• "insan kendine acır mı? ben acıyorum." cümlesinin özetleyebileceği bir öykü evdeki. küçük kasabaya tıkılı bir yaşamın bunaltısı ve tiksintisi içinde; dışarının kendisine dayattıklarına direnen ama daha çok kendi iç dayatmalarıyla tıkanan, evlenmeyi reddeden bir genç kızın öyküsü.
    daralan dünyasının hiçbir unsurunu beğenmeyen, etrafındakilere belli bir üstünlük duygusuyla bakarken, bir "benim ne işim var burada?" sorgulaması.
    kasabadan çıkıp gitmenin ancak düşlerinde olanaklı olacağını bilmenin; taliplerini redderken içten içe bir erkeğin varlığını özlemenin çelişkisi. sakınımlı düşlerinde kendine layık gördüğü anlık ilişkilerin objelerinin özellikle tiksinti duygusunu çoğaltacak örneklerden seçilmesi gülümsetiyor insanı. yüzündeki ergenlik sivilceleri ve kurbağa soğukluğundki gözleriyle dayıoğlu necati; yalnız yatağında, kasabadan düşünde olsun çıkmayı dilerken yoldan geçen sarhoş örneğin bu çelikşinin vücut bulmuş halleri.
    evdeki kendine acımanın öyküsü.
    evdeki bir daralma ve tiksinti duygusu.
    evdeki süreklilik içeren bir yerini yadırgama hali.

    sivil sözlük alıntısı
  • üstad yusuf atılgan'ın bodur minareden öte adlı kitabında yer alan öykü.

    öykü bir kasaba hayatının ve huzursuzluğunun, toplumsal normlar arasında ezilmiş insanların çok güzel bir örneği. dayatılan kurallar ve bu kurallara uymaya çalışırken mutsuz olan insanlar 'o' kasabada olduğu gibi bugün çevremizde de bolca var. atılgan öykücülüğü popüler olmuş aylak adam'ın gölgesinde kalsa da türk edebiyatının en iyi örneklerinden birkaçını vermiştir.
  • atilgan'in bence en iyi oykusu.
  • yusuf atılgan'ın öyküleri arasında anayurt oteli'ni önceleyen.

    genç kız düşünür:

    "bense hep burada kalacağım, kendi kendimle. insan kendine acır mı? ben acıyorum."

    genç kız kasabadaki evde, zebercet ise otelinde esir gibidir. her ikisi de bekârdır. genç kız evlenmeyi reddeder. zebercet ise gecikmeli ankara treniyle gelen kadını bekler de bekler.

    beklemek yusuf atılgan için tanıdık bir laytmotiftir. öykülerindeki çoğu kişi bir şeyleri bekler; değişmeyi, ilerlemeyi değil, birilerini bekler onlar, geçen zamanı duyumsayıp öylece beklerler. hiçbir şey olmaz halbuki.

    kasaba, köy ya da kent, fark etmez; beklemek hep aynıdır. "neyi bekliyorum ki?" diye sorar zebercet ve kalın sicime doğru yekinir.

    genç kız düşünür:

    "neden bu daracık kasabadayız biz? yoksa bütün dünya böyle mi? kitapların dediği yalan mı?"

    bir kasaba, bir manisa, bir hacırahmanlı, bir istanbul; fark etmez, her yer aynıdır, çünkü kahramanlar statiktir, onlar değişmeyi bilmezler. bu, cumhuriyet ile beraber kabuk değiştiren ama bir türlü değişemeyen (batılılaşamayan) ve giderek içe dönen, sonra amerikanlaşan, sonra yeniden otoriterleşip içine kapanan, doğu ile batı arasında araftaki, aslında değişimden bihaber, belki de değişim sözcüğünü yanlış anlayan bir ülkenin yusuf atılganvari yorumudur.

    evdeki evdedir, oradadır, odasında yalnızdır. zebercet de oteldedir, ana rahmindedir. yaşayan ölülerdir onlar. değişim bu yüzden imkânsızdır.

    genç kız düşünür:

    "uyuyamıyorum. oda karanlık. pancurlar kapalı. gene de bir çocuk ağlaması duyuluyor. uzak, çok uzak bir yerden gelir gibi. sıkıntılı. sanki gelecek günlerine ağlıyor."

    şunu düşünürüm ben de: o ağlayan çocuk zebercet'tir!

    ilaveten (bkz: anayurt oteli /@hanging rock)
  • yusuf atılgan'ın naif bir öyküsü.

    öyküde otuzlu yaşlarına yaklaşan, ismi ve kişiliği olmayan, kendine ve çevresine yabancılaşmış, evlenemeyen bir kızın kasaba ortamında yaşamını anlamlandırma çabası anlatılır. evdeki olarak seslenilen kahraman, annesiyle birlikte yaşar; babası ölmüştür. liseyi bitirmesine rağmen kasabadaki kız çocuklarının okutulmama anlayışı nedeniyle okula devam edememiştir. ingiltere’de eğitim görmüş dayısı bile evdeki’ne, erkek olmadığı için, eğitimi konusunda yardımcı olamamıştır. evdeki, yabancılaşmanın etkisiyle çevreyle ilişiklerini sınırlandırır. kendisinden ingilizce dersi almaya gelen yetişkin sayılabilecek dayısının oğlu necati’ye karmaşık bir cinsel duygu besler. evlenmediği için çevrenin baskı ve dedikodularıyla yüz yüze kalması annesiyle de eskisi gibi anlaşamamasına neden olur. kasabayı yaşanmaz, kasaba erkeklerini kaba, kadınlarını ise asık yüzlü bulur. öyle ki kendine ve çevresindekilere acır. duygularındaki gelgitler ve yaşadığı yeri okuduğu kitaplardaki dünya ile bağdaştıramaması mutsuz olmasının en önemli nedenidir.
  • yusuf atılgan'a ait öykünün tamamı şöyle:

    "bugün karşı arsaya yığılı kalasları kaldırdılar. kocaman kamyonlar onca kalası iki saat içinde aldı gitti. hiç ayrılmadım pencereden. annem bir iki kere “ne oturuyorsun, ortalık süpürülecek” dedi: aldırmadım. on yıl önceki arsayı düşündüm durdum. okul dönüşü bu pencereden top oynayan çocuklara bakardım. “kız, koca mı arıyorsun orada?” derdi annem, utanırdım. on yıl önce annemi de severdim. hem böyle kasabanın insanlarından korkmazdım. ben de onlar gibiydim. erkeklerin yanında uslu uslu oturur, kadınların dedikodusunu dinlerdim. okulu bitirdiğim yıl karşıya kalasları yığdılar. arsa sesini yitirdi. pencereden hep o kalasları gördüm yıllarca. kışın üstlerine kar yağdı, yazın güneşte esmer esmer yandılar. bugün kaldırdılar onları. şimdi içimde bir umut var. top oynamağa gelecek çocukları bekliyorum.
    annem aşağıdan “yemek hazır” diye bağırdı.
    —acıkmadım daha. bekleme sen, ye! dedim.
    sokağa bakıyorum. tek tük geçenler var. çoğu kadın. yüzleri asık, adımları sert. bir yerden kavgadan geliyorlar, ya da bir yere kavgaya gidiyorlar sanırsın… kös kös yürüyorlar. hepsi de kendine güvenen kişiler, belli. kusur bağışlayacak göz yok bunlarda. büzülüyorum; içimi bir korku kaplıyor. şu tokmak gibi herif bizim sokakta oturan kasap değil mi? öğle yemeğine geliyor olmalı. kime bırakmış dükkânı? yetişkin çırakları vardır. ceketi yamalı bir adama kemikli yerinden yarım kilo eti onlar yutturur şimdi. bu adamlar namaz kılar mı acaba?
    bir kadın geçiyor. tanırım onu, evleri bize yakın. kocası bir bankada çalışıyormuş. kıpkırmızı boyanmış. neler söylüyorlar onun için komşu kadınlar, ne kötü şeyler. inanmıyorum onlara. hep birini çekiştirirler. gözleri ışıldar anlatırken. onların yanındayken kalkıp gitmekten korkarım. gider gitmez beni çekiştirecekler sanırım. inanmıyorum onlara ama bu kadını da sevmiyorum. çok konuşur. ara sıra bize gelir. ‘bizimki’ dediği kocasını anlatırken bir bakışı vardır bana, evlenmedim diye eğlenir gibi, acır gibi bir bakış, sinirlendirir beni. gene de bir şey demem; anlamamış gibi dururum. o boyuna konuşur. müdürlere gitmişler geçenlerde. “bir kızları var kardeş, bu kadar da olur mu? neredeyse kucağına oturacak bizimkinin…” o kıza da acırım ben, şu kadına da, kendime de. neden bu daracık kasabadayız sanki. yoksa bütün dünya mı böyle. kitapların dediği yalan mı?
    kapı açıldı. baktım annem. canım sıkıldı. ne işi var burada? yanımda olmadı mı serin kanlı düşünüyorum; acıyorum ona. yaşlı kadın, onun dünyası da bir türlü diyorum. yanıma geldi mi tepem atıyor. ayıpmış, umurumda değil, sedire oturdu.
    —yarın fatmahanımlar gelecekmiş seni görmeğe, dedi.
    —yarın evde yokum ben.
    —nereye gideceksin?
    —hiç, ama yokum evde. çıkmam. kaç kere söyledim sana, evlenmek istemiyorum ben.
    —elalem ne diyor biliyor musun? eksiği var onun, diyor.
    —ne derlerse desinler. istemiyorum. kaçıncı bu? üstüme varma benim. kaçarım yoksa. satarım babamdan kalan bağı, tarlayı; alır başımı kaçarım.
    gözleri büyüdü. kalktı, kapıyı çarpıp gitti. dışardan sesini duyuyordum. rezil etmiştim onu ele güne. herkes kendini düşünüyor. ileniyor bana, sesinden belli ağlıyor da. ben de ağlamak istiyorum.
    kiminle evleneceğim bu kasabada? kim anlatıyordu geçende. “içip içip gecenin bir vakti gelir eve. ayağını önüme uzatır. ‘çıkar şunları’ der. leş gibi kokar ayakları.” içim bulanıyor. nasıl yatılır böyle bir adamla?
    sokak kapısı açılıp kapandı. eğildim baktım annem. kim bilir hangi kocakarıya gidiyor? yakınacak benden, içini dökecek, rahatlıyacak. bense hep burada kalacağım, kendi kendimle. insan kendine acır mı? ben acıyorum.
    kalktım aşağı indim. ayakyoluna girdim. çıkınca mutfakta ellerimi sabunladım. yemek dolabında taze baklayla pilâv var. bir tabakta yoğurt. yoğurtlu pilâv yedim biraz. pilâv soğumuş. olsun, soğuğunu severim ben. sonra gene odama çıktım. şimdi daha iyiceyim. dolaptan bir kitap aldım. sedire uzandım. ilk yaprakta dayımın adı yazılı. çoğu onun bu kitapların, bana verdi. iki yıl ingiltere’de okumuş. bana ingilizce öğretirdi. severdi beni. “kız, erkek olsaydın seni oraya yollardım” derdi. babamı hiç bilmiyorum. dayım da liseyi bitirdiğim yıl öldü. zaten her şey o yıl olmadı mı? kalaslar bile o yıl geldi arsaya.
    nice sonra kapı çalındı. kitabı bırakıp kalktım. ayaklarım uyuşmuş. annem anahtarı mu unuttu acaba? basamaklardan ağır ağır indim. necati mi yoksa? ara sıra gelir, ingilizce ödevlerini yaptırır. kapıyı açtım. oymuş. dümdüz taramış saçlarını. sarı yüzünde hep o ergenlikler.
    —nasılsın abla? dedi.
    —iyiyim. girsene.
    girdi. kapıyı kapadım.
    —halam nerede? diye sordu.
    —bilmem. komşuya gitmiştir.
    dayımın oğlu bu necati. babasından öğrendiğimi oğluna satıyorum. yukarı çıktık. sakal tıraşı da mı oluyor ne, kötü kötü kokuyor. baktım burun kanatları oynuyor, kokluyor. bu oda evde kalmış kıza kokar sanırım. alışmışım ben, duymuyorum. masanın önüne oturdum.
    —otursana, dedim.
    karşıma oturdu. kitabını, defterini masaya koydu. bu yıl sık sık geliyor bize necati. eskiden pek uğramazdı. hem üstünde bir sıkılganlık. odaya girince hem seviniyor, hem utanıyor gibi. büyüdü artık, liseye gidiyor.
    —ödev mi var? dedim.
    —evet dedi.
    kitaba uzandı.
    —biliyor musun, karşıdaki arsadan kalasları taşıdılar. eskiden çocuklar top oynardı arada, dedim.
    —sahi, dedi. (o yana baktı.) söyleyeyim arkadaşlara. biz de gelir oynarız.
    kitabı, defteri açtı. çalışmaya başladık. ben okurken, farkındayım dinlemiyor pek. şurama, burama bakıyor. en çoğu göğsüme. alt dudağı ağır ağır sarkıyor. hele gözlerindeki bulaşık bakış. bu mu istek dedikleri? kitabı uzattım.
    —şimdi de sen oku bakalım, dedim.
    toplandı, önce dudağı geldi eski yerine; ama gözlerindeki o bulaşıklık güç arındı. okuması kötü değil. ben gözlerine bakıyorum. yeşil, yeşil ya, çipil bir yeşil bu. tatsız. nasıl denir? işte kurbağa yeşili, soğuk. ergenlikleri de var. ince keskin dudakları. ne çirkin çocuk. çirkin ama bir çocuk körpeliği var onda, ya da bir genç erkek duyarlığı. bacağımı ondan yana uzatsam diyorum. uzattım. kıpırdarken dizi bacağıma süründü. bir kelimeyi yanlış okudu.
    —iyi bak o kelimeye, dedim.
    düzeltti. yüzüne kan çıkıyor. şimdi kalksam, arkasına geçsem, kitaba eğilsem, göğsümü sırtına bastırsam. kıpırdamıyorum. ağır bir hava var odada. oysa ilkyaz daha. bungun, ağır, sıkıntılı bir hava bu. necati hep okuyor. kurbağa sesi gibi. nasıl da benziyor kurbağaya. bir tiksinti, bir bulantı kabarıyor içimde. kendimden iğreniyorum. ses kesildi.
    kalktım pencereyi açtım. şu sıkıntılı hava dağılsın.
    —bugün hastayım ben necati, dedim. sen gelmeden yatıyordum. okuyuşun çok iyi. çevirisini sen kendin yaparsın.
    kalktı.
    —peki abla, dedi.
    gözlerinde o bulaşıklık yok artık.
    hava kararırken annem geldi. aşağı indim. mutfak masasında yemek yedik. hiç konuşmadık. evin içinde yalnız bulaşık çanaklara musluktan damlayan su sesi var; şıp, şıp, şıp… neden böyle olduk biz? ana–kız değil, sanki yabancıyız. sebebi ne bunun? garip töreleriyle bu kasaba mı, başkaları ne der tasası mı?
    yemekten sonra radyo dinledim. geç yattım. yatakta kendi kendime yalnızım. uyuyamıyorum. oda karanlık. pancurlar kapalı. gene de bir çocuk ağlaması duyuluyor. uzak, çok uzak bir yerden gelir gibi. sıkıntılı. sanki gelecek günlerine ağlıyor. içim daralıyor. yorganın altında büzülüyorum. iyi şeyler düşünmek istiyorum. uyusam da bari düşte çıksam bu kasabadan. olmuyor. biliyorum, bu gece uykumda üstüme bir kurbağa sıçrayacak, uzanıp uzanıp öpmeğe çalışacak beni.
    dışarıdan ayak sesleri geliyor. bir sarhoş bağırıyor. “uyyy, koca çarıklı allah, uy!” diyor. neden tam burada bağırdı bu adam? korkuyorum. öyle bitkin, öyle çelimsizim ki. şimdi insanlar bana ne isteseler yapabilirler. sarhoş pencereyi açıp yanıma uzanabilir. ama gelmiyor. sesi uzaklaştı. köprüye varmıştır. ne dediği anlaşılmıyor. yalnız sıkıntılı, adamın içini kurutan bir “uyyy!” sesi duyuluyor."**

    (bkz: öykü /#138069570)
  • hem bir toplumu tanımayı hem de satır aralarından insan gelişimini anlamayı olanaklı kılan, yusuf atılgan'a ait bir kendine yabancılaşma öyküsü.
  • erkek dilinde "evli olduğum kadın" anlamına gelen kelime.
hesabın var mı? giriş yap