saliha kadın,
    - elverişli mesken,
    - iyi hayvan.

    üç şey de vardır ki ademoğlu'nun bedbahtlığı cümlesindendir.

    - kötü kadın,
    - kötü mesken,
    - kötü hayvan."

    (bkz: hz. muhammed)
  • saadet hayatin getirdigi tum yuke,tum dertlere ragmen hayata katlanma becerisidir...
  • kızıltepeli bir pisi pisi. tarator beyefendinin biricik kızı mes'ude olarak da bilir mardin civarında. yıllarını kediye adamış bendenizin hayatında gördüğü en az yemek yiyen kedidir, altının çizilmesi gerekir. hayır kendisi o kadar kolumu çizmiştir ki bir entari çizmek boynumun, pardon kolumun borcudur. babası tarafından iyi yetiştirilen kızımız ayrıca "7" rakamını eskiler gibi ortasından çizgi ile çizmektedir, hâliyle dikkat çekmiştir. mardin'in benim için unutulmazlarından biri olacaktır bu minik kuzu. kuzuya son not, özenle çizdiği kollarım evdeki miyavlayanlar sürüsü tarafından koklanmış lakin dikkate alınmamıştır. üç beş gram daha almasında fayda olabilir.
  • "ben saadeti ikiye ayırırım. başkalarından alınan saadet, başkalarına verilen saadet. benim için saadet başkalarına verilen saadettir."
    (bkz: acımak)
    (bkz: reşat nuri güntekin)
  • "beşeriyet derin bir ah çekti ve:
    -doğru, doğru!.. lütfen bana söyleyin, merhamet edin. madem ki hayattan tiksiniyorum ama onsuz da yapamıyorum. öyleyse saadetin ne olduğunu bana söyleyin, dedi.

    o sırada başkan geldi. meseleyi anladı ve oradakilere:
    -haydi bakalım, şu zavallının sorusunun cevabını verin! dedi.

    oradakilerin bazıları şu şekilde cevap verdiler:

    hz. ibrahim:
    -saadet; çalışıp kazanmak ve kazanılanları başkalarıyla paylaşmaktadır.

    hz. musa:
    -saadet; nefsi, firavun'un tutkuları gibi tutkulardan kurtarmaktadır.

    hz. adem:
    -saadet; şeytana ve havva'ya uymamaktadır.

    konfüçyus:
    -bir tencere pirinç pilavına bütün lezzetleri sığdırmaktadır.

    platon:
    -daima yüce şeyleri düşünmektedir.

    aristo:
    -mantık! işte saadet!

    zerdüşt:
    -saadet, karanlıkta kalmamaktadır.

    brahma:
    -saadet mi? zannedilen şeyin aksidir.

    hz. isa:
    -saadet; maziyi unutmak, içinde bulunulan anı iyi değerlendirmek, geleceği düşünmemekle mümkündür.

    lokman hekim:
    -insanlar bu kelimeyi bütün dertlerini bir sözle ifade etmek için icat etmişlerdir.

    hızır aleyhisselam:
    -saadet, tutkuların giremediği gönüllerde aniden görülen bir hayalettir.

    bu sözler üzerine buda öfke ile ayağa kalkıp:
    -ey beşeriyet! saadet, yok olmanın güzel isimlerinden biridir. nirvana! ey beşeriyet! nirvana! dedi.

    sonunda beşeriyet yorgun bir hâlde yere düşüp:
    -oooff! hangisi? hangisi? diye söylendi kendi kendine.

    işte o zaman başkan ayağa kalktı ve:
    -ey beşeriyet! saadet, hayatı olduğu gibi kabul edip, insana yüklediği yüklere razı olup, bunun daha iyi olması için gayret etmektir, dedi."* *
  • hayatı olduğu gibi kabul etmektir
  • "insan ruhunun en az tahammül edebildigi sey -belki daha ötesi olmadigi, kendimize mühlet vermeden yasamaya mecbur oldugumuz icin olacak- saadettir. istirabin icinden geceriz. tipki calilik, taslik bir yolda yürür, bir bataktan kurtulmaya calisir gibi ondan siyrilmaya calisiriz. fakat saadeti bir yük gibi tasiriz ve bir gün farkinda olmadan yolun bir ucunda, bir koseye birakiveririz." diye tanimlar tanpinar, o ünlü romani huzur'da.
hesabın var mı? giriş yap