• 1899-1980 arasında yaşamış felsefe ve mantık profesörü. mantıksal pozitivizm etkisindeki "viyana okulu"nda yetişmiş, sonra onlardan ayrılmış. türlü okullarda hocalık yapmış, tarih kurumu'nda çalışmış, erasmus ve nietzsche çevirmiş. kültürlü, "espirili" ve sivridilli. yaşamının sonunda bahçeye çıkıp orada mantık anlatır.
  • "...insan felsefeci olunca her şeyi, her olayı, her olguyu, her varlığı derinliğine ve başkalarının göremeyebileceği boyutlar içinde ele alır."diyen değerli insan, sanırım, bu sözleri de bir kadın felsefeci olan füsun akatlı için söylemişti.
  • nietzsche'den, erasmus'a birçok düşünürün eserini çevirmiş geçmiş zamanın dil ve tarih coğrafya fakültesi öğretim üyesi.
  • bu coğrafyada yaşamış büyük sosyal bilimler insanlarından biri. coğrafya, sosyoloji, tarih, felsefe, birçok çalışması olmuş. kendisiyle kant ve einstein adlı muazzam makalesi sayesinde tanıştım. göz önünde olmayan şeyleri birbiriyle şahane bağdaştırmış. kimsenin einstein'ın hayatını incelerken çalışmalarıyla felsefi totolojilerin içinden geçtiğini fark ettiğini sanmıyorum.

    http://dergiler.ankara.edu.tr/…ler/34/963/11870.pdf

    felsefe yazıları adlı kitabı da iyi yorumlara sahip. bulması zor bir kitap.
  • çağdaş yayınları tarafından 1976'da yayınlanmış felsefe yazıları adlı kitabın yazarı değerli felsefe insanı. "felsefe yazıları'nın"içindekiler:

    felsefede romantiklik
    aydınlanma çağı üstüne
    barok düşünce
    bilim felsefesinin bugün anlam ve önemi
    akıl mı deney mi
    varoluşçuluğun habercilerinden blaise pascal
    varoluşçuluğun büyük habercisi: sören kierkegaard
    martin heidegger
    bir hıristiyan varoluşçu: gabriel marcel
    jean-paul sartre'ın felsefesine giriş olarak varoluş felsefesi üstüne düşünceler
    varoluşçuluk bir felsefe mi
    ikinci dünya savaşından sonra felsefenin durumu üzerine notlar
    fenomenoloji ve mantık
    viyana çevresi genç friedrich nietzsche
    hegel ve nietzsche'de tarih görüşü
    mantık eleştirisi ışığında henri bergson
    johann gottlieb fichte ve zamanımızın düşünüşü
    machiavelli'nin kişiliği
    genç gottfried wilhelm leibnitz'te bilgi kuramı
    dil devrimi öncüsü büyük bir filozof
    kant ve einstein
    bilimde bir moda görüş: strüktüralizm
    eski mantık, yeni mantık
    bir mantık tanımı üzerine
    olasılık kavramının bilgi için önemi
    hakikat kavramı üzerine
    soyut-somut kavramları üzerine
    pozitivizm adı üzerine
    mutlak-göreli kavramları üzerine
    sembolik mantık ve tarih
    bilgi yöntemi ve özellikle tarih yöntemi üstüne
    doğa bilimi ve tarih

    edit: 2007'de kırmızı tarafından yeniden yayınlamıştır: teşekkürler (bkz: ampleforth).
  • (bkz: #73031689)

    nusret hızır'la bir söyleşi:

    füsun akatlı.: hocam bugün sizinle, bazılarını önceden çok konuşmuş olduğumuz konulara yeniden dönmek, belli alanlardaki düşüncelerinizi, eğilimlerinizi size kendi ağzınızdan özetlettirmek istiyorum, ne dersiniz?

    nusret hızır.: bu da nereden çıktı şimdi? çıkar dilinin altındakini, ne yapacaksın?

    f.a.: türk dil kurumu, kitabınızın yayımlanmasından ve tdk ödülü almasından sonra kişiliğiniz çevresinde uyanan ya da artan okur ilgisine bir karşılık verebilmek üzere sizinle sanat, felsefe, dil, genellikle kültür sorunları üzerine bir söyleşi yapmakla görevlendirmiş beni. işte dilimin altındaki. iyi olmaz mı?

    n.h.: evet ama benim bu konuda nasıl düşündüğümü sen bilirsin. bence yazan adam okura yazısıyla ulaşır. kendi hakkında bilinmesini istediği şeyleri yazısına koyar. okurun bir yazar hakkında bilmesi gereken de bu yazılanlardan ibarettir. yoksa o yazar nerede doğmuş, kimin nesiymiş, yaşamında neler olup bitmiş, patlıcanı mı sever, lahanayı mı bunlar okuru niye ilgilendirmeli? özel yaşam, kişi yazar bile olsa özel yaşam olarak kalmalı. istersen bunları yaz.

    f.a.: hocam olmaz! o zaman bu konuşma burada biter. böylece görüşlerinizden birkaçını değil, sadece birini aktarmış oluruz. bu da ilkece,
    öbürlerini aktarmayişimizin haklılığını ortadan kaldırır... şaka yapıyorum tabiî ama, gerçekten de, bence, bir yazarın okura ulaştırmadığı, ulaştıramadığı düşünceleri üzerine, küçük ipuçları verme anlamını da taşısa pekâlâ tartışılabilir, söyleşilebilir. okur bunları bilmek isteyebilir. bilmesinden hatta kimi yararlar bile umulabilir. siz bir defa hocasınız, sonra (ya da önce) felsefecisiniz. dil, edebiyat, müzik, tarih, kültür konularında da düşüncelerniz var. bu düşüncelerinizle dolaysızca temasa gelebilme fırsatını bulamamış olanlara kapanmak niye? hem siz bütün düşüncelerinizin ne kadarını kitabınıza koydunuz ki, sizi tanımakta onlarla yetinilmesini isteyebilesiniz. ama siz değil ben konuşuyorum, olacak iş mi bu?

    n.h.: olur olur. pekâlâ. nelerden konuşacağız. sen sor bakalım.

    f.a.: ben sormayayım da dilimize geldiği gibi konuşalım. felsefeden başlayalım isterseniz. felsefenin bir üst-dil olduğu yolundaki görüşünüzü özetler misiniz?

    n.h.: biliyorsun felsefe üzerine, metafizik üzerine ne düşündüğümü. dediğin gibi, felsefenin bir üst-dil olduğunu düşünüyorum. konusu diller olan bir dil. türlü türlü diller üzerinde etkinlikte bulunan, o diller üzerine söz söyleyen bir dildir felsefe. örneğin felsefenin bilim üzerine bir denetleme olduğunu da söyleyebiliriz. şu koşulla: bilimin kendisinin de bir dil olduğu kabul edilirse. demek oluyor ki, bilimi, genellikle de tüm sistemli insan etkinliklerini birer dil, felsefeyi de bu diller üzerine söz söyleyen, çözümlemelerde, denetlemelerde
    bulunan bir üst-dil olarak görüyorum.

    f.a.: hemen bu görüşlerin ardından metafizikten ne anladığınızı, metafiziğe niçin karşı olduğunuzu da bağlayalım mı?

    n.h.: tabiî bağlantı rahatlıkla kurulabilir. felsefe bir üst-dil, metafizikse bir konu-dilidir. ama konu-dilinin, deneyim gibi, denetim gibi gereklerini yerine getirmez. bilimler duyum-dilinden başlayarak adım adım ilerlerken, metafizik doğrulanamayacak sıçramalarla her türlü deneyimin, denetimin ötesine geçer ve yapıca felsefeden farklı bir düşünüş olarak karşımıza çıkar. yüzyıllar boyunca felsefe, bilimin çözemediği, daha doğrusu bilimin soru diye ortaya atamayacağı sorulan; örneğin acunun başlangıcı sonu var mı sorusunu, yani bilimin
    çerçevesini aşan soruları kurcalamıştır. metafizik olarak adlandırdığımız bu tür uğraşı, aslında bilimle hiç ilgisi olmayan bir konu-dili sorulanm kapsar. bunlara, nesnelerin özüne, mutlak'a erişebileceğini öne süren ya da insan yazgısı üzerine sözde sezgili bilgiler verdiğini sanan modern metafizikleri de katılyorum. bunların konusu gerçekte yok. onun için öne sürülen savlar boş ve havadadır. ben işte bu tür felsefeyi, felsefeden saymıyorum.

    f.a.: felsefeyi, bilim önermelerinin çözümlenmesi etkinliği olarak gören analitik felsefe akımıyla buraya kadar uyuşuyorsunuz. sırası gelmişken bu akımda doğru bulmadığınız yönleri de belirtir misiniz? ö y le sanıyorum ki tam katıldığınız bir akım değil bu.

    n.h.: felsefenin bilim önermelerinin çözümlenmesi etkinliği olduğunu söylemek, onun bir üst-dil olduğunu söylemektir. burada uyuşuyoruz onlarla. yalnız şu var: onlar bütün felsefeyi bundan ibaret görüyorlar, felsefenin bütün işlevini ve yöntemini bununla tüketiyorlar. benim görüşüm ise, temele diyalekti- ği alan bir görüş. diyalektik gidiş bize birtakım basamaklar veriyor; biraz önce söylediklerim işte her bir basamakta karşımıza çıkan geçici durağanlıklar için geçerlidir. salt yöntem kaygısıyla varsayılması gereken bu geçici durağanlıktan, sürekli durağan durum kabul etmek. işte pozitivizmin yanılgısı budur. pozitivizm olsun, analitik felsefe olsun, parçayı bütün sayıyor. ben viyana çevresi içinde yetiştiğim halde zamanla onlardan uzaklaşmamın nedeni de budur. sentetik görüş, diyalektik görüştür. bütünsel durumları bize o verir. bütüne varmada izlediğimiz yol üzerinde parçalara eğildiğimizde analitik görüş geçerli oluyor.

    f.a.: şimdiye kadar bilimi konu alan felsefe üzerinde, yani bilim felsefesi üzerinde konuştuk. am a siz ahlak, sanat, hukuk gibi, değerlerin öne çıktığı alanların da felsefeye konu olabileceğini yadsımıyorsunuz. sizin görüşlerinizin, bu alanların bilgisel değerini yadsıyan okulların görüşleriyle karıştırıldığına tanık olunuyor kimi zaman. bu konuda ne dersiniz?

    n.h.: benim felsefe ve bilim görüşüm monist bir görüştür. bütün bilgi dizgeleri birlikte bir bütün meydana getirirler. kendi aralarında gereksinmeler- den doğan iç yöntem ayrılıkları vardır sadece. bu ayrılıklar da bir yerde yapıntılı olmuşlardır zaten. ben bu anlamda monistim. bir tek görüş vardır, bütün sistemli insan etkinlikleri için geçerlidir. nerede bir dil varsa .felsefe oraya gelir konar. bu dil bilim olabildiği gibi, belli bir sanat, ahlak falan dizgesi de olabilir.

    f.a.: deminden beri tanımladığınız, açıkladığınız felsefe kavramına uymayan felsefeler için ne düşünürsünüz?

    n.h.: felsefe, üst-dilin araçlarıyla bir dilin araştırılması olunca; telkinde bulunmayı amaçlayan, karşısmdakinde bir ruh durumu yaratmayı amaçlayan felsefeler, bu gerekliliği gözetmediklerinden ötürü bir tür poetika oluyorlar. ama poetikanın araçları yerine, felsefenin araçlarını kullanıyorlarmış gibi davranmalarından ötürü de kötü poetikalar oluyorlar.

    f.a.: sizin filozoflarla ilgili yeğlemeleriniz, değerlendirmeleriniz bana hep çok ilgi çekici gelmiştir, hocam. bu, nesnellikten uzaklaşmak değil, onlar üzerinde iyice tanıyarak çok düşünmüş olmaktan, kendini vermiş olmaktan gelen bir ciddiye almak olarak yorumlanmalı, bence, öyle değil mi?

    n.h.: doğrudur. felsefeyle uğraşan adam kayıt aygıtı değil ki. bilmek başka, sevmek başka. bellibaşlı filozoflarla ilgili birkaç düşüncemi söyleyeyim. bir defa metafizikten uzaklaşanlara yakınım genellikle. bir zamanlar viyana çevresi’ne çok yakındım. zamanla bu düşünce tarzını dar buldum. bilgi kuramında, izlenimlerde durmayı kısır buldum ve az önce söylediğim gibi, diyalektik yöntem doğrultusunda olmak üzere, onlardan uzaklaştım. ama viyana çevresi’nin damgasını hâlâ taşımaktayım ve onlara borçluyum bir bakıma. temiz, arık, tutarlı düşünceye, seçik düşünceye önem vermek bakımından. düşünce disiplini bakımından yani. eskilere gidecek olursak; platon’dan
    uzağım. aristoteles’in büyüklüğüne hayranım ama bugüne taşınmasından yana değilim. hatta ortaçağa taşınmış olmasını bile hatalı buluyorum. düşüncenin donmasına yol açmıştır. sevmediğim platon bile, şiirsel yanından ötürü ortaçağda daha aydınlık bir etkide bulunmuştur. örneğin ingiltere’de, oxford’da. locke, felsefede bir temizlik yapmıştır ama pek tatsızdır. hume’un düşünür kişiliğini,
    dürüstlüğünü takdir ederim. kant’ı — aksini düşünenler olduğunu biliyorum ama — oldukça iyi ve aslından tanırım, ama sevmem. bazı sorunlan karıştırmış, felsefeyi geciktirmiştir. ben asıl leibniz’i çok büyük bulurum. metafizikçi yanıyla değil tabiî, dilbilim, mantık bakımından büyüktür o. zamanının iki buçuk yüzyıl ilerisindedir. yeniçağda aristoteles’in önemini bir o anlamış, modern bir anlayışla işlemiştir. düşüncenin otomatikleştirilmesi, modern mantık benzeri bir mantığın kurulması gereksinmesini ilk o duymuştur. sonra... kimi alalım? örneğin bergson’u da sevmem. tutarsızlığın ölçüsünü kaçırmış bir adamdır. bende sistem manisi yok ama, tutarsızlık bir yere kadar bir canlılık ifadesidir, çok fazlası aşırılık oluyor. varoluşçuluğa eskiden kendimi çok uzak duyardım, şimdi ihtiyarlıktan olacak, yeni yeni sempati beslemeye başlıyorum. fenomenoloji, açık kapıları açan bir okuldur. büyük bir felsefe çığırı değil. herkesde biraz fenomenoloji var. hegel’de hayran olduğum fakat gülünç bulduğum şeyler var. hegel pasaklı kadının dolabı gibidir. işlemeli ipekli elbiseyle kirli çoraplar yanyanadır onda. nietzsche’nin almancasım okumaktan büyük zevk duyarım, şiirsel bir zevk. o kadar. nicolai hartmann dersen, buzdolabına'konmuş, dondurulmuş bir hegel’dir o. hegel’deki dinamik gelişim, onda basamaklarda dondurulmuştur. birçok soruna cevap getiren, geniş kapsamlı büyük dünya görüşlerini başka yerlerde görüyorum.

    f.a. türkçe felsefe yapmak, türkçe düşünmek konularına ne kadar önem verdiğinizi derslerinizi ve yazılarınızı izleyenler yakından bilirler. sizin felsefeyi, bilimi, genel olarak tüm sistemli insan etkinliklerini birer dil olarak gören bakışınız, türkçenin felsefe dili olarak geliştirilmesi, arılaştırılması konusundaki tutumunuzu da etkilemiş midir?

    n.h.: bilimler de, felsefe de günlük dildendirler. ek olarak da, bunların günlük dilden esinlenerek kurmuş oldukları özel kavramları vardır. bundan ötürü felsefe dilinin gelişmesi ile günlük dilin gelişmesi arasında bir ayrım gözetmiyorum ben. yabancı dilden aktarılmış felsefe terimlerinin türkçeleştirilmesine ilkece bir sınır konamaz. felsefe sorunlan konuşulurken eski dilden, osmanlıcadan yardım ummak da hiçbir şekilde haklı çıkarılamaz. bunlar dereceleri değişik züppeliklerdir. yalnız iki sorundan söz edilebilir: 1. henüz karşılığı bulunmamış terimler olabilir; 2. felsefede de, telefon, televizyon gibi herkesin kullanmasından ötürü yerleşmiş sayılan terimler olabilir. amaç, bilinçli
    bir çabayla bu sorunların üstesinden gelmeye yönelmek olmalıdır. benim yapmak istediğim de bu olmuştur.

    f.a.: ben öğrenciyken, kendiniz örnek olarak bizleri türkçe sözcükleri kullanmaya özendirdiğinizi, hatta osmanlıca sözcüklere, terimlere eğilimli arkadaşlarımızı, “ben 65 yaşındayım, sen 20 yaşındasın, bu ne biçim dil! tazammun yoktur, içerme vardır. illet yoktur, neden vardır, ayıp!” diye azarladığınızı anımsıyorum.

    n.h. bence dili sevmek bir çaba ister. bu çabadan hiç olmazsa aydınlar, aydın adayları kaçınmamalıdırlar diye düşünürüm. yabancı sözcükler, yâ da türkçe karşılığı olan eski sözcükler, konuşurken, okurken, yazarken, dinlerken rahatsız etmelidir düşünen, dile saygısı olan adamı. seçmeli, sözcükleri seçerek konuşmalı. sana bir şey daha söyleyeyim; osmanlıca sözcükler, batı kaynaklı sözcüklerden daha da tehlikelidir. daha rahatlıkla, daha uzun süre benimsenebildikleri için. azarlamakta haklıymışım onları. iyi de etmişim.

    f.a.: bence de. peki hocam, dilden girdik, dille sürdürelim söyleşimizi. siz türkçede olduğunuz kadar iki yabancı dilde de rahatsınız. fransızlara fransız olmadığınızı, almanlara alman olmadığınızı kabul ettirmekte güçlük çektiğinize ilişkin bazı olayları anımsıyorum. bu yabancı dilleriniz en çok ne işinize yaradı?

    n.h.: anladım sözü nereye getireceğini. edebiyattan mı konuşacağız?

    f.a.: felsefecisiniz, bilimden yana bir felsefecisiniz ve geniş bir kültür alanına da bilginizle ve sevginizle açıksınız. bence bu, uzmanlaşmanın yaşam bağlarını yıprattığı, sanat zevkini yozlaştırdığı, hatta yok ettiği çağımızda çok önemli. bu söyleşimizde özellikle bu yanınızı örneklendirelim istedim.

    n.h.: edebiyat, müzik beni heyecanlandırmıştır, doyurmuştur, yaşamım boyunca vazgeçilmez bir gereksinme olmuştur benim için. bu da özel yaşamımla girdisi çıktısı olan bir şey oluyor ama...

    f.a.: zarar yok. neleri, kimleri okursunuz? kimleri seversiniz, biraz anlatın.

    n.h.: pekâlâ. almancayı, fransızcayı iyi bilirim, ingilizceyi zorlanarak okurum. defalarca dönüp dönüp okuduklarım... shakespeare, goethe, tolstoy, stendhal... sonra, ifade ettikleri toplumsal yapıyı sevmememe karşın, bir soyutlama yaparak, fransız klasiklerini çok okurum. dillerinin yetkinliğinden ötürü. corneille, racine, la bruyere, şu fablcı la fontaine... gençliğimde baudelaire âşıkı idim. şimdi aşkım geçti ama hâlâ neredeyse bütün baudelaire’i ezbere bilirim. eskilerden françois villon’la çok meşgul oldum. büyük klasik çağ başlamadan önceki barok şairleri çok sevdim. st. amant, regnier, theophile gibi, hatta jodelle, hatta malherbe gibi, bir ara baroku fransız
    yazınına sokmuş olup da sonradan yitip gitmiş olan şairleri sevmişimdir. rönesans döneminden de ronsard gibi, joachim du bellay gibi ilgilendiğim, sevdiğim şairler vardır. en modern fransız şiirine gelince, eluard, rene char, patrice de la tour de painbaşka başka adamlar olmakla birlikte, ayrı ayrı çok sevdiğim şairlerdir. aragon’u daha az sevdim. alman şiiriyle de çok meşgul oldum. özellikle 19. ve 20. yüzyıl alman şiiriyle. heine ile, rilke ile duygu bağı kuruldu aramızda. ama herkesin pek hayran olduğu stephan george’ye tahammül edememişimdir. işte aklıma geliveren birkaç örnek. hep okuduğum, hep okuyacağım şiirler.

    f.a.: şiire olan sevginizin yanı sıra, dünya romanını da seçici bir gözle okuyor, değerlendiriyorsunuz, değil mi?

    n.h.: roman da tabiî onsuz olunmayacak bir ayn dünya. birkaç çok büyük yazar üzerinde, romana nasıl yaklaştığımı örneklendireyim, yoksa söz uzar gider. örneğin, biliyorsun — ve anlaşamıyoruz bu konuda — tolstoy’u doştöyevski’den daha çok seviyorum, daha büyük buluyorum. nedenine gelince, yapısal bakımdan, roman kurgusu, yapısı bakımından daha romancı, daha büyük geliyor tolstoy bana. belki kuru mantıkçılıktan gelen bir eğilim bu bende. ama dostoyevski’yi de pek çok severim. defalarca okudum, hâlâ okurum. sonra
    proust! proust’u da o kadar büyük bulmam. çok usta bir romancı, ama büyük değil. dâhi bir dedikoducu. bir insanlık romanı olarak değil, belirli bir sınıfın içinde bir küçük grubun romanı olarak görüyorum proust romanını. her roman belirli bir sınıfın romanıdır ama ondan, dolaylı olarak insanlığa geçilir. büyük roman bunu yapandır. ben proust’tan insanlığa geçemiyorum. büyük usta, ama o kadar. öte yandan bak örneğin stendhal okuduğum zaman, bana mozart dinliyormuşum gibi gelir. açıklaması uzun ve zor. sonra choderlos de lactos benim için muazzam bir keşif olmuştur. o zaman fransız romanında bazı damarların nereden geldiğini anlayıvermiştim. hemingway neden çok büyük değil benim için? çünkü yüzyılının önünde durup ışık tutan değil, yüzyılının içinde durup “20. yüzyıl budur!” diyen bir yazar. ama onu da, fitzgerald gibi, stein gibi, woolf gibi, faulkner gibi yazarları da ilgiyle, severek okumama, iyi edebiyat saymama engel olmadı bu düşüncem.iyi

    f.a.: türk edebiyatına gelince...

    n.h.: türk edebiyatına gelince, birkaç şey söyleyeyim: ömer seyfettin’in büyüklüğünden hiçbir şey anlamamışımdır. halit ziya’ya da tahammülüm yoktur. edebiyat tarihçileri yerine oturtsunlar, değerini versinler, hüseyin rahmi edebiyat bile değildir. mehmet rauf u da, o kuşaktan aklına gelenleri de sevmem. ahmet haşim’i okudukça bana fransızların ikinci dereceden saydıkları henri de regnier’nin çevirisini okuyormuşum gibi gelir. uzun sözün kısası, benim için yunus emre gibi eskiler ve divan edebiyatının bazı dizeleri bir yana, gerçek olarak türk edebiyatı 1940 kuşağı ile başlamıştır. orhan veli, melih cevdet ve oktay rifat’ın girişimlerine tanıklık ettim. üçü de yakın dostlarımdı. onları belki nurullah’tan da önce, ilk alkışlayan ben oldum. ilkin sadece verimli bir girişim olarak akılla desteklemiştim, sonra bazı şiirlerini sevdim de. orhan genç yaşta öldü. melih ve oktay daha sonraları, daha çok sevdiğim şiirler yazdılar. onların kuşağından sonra tanıyıp sevebildiğim üç şair sayabilirim: metin eloğlu, turgut uyar ve edip cansever. daha yeni kuşağı pek az tanıdığım için tercihlerimi belirtmek istemiyorum. türk romanında güçlü bir kıpırdanma olduğunun farkındayım ama, yeni türk romanım henüz yeterince tanıyabilmiş değilim.

    f.a.: hocam görüşlerinizde ataç’mkilere yaklaşan yanlar var gibi geldi bana. ataç’la ilgili düşüncelerinizi bir konferansınızda belirtmiştiniz, o ilerde yayımlanacak. onun için isterseniz ataçla ilgili anılarınızdan bir ikisini anlatın.

    n.h.: nurullah çok yakın dostumdu biliyorsun. sık sık, en ufak bahaneyle kavgaya varan tartışmalara girerdik. o girerdi daha doğrusu. yine de kopamazdık. ölüm döşeğinde bile nusret, nusret deyip durmuş. çok severdik birbirimizi. hep kavgalı gürültülü pek çok anımız vardır. biri pek hoştur: bir gün tarih kurumu’ndaki odama geldi, konuyu şimdi unuttum, neyse, bir tartışmaya giriştik. o kadar alevlendi, o kadar şiddetlendi ki tartışma, baktım işin sonu kavgaya varacak, kalktım gittim oradan. eve vardığımın üzerinden on dakika geçmiş geçmemişti ki, kapı çalındı. açtım, baktım lütfi ayî buyurun falan , derken, bir de ne göreyim? lütfi ay’ın arkasına nurullah saklanmamış mı? “kavgaya devama geldim, nusret” diye girdi ve gerçekten de devam ettiydi. ikinci bir anıyı da, bak sen de bilmiyorsun galiba. dersten çıkmış, ellerim tebeşir tozu içinde, yorgun argın, aşağı, tarih kurumu’na iniyorum, orada nurullah’a rastladım. “azizim, şanslı adamsın,” dedim. “ne iyi lise öğretmeni olmak. şu halime bak, doçent oldum, başıma dert açtım. çok yoruluyorum.” yüzü allak bullak oldu, döndü arkasını gitti. ne olup bittiğini anlayamadım. ertesi günden başlayarak ulus gazetesindeki yazılarını lise öğretmeni diye imzalamaya başladı. o kırgınlığı da epeyi sürmüştü. alıngan adamdı.

    f.a.: ataç haşin, çetin tabiatlı ama hoş adammış, değil mi, hocam?

    n.h.: çook! çok hoş adamdı. zeki, esprili, cin gibi bir adamdı.

    f.a.: konuşmamızı anılarla sürdürelim ve anılardan müziğe geçelim, biraz da müzik ilginizden söz edelim olur mu?

    n.h.: artık her şey oldu, bu da olsun bari.

    f a .: neriman hanımdan rica etsek de, bana geçenlerde anlattığı bir olay vardı, onu yinelese. siz de oradan çağrışımla müzikle ilginize değgin bir iki anınızı. daha anlatırsınız belki.

    n.h.: neymiş o, neriman?

    neriman hızır: şunu anlatmıştım: mithat paşa caddesi’ndeki amerikan neşriyat bürosu’na plaklar gelmişti. ben de oraya uğradım, plak almak istiyorum. bu dediğim yirmi yıllık olay. benim kulağım var, melodileri biliyorum ama, bildiğim melodilerin opus kaç numaralı, hangi esere ait olduğunu çıkaramıyorum. plak alırken de hangi müziği aldığımı bilmek istiyorum, ne yapayım? açtım telefonu, “nusret, ev kıyafetinle, olduğun gibi atla gel, plaklar var kaçırmayalım,” dedim. biraz sonra geldi. ben plakları gösteriyorum, opus numarasını, kompozitörün adını söylüyorum, nusret de hemen eserin ana temasını ya da belli birkaç mezürünü melodiyle söylüyor, istediklerimi
    ayırıyorum. böyle böyle epeyi plak seçtik. tam işimizi bitirmiştik ki, orada plaklara bakmakta olan bir yarbay, elinde bir plakla çekine çekine nusret’e yaklaştı. “beyefendi, rica etsem bir de şunu söyler misiniz?” demez mi?

    f.a.: söylediniz mi?

    n.h.: söyledim, ona da söyledim.

    f a .: çok hoş bir olay bu gerçekten. nasıl oluyor da bu kadar yapıtı melodisiyle ezberinizde tutuyorsunuz, hep şaşmış imdir.

    n.h.: ben bir müzisyen değil, müzik severim. berlin’deyken müzisyen olmayı denedim ve bu işe başlamakta gecikmiş olduğumu görüp hemen el çektim. ama büyük ve mutsuz bir aşk içimde kalmıştır. hani fransızların dediği gibi, bir “amour malheureux”dür müzik benim için. müzik tarihiyle, kuramıyla meşgul oldum ama müzisyen dediğin adam bir enstrüman çalmalı değil mi, çalamadım, neriman’ın anlattığı olayın gösterdiği gibi çok kuvvetli bir kulağım var. müzik metinlerini armonisiyle birlikte zihnimde tutabiliyorum. belleğimde, birçoklarını unutmuş olduğum halde hâlâ pek çok müzik yapıtı var. müzik öğrenimi yapıp da şef olsaydım, bu çok işime yarardı. şimdi sadece, elime aldığım partişyönları deşifre edebiliyorum. teselliyi de. evime aldığım birkaç yüz plağı zaman zaman dinleyerek bulmaya çalışıyorum.

    f.a.: benim yetişmediğim yıllarda, cumartesileri verilen üniversite konserlerine giriş konuşmaları yaparmışsınız, değil mi? hatta bunların çoğu konser programlarına basılmış da. bir ara aramış, bulamamıştık.

    n.h.: evet bulamıyorum onları. sonra mozart operaları üzerine bir konferans verdiğimi ansıyorum. bazı büyük müzisyenleri, bu arada hermann scherchen’in konferanslarını çevirmiştim. seherchen konuşurken arada, bir müzik parçasını ıslıkla çalarak örnek verirdi. ben de çevirirken sıra o örneğe gelince melodiyi tekrarlardım. önceleri pek şaşırdı. sonra sonra ıslıktan da vazgeçmiş, sözgelimi, «sen burada üçüncü mouvement’ın son üç mezür’ünü söyleyiverirsin,» demeye başlamıştı.

    f.a.: müzikle ilgili olarak, hani mustafa şerifin pek hoşuna giden bir olayınız vardır, o nasıldı anlatır mısınız?

    n.h.: ha.. o şöyledır. dostlar oturuyorlar, radyoda bir beethoven senfonisi çalmıyor. ben odaya biraz geç girdim. spiker fritz busch’un yönettiğini anons etmiş, söylediler. ben “olamaz,” dedim. garip garip baktılar yüzüme. yedi sekiz mezür geçti. “otto klemperer yönetiyor,” dedim. etrafımdakiler alay ettiler benimle, “bırak ukalalığı,” dediler. senfoni bitince spiker, “dinlediğiniz senfoniyi fritz busch’un yönettiğini anons etmiştik. yanlışlıktan ötürü özür dileriz, şef otto klemperer’di,” diye düzeltti. budur doktorun duyduğu olay.

    f.a.: klasik müziğin hangi türiinü daha çok seversiniz? bazı keskin tercihleriniz vardır sizin, onlardan söz eder misiniz biraz?

    n.h.: klasik müziği çok sevdiğim gibi, modernine de eğilimim var. genellikle müzikte her yeni girişimi sempatiyle karşılıyorum. bazen hayal
    kırıklığına uğradığım da oluyor ama, çoğu zaman seviyorum. birçoklan gibi, stravinsky’den, ya da ravel’den ileriye gitmem diye bir şey yok. beethoven’in son quartetlerini sevdiğim gibi. dalla picola’mn,’ pousseur’ün, alban berg’in yapıtlarını da severim. bunun yanı sıra keskin tercihlerim de var, evet. örneğin çaykovski’ye tahammülüm yoktur. aslında güçlü bir müzisyendir ama bunu kötüye kullanmıştır. parlak, göze çarpan yapıtlar yaratmak için müzisyenliğinden feda etmiştir. chopin bence müzik dışı olaylarla ve yaşamıyla ün kazanmıştır.
    herkesin onda gördüğü güzelliği ben göremem. sibelius'u tatsız ve can sıkıcı bulurum. hatta haendel’in bile şişirilmiş, olduğundan fazla büyütülmüş olduğunu düşünüyorum. çok sevdiklerim arasında beethoven’in son quartetlerini, bach’m die kunst der fuge’sini, bach’tan önce bugsdehude’nin yapıtlarını, ingiliz madrigal müzisyenlerini, orlando di lasso gibi rönesans kompozitörlerini, schütz’ü, daha yeni zamanda mozart’ın türlü yapıtlarım ve operalarım ihmal etmek istemem... çok söylenecek söz var, ama bu kadarıyla yetinelim şimdi.

    f.a.: hocam bu çekici konulardan sonra, son olarak daha kuru bir konuya,kıcı bulurum. hatta haendel’in bile şişirilmiş, olduğundan fazla büyütülmüş olduğu meslek yaşamınızla ilgili zamandizinsel saptamalara yer vermek gerekir sanırım. isterseniz ben söyleyeyim, siz yanıldığım noktaları düzeltin. almanya’da fizik matematik öğrenimi yaptınız ve 1934’de istanbul üniversitesi’nde, reichenbach’ın asistanı olarak felsefeye geçtiniz.

    n.h.: almanya'da esas disiplinim fizik-matematik, yardımcı disiplinim felsefeydi. istanbul’da bunu tersine çevirip, ikinci bir lisans daha yaptım.

    f.a.: felsefe asistanlığına geçişiniz nasıl olmuştu?

    n.h.: reichenbach’m derslerini macit gökberk çeviriyordu o sıralar. bir gün hoca yalnız girdi sınıfa, bana işaret etti, dersi ben çevirmeye başladım. macit askere gitmişti. hemen o sıralar bana asistanlık teklif edildi ve üniversiteye böylece girdim.

    f.a.: sonra, 1934-37 arası istanbul üniversitesi’nde asistanlık, 1937-42 arası tarih kurumu nda uzmanlık.

    n.h.: evet, 1942’de dışardan sınav vererek doçent oldum ve dil tarih’e girdim.

    f.a.: ve 1968’e, emekliliğinize kadar orada kaldınız.

    n.h.: 1960-62 arasında 147 olduğumu unutma.

    f a ,: unutmuyorum. bu arada basın yayın yüksek okulu’nda bir yû uygarlık tarihi, iki buçuk yıl odtü mimarlık fakültesi’nde mantık-felsefe, bir yarıyıl hacettepe üniversitesi felsefe bölümünde, bir dönem de paris’de ecole normale superieur’de dersler verdiniz. asıl önemlisi de evdeki sah dersleriniz.

    f.a: kaç yıldır sürüyor bu dersler, beş mi?

    n.h.: alt» yıl bitti. bilgi kuramı, yüksek düzeyde mantık, metodoloji konulan üzerinde duruyoruz. bu dersler çok doyurucu oluyor benim için ve zevkli. arkadaşların çoğu türlü üniversiteleri bitirmiş kişiler. siyaset bilimcileri, ekonomistler, sosyologlar, plancılar, doktorlar. konularımızı birlikte tartışarak, onların ilgilerine göre seçiyoruz.

    f.a.: böylece meslekten felsefeci olmayan, ama felsefe öğrenimi yapmış olanların çoğuna taş çıkartan pek çok arkadaş yetişti bu derslerinizden.

    n.h.: öyle mi?

    f.a.: bence öyle. klasiklerin çevirisinde ne zaman çalışmıştınız, hocam?

    n.h.: 1941-48 yıllan arasında platon komisyonu başkanıydım. sonra öbür üyeler teker teker çekildiler. ben tek kişilik komisyonun üyesi, yazmanı, başkanı olarak tek başıma çalıştım.

    f.a.: damdan düşme bir soru: ikinci kitabınızı çıkaracaksınız, değil mi?

    n.h.: çıkaracağım, çıkaracağım.

    f.a.: yakında?

    n.h.: yakında!

    f.a.: söyleşimizin buraya kadar olanını türk dili dergisine göndereceğim. gerisini, biz bize sürdürelim.

    nusret hızır, geride kalanlar
  • bugün 40. ölüm yıl dönümü olan felsefeci.
  • bilimin ışıgında felsefe - nusret hızır (d.1899-ö.1980)
    almanya'da fizik, matematik ve felsefe öğrenimi gördü.
    ingilizce, almanca, fransızca bilmekteydi.
    füsun akatlı'nın hocasıydı.
  • türkiye'de şimdilik kant ve einstein (görelilik) ilişksini (elbette yapay olarak kurulan ilişkiyi) az da olsa kaleme almış (benim bildiğim) tek kişi.

    buyurun:

    https://www.google.com/…ovvaw2qj7vuuw3jbn928ase1-4f

    ama tahmin edileceği üzere oldukça yetersiz.

    lan bana şu yaştan sonra fizik okutacaksınız çalışsanıza arkadaş şu konuyu allah allah! :((
  • kendisiyle ilgili yarın bir şeyler yazacağım
hesabın var mı? giriş yap