• ölene kadar ekşi sözlükte hakkında entry girilmemiş halbuki şarkıları hergün yüzbinlerce insan tarafından söylenen ve dinlenen sanatçı.yazık oldu.
  • iyi bir müzisyendi. sevenlerine, tanıdıklarına, dinleyenlerine sabır diliyorum.
  • yıllar önce tanıştığımızda rock müziğine oldukça ön yargılı olduğunu görmüştüm... bir kaç sohbetimiz olmuştu... bir gün metin kalaç'la yeni birşeyler yapmakta olduğunu ve dinletmek istediğini söylemişti...

    serüvenciler adlı bir grupta perküsyon çalmaya başlamıştı... grupta zugaşi berepe'den gürsoy tanç, flu'dan uğurcan sezengibi isimler yer alıyordu... rock müziğe artık daha farklı baktığını yeni şeyler üretmek istediğini anlatmıştı...

    daha sonra serüvenciler'in çıkarttığı "veda" adlı bu albümün promosyon çalışmalarını aslı atasoy'la birlikte yürütmüşlerdi...

    çiçekler içinde uyusun
  • katkıda bulunduğu albümleri yazayım buraya, ölümünden önce bu başlığı açmamış olmak da dursun bir köşede anasını satayım.

    grup yorum ile:

    - sıyrılıp gelen
    - haziranda ölmek zor
    - türkülerle
    [cemo'nun çalışmalarına da katılmış ancak albüm çıkmadan gruptan ayrılmıştır.]

    kızılırmak ile:

    - ölüme de tilili
    - geçmişten geleceğe pir sultan abdal*
    - gidenlerin ardından
    - aynı göğün ezgisi
    - güneşin olsun
    - pir sultan'dan nesimi'ye anadolu türküleri
    - çığlık
    - rüzgarla gelen
    - günde dün

    serüvenciler ile:

    - veda
  • serüvenciler'in "veda" adlı albümünü çıkarttığı sırada, aslı atasoy'un yaptığı bir röportaj vardı... tuncay'ın anısına onu da şuraya eklemeli...

    ...................................................................................................

    karmaşa çorbayı yarattı

    serüvenciler yeni bir grup, ilk albümleri "veda"nın da daha dumanı tütüyor ama, grup üyeleri tanıdık: tuncay akdoğan'ı kızılırmak'tan tanıyoruz, uğurcan sezen ve gürsoy tanç'ı zuğaşi berepe'den. vokalde serdar şengül var, darbukada remzi çoban. yine de en meşhurları, kürt müziğinin önemli sesi fırat başkale. arabeskten rock'a uzanan geniş bir alanda maharetle icrayı sanat eyleyen serüvenciler'e bakınca aklımız nuh'un gemisine gitti, öyle başladık...

    ilk olarak gruba bakınca nuh'un gemisi geliyor akla...

    tuncay akdoğan: gerçekten nuh'un gemisi gibiyiz. eleman olarak birçok tarzdan müzisyen var aramızda. yıllardır hep sentez yapmaya çalışıyoruz. özgün müzik dedikleri, bana göre kimliği olmayan bir müzik ortaya çıktı. şimdi bunu aldık ve kimlikli hale getirmeye çalıştık. ilk albümümüzde çok fazla sindirdik mi bunu? emin değilim, biraz karışık bir albüm oldu ama başlangıç olarak iyi. solistlerimizden birisi konservatuarın sanat müziği bölümünden mezun. diğeri kürt müziğinin bana göre iyi seslerinden birisi, fırat başkale. uğurcan ile gürsoy lazca rock yapan zuğaşi berepe'den geliyorlar. rock, hiphop, tekno... her şey var. benim nereden geldiğim belli değil. daha doğrusu karmaşık.

    peki bu kadar insan nasıl bir araya geldi?

    tuncay: "rock gazel" adında bir parçam vardı. bu parçanın demosunu kaydetmek için sony, fırat ve beni stüdyoya sokmuştu. o parça için stüdyoda fırat'la epey boğuşmuştuk. ikili bir tasanmız vardı. sonra kaldı o iş. o zamanlar serüvenciler fikri vardı aklımda. altyapılar için kafamda bu işi en iyi yapacaklarını düşündüklerim zuğaşi berepe'ydi. onların dağılmasını bekledim. (gülüyor) onlar dağılınca atmaca gibi atladım üstlerine. gürsoy ve uğurcan katıldı aramıza. dört yıllık bir geçmişi var grubun. bu süreçte pek çok arkadaş girdi çıktı gruba. bir dönem arapça söyleyen bir solistimiz vardı. bu beni heyecanlandırıyordu tabii. ama o da evlenip gitti. daha sonra albümün kayıtları başladı. bir de demirci ustamız var: o da darbuka, perküsyon çalıyor. beyoğlu'nda bildiğiniz tüm barların demirlerini yapan adamdır. mısır'da darbuka öğrenmiş bir adam. şimdi duyduk ki bir de bateri çalıyormuş. barlarda kendi kendini geliştiriyormuş. işte böyle garip bir grup olduk...

    "rock gazel" neden albümde yok?

    tuncay: çünkü fırat sözlerini ezberleyemedi. (gülüyor) uzun geldi sözler. kağıttan bakıp okumaya kalkınca parça 12-13 dakika sürdü.

    yıllardır pek çok sol müzik grubunda çalışıyordunuz. serüvenciler fikri nasıl ortaya çıktı?

    tuncay: grup yorum, kızılırmak gibi gruplarda çaldım. onlarla hoş şeyler yapmama rağmen asıl istediğim müzik o değildi. biraz rock olsun, biraz orient olsun istiyordum. arabeske bulaşmak istiyordum. dört sene boyunca bilgisayarlarda demolar yaptım. tek başıma altyapılarını yapıp parçaları okumuştum. ama bir grup kurmak istiyordum. dışarıdan adamları getirip, paralarını verip bir albüm kaydetmek istemiyordum. tabii grubu kurarken zorlu bir süreç yaşadık. parasızlık çektik, sekiz-dokuz kişiyi bir arada tutmak zor oldu. kimisi gitti. şu anda kalanlar dört yıllık süreçten süzülmüş olanlar. altyapılar dört yıl sürdü ama stüdyoya girdiğimizde benden çıktı olay. sonunda ummadığım bir müzikle karşılaştım. beni aştı açıkçası. "sokak çocukları" şarkısını kaydederken "darbuka çalalım, şurayı şöyle yapalım" diyordum. onlar da "sakin ol" diyorlardı. sonunda çaldırdım darbukayı, ama şimdi ara bul albümde darbukayı. başka bir sound oldu. provalar sırasında albümün son parçası "wıy laho" ortaya çıktı, parçayı dinler dinlemez "orient-rock'tan vazgeçiyorum, benim istediğim müzik bu işte!" dedim. ama böyle bir sound çıkarmamız için birkaç albüm daha yapmamız gerekir.

    orient-rock sizin için ne ifade ediyor?

    tuncay: o bana özel bir şey. ben adana'da büyüdüm. arabım. arap müziği dinleyerek büyüdüm. daha sonra istanbul'a geldim. devrimci oldum. cezaevine girdim, çıktım. grup yorum'dayken ruhi su geleneğini seçtik. batı'ya bakalım dedik, inti-illimani'leri gördük. derken marşlara yöneldik. çok tatmin edici bir müzik değildi. kızılırmak'a geçtim. türkülerin daha çağdaş yorumlanması derken o da tıkandı bir yerde. kafamda kendi bölgemdeki müziği yapmak yatıyordu. devrimcilerin karşı çıktığı arabesk müziğini yapmak istiyordum. halkın yarattığı bir müzik olduğu için çok saygı duyuyordum ona. ama çalıştığım gruplarda darbuka veya keman kullandırmak istediğim zaman hep arabesk denildiğini gördüm. türkiye'de yapılan rock da ilgimi çekiyordu. zugaşi berepe'yle flörtüm kızılırmak'tayken başlamıştı. 80'li yıllarda rockgruplarına konserler düzenlerdim. o yıllarda hep "türkiye'de kimse rock dinlemiyor" derlerdi. ama onlardan on yıl evvel cem karaca tüm türkiye'ye rock dinletmişti. demek ki sizin diliniz yabancı. yavaş yavaş bu ülkede rock dinler olduk. ne yazık ki özlem tekinler, haluk leventler önünü açtılar. bütün bunlar yüzünden içimde kalan arap müziğiyle rock müziği arasında gidip geldim. kızılırmak'tayken rock yapmayı denemiştim birkaç parçada, ama ne solist, ne de müzik buna elverişliydi. ne yapsak olmadı. zugaşi berepe'ye girmek istesem, grupta yerim yoktu. hangi enstrümanı çalacaktım?

    peki sizler için bu müzik ne ifade ediyor?

    gürsoy tanç: zuğaşi, uğurcan ve benim için bir okuldu. orada çok şey öğrendik. kafalarımız çok açıldı. bundan üç yıl önce tuncay böyle bir teklifle geldiğinde bir prova yapmıştık. güzel geçmişti prova. ama daha sonra bir süre görüşmedik. tuncay tekrar teklifle geldiğinde bizim de dağılma sürecimize denk gelmişti. bir şeyler yapmak istiyorduk. tuncay'ın albümde olmasını istediği besteleri vardı. onlar üstüne çalışmaya başladık. tabii çok kavga etmeye başladık. gerçi hâlâ ediyoruz. (gülüyor) provalar zuğaşi'ye bir darbuka katılmış gibi geçiyordu. fırat kürt kimliğini, tuncay arap kimliğini yansıtıyordu. ilk günlerde kazım lazca söylüyordu. dolayısıyla orient-rock'u aşan bir durum ortaya çıkmıştı. şekillenmemiz böyle oldu. albümde tuncay, fırat ve benim bestelerimiz yer aldı. renkli bir müzik ortaya çıktı. "süper bir şey yaptık, off" filan demek istemiyorum. bu anlamda rahat değilim. çünkü sonuna kadar tatmin olmadım diyebilirim. ama emin olun ki bu albümün çıkması çok zor oldu.

    tuncay: zorluğun en büyük nedenlerinden birisini ben söyleyeyim: arap ve rock sentezindeki en büyük zorluğu mikste yaşadık. kayıtları ve miksi yapan zuğaşi'nin eski basçısı metin kalaç'ı epey yorduk. çaldırmışız tüm holloları, darbukaları, gitarları... perküsyonları gömdüğün zaman rock oluyor, darbukaları çıkardığın zaman orient oluyor. ben solistlerin seslerinin gömülmesini istemiyordum, onlar istiyordu. 140 saat kayıt yaptık ama 183 saat miks sürdü.

    tuncay: perküsyonlarımız yetmedi, laço tayfa'dan mehmet akatay'ı çağırdık. kemanları saim perker'lerin batı grubu yerine alaturkacılardan oluşan a takımı'na çaldırdık. her şey mikste ortaya çıktı. tabii serdar'ı unutmamalıyım: o da sesiyle grubun ilginç bir yanıydı.

    siz nasıl katıldınız gruba?

    serdar şengül: bir barda sevilen şarkıları çalan bir rock grubunda çalışıyordum. tuncay'la orada tanıştık. bana grupta çalışma teklifi getirdi. tabii ben hemen irkildim. on senedir müzikle uğraşıyordum, klasik türk müziği eğitimi alıyordum. ama profesyonel bir gruba dahil olmak istiyordum. gürsoy'u daha önceden tanıyordum. ben de katıldım gruba.

    gürsoy: biz kayıt yaparken bazen bakıyordum, tuncay'la serdar kafa kafaya vermişler. serdar'da türk müziği gırtlağı var, ama tuncay daha "macun"lu okumasını istiyordu. "daha halk, daha halk, daha halk..." diye diye kafasına girdi.

    serdar: aslında ben arabesk dinleyerek büyüdüm. halk müziği ve sanat müziğini de fazla dinlemedim.

    tuncay: ne arabeski allahsız! cengiz kurtoğlu'na arabesk mi diyorsun? (kahkahalar) serdar'ın cengiz kurtoğlu havasını yıkmak için çıldırdım.

    serdar: sesim benziyor, ne yapayım?

    gürsoy: bir ara da faruk tınaz gibi okumaya kalktı... (kahkahalar)

    beyoğlu'yla çok ilişkisi olan bir albüm "veda". "sokak çocukları" bu şarkılardan birisi. beyoğlu size ne ifade ediyor?

    tuncay: o çocuklarla çok yaşadım ben. dört sene evvel her şeyimi, evimi, ailemi, grubumu, çevremi sıfırlayıp geldim. sıfırı görmek için geldim. o dönem benim en dibi görmek istediğim bir dönemdi. o çocuklarla kalmak, yaşamak istedim. sadece bir fantezi değildi. beyoğlu işte ya... sabah güneş vurmaya başlıyor. kışın bir yerden güneş gelmeye başlıyor. mazgalların üstünde yatıyor çocuklar, ısınmak için. insanlar gelip geçiyor. acele acele işlerine yetişmeye çalışıyorlar. akşamları gezmeye çıkıyor insanlar. beni görüp "hadi gel, seni kurtaralım" diyorlar. "ben sizi kurtarmak için yola çıktım, deli misiniz, siz beni nasıl kurtaracaksınız?" şeklinde bir duygusallıktı benimkisi. onun müziğini bir türlü yapamıyordum. gürsoy geldi, pat diye koydu ortaya parçayı. gerçi boğuştuk biraz, "benim bestemi değiştiremezsin" filan dedim ama, sonunda onun dediği ortaya çıktı. eline sağlık, çok güzel oldu. ama şunu farkettim: içinde yaşamana rağmen dışarıdan bakıyorsun. hâlâ söylüyorum, o çocuklar hiçbirimizin umurunda değil. vicdansısız belki... sinema çıkışında yanımıza yapışan çocuklar, "abi bir şarap parası ver" diyen çocuklar onlar... biraz da mecbur kaldık. herkes koşturuyor, herkesin bir hayat mücadelesi var. devrim yapmak için yola çıkmışız ya, kenara çekilemiyoruz. sonuna kadar gitme inadımız var. bütün bu karmaşa böyle bir çorbayı yarattı. aslında "sokak çocukları"nı kullanmak istemiyordum. içimde kalsın diyordum. onları kullanacaksın, şarkı yapacaksın ve kaset satacaksın. ama zaten yapılan her beste çocuğunu satmak gibi bir şey.

    sizi sokaklardan kurtarmak isteyen insanlar bu albüme nasıl tepki verdiler?

    tuncay: bana tepki vermediler. çünkü aşağı yukarı on yıldır bu kavgayı yapıyorum ben onlarla. diyorum ki, ilk iki parçayı albümden çıkarırsan, arabesk diyebileceğim parça yok. insanlar ilk iki parçadan dolayı albüme "arabesk olmuş bu" diyorlar. belki deneme olsun diye yaptık. gerçi bana kalsa albümün tamamını böyle yapardım ama, biz birlikteyiz, böyle de çok güzel oldu. artık o eleştiriler çok önemli değil.
    serdar: barlardan tanıdığımız, çevremizde gördüğümüz insanlardan albümden bir şey anlamayanlar oldu. ilk dinleyişte burun çevirdiler. ama bir vücut salonuna gitsen, hemen "ben bir ayda üçgen vücut istiyorum" diyemezsin ki. en az altı ay geçmesi gerekir. bizim albümü de öyle nitelendiriyorum. hazmı kesinlikle kolay değil. biraz çaba istiyor. birbirini izleyen her parça diğerinden çok farklı çünkü.

    gürsoy: albümle ilgili bana gelen her eleştiride bir eklektisizmden bahsediliyor. ben bunu çok haklı ve normal buluyorum. bu insanlardan çıkan bir ürünün içerisinde eklektik bir durum olabileceğini ben de görebiliyorum. tartışmasını da çok yaptık. hayatlanmızda da yapıştırma çok şey var. üstümüz rengarenk elişi kağıtlarıyla dolu. dolayısıyla bu albüm de öyle bir şey. bu insanlar bir araya geldi ve kim cebinde ne varsa bunu ortaya koydu. her türlü eleştiriye açık bir albüm, ama bunu abartmanın da, yermenin de çok sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. ben gözümü kapatıp albümü dinlerken, stüdyodaki hallerimizi, stüdyo öncesi yaşadıklarımızı, bu insanların daha önceki hayatlarını düşünüyorum. garip aslında... bu röportaj sırasında bu kadar çok şey söyleyeceğimi zannetmiyordum. (gülüyor) bunları daha önce düşünmemiştim çünkü. şimdi ben de şaşırdım.

    asıl fırat başkale şimdi neler düşünüyor? herkes sizi kürt müziğinin bir sesi olarak görüyor...

    fırat başkale: bugüne kadar sekiz albüm yaptım. ikisi türkçe, gerisi kürtçeydi. ben kürt müziği yaptığımı söylemiyorum. böyle bir iddiam da yok. sadece politik bir süreç yaşadım. bu ülkede kürt müziğinin varolması gerektiğini ve birilerinin buna öncülük yapması gerektiğini düşünüyordum. ben kürtçeyi yirmi yaşıma kadar doğru dürüst bilmiyordum, hâlâ çok iyi bildiğimi söyleyemem. hakkari, van yöresel kürtçesini konuşuyorum sadece. bugüne kadar yaptıklarımın tipik türk halk müziği kasetlerinden hiçbir farkı yoktu. sadece dili değişikti. "kürtçe sözlü türk halk müziği" gibi bir şey oluyor yani. (gülüyor) kürt müziğinin kendine göre orijinal bir sound'u var, mistik yanı var, bunlara hiç dikkat etmedik. kürt müziğini anlatabilmek benim haddim ve harcım değil. bunu kim yapabilir? şivan perwer yapabilir mesela. inanılmaz bir gırtlak yapısına sahip, kürtçeyi çok iyi bilen birisidir şivan. o anlatabilir. biz kürtçe müzik yapıyoruz, ama konuşurken türkçe düşünüyoruz. müziği yaparken bile türkçe düşünüyoruz. şimdi herkes şaşırıyor, "fırat'ın serüvenciler'de ne işi var?" diyorlar. "devrimci müzik" yapan bizler hep avrupa'da birbirimizi tanırız. tuncay'ı kızılırmak'la katıldığı bir avrupa konserinde tanımıştım. "iyi, efendi bir adam" der geçerdim. geze geze, göre göre tanırsın insanları. derler ya, gez konya'yı gör dünyayı... konya'ya da hiç gitmedim ha... (gülüyor) tuncay bir gün bana "rock gazel" teklifiyle geldiğinde "iyi birine benziyorsun, okuyayım bari" demiştim. ilişkimiz böyle başladı. bu işin en büyük yanı duygusallık. ne kadar sanat yapılmış, ne kadar etnik malzeme var içinde, ne kadar rock, ne kadar caz var? bunlar beni ilgilendirmiyor. beni duygular daha çok ilgilendiriyor. sonuçta ben bu adamı sevdim. onda kendimi buldum ve bir gün ona dedim ki, "tek başıma kalsam bile serüvenciler'i devam ettireceğim!" artık tek bağlama alıp tıngır tıngır söylemek istemiyorum. müzik bir ekip işidir, beyin işidir. beyinleri de ben bu grupta görüyorum. sanıyorum bir-iki yıl içinde çok güzel şeyler yapacağız.

    nelere "veda" var bu albümde?

    tuncay: albümün kapağına bakarsan, iki farklı dünya, ton var. albümün kapağındaki dünyada masmavi bir ton var. bunun bizim dünyamızla alakası yok tabii. bizim uzay gemimiz var kapakta, o bizim takamız. bir bulutun üstüne binmiş gidiyoruz. kapağın içindeyse martılar filan var, ama kirlenmiş, pis bir dünya var. o dünyadan yepyeni bir gezegene, masmavi bir dünyaya gidiyoruz. bu bir düş tabii: binlerce yıldır bir sürü insan taşıyor bu düşü. hep bizi çekmiştir o. spartaküs'ten che'ye hep düşlerimizin kahramanları olarak yaşamış insanlar var. biz kahraman olmak istemedik, ama onların yolunu anlatmak istedik. dünyayı pisliğinden arındırabilir miyiz? sanmıyorum, ama nefes alabileceğimiz kadar bir pay bırakalım hiç olmazsa. "veda" parçası benim için her şeyin bittiği bir noktayı anlatıyordu. çok umutsuz bir anımda yazmıştım. o umutsuzluğu kırmak için "serüvenci"yi yazdım.

    ilk iki parçadan dolayı arabesk yaptığınızı söyleyenler oldu, ama albümün tamamında bu hava yok. ileride
    böyle şeyler yapacak mısınız?

    gürsoy: aslında albümün geneline baktığınızda herkesin bir taraflara daha farklı bakmaya başladığını görüyorsunuz. kafalarımız daha da açılıyor. arabesk benim için çok yeni bir şey. fakat kültürel olarak çok yakınımda bir şey. bunlar denemelerdi. ama kafamıza oturmaya başladılar. şimdi ben tuncay'la nasıl müzik yapılabileceğini biliyorum mesela. nasıl müzik yapılamayacağını da öğrendim dolayısıyla. ya da serdar'ın ne tür şeyler söyleyebileceğini daha iyi biliyorum şimdi. böyle devam etmeyebiliriz. daha arabesk ya da daha akustik bir şeyler yapabiliriz.

    tuncay: ritmlere bayağı ağırlık vermek istiyoruz.

    gürsoy: tekno'dan arabesk'e, rock'tan hiphop'a pek çok alana göz kırpıyor müziğimiz. perküsyonlar elektro gitarlarla boğuşuyorlar, bir şeyler oluyor aralarında. kendi kendilerine bir yol buluyorlar sonunda. sonuç olarak bu gruptaki insanların renklerinin korunacağını ve korunması gerektiği taraftarıyım.

    peki sizce müziğinizi kimler dinliyor?

    tuncay: en zor soru bu. plak şirketimize bir klip çekmesi gerektiğini dayattık. ama sekiz parça içinden haftalardır bir şey seçemedik. bir parça seçiyoruz, arabesk bulunuyor, bir parça seçiyoruz, neşeli bulunuyor. her şarkının ayrı bir havası var ve biz hâlâ klip için parça seçemedik. hedef kitleye göre klip çekilir, ama ben hedef kitleyi bilmiyorum ki. yıllardır kızılırmak'ı dinleyen bir kitle var, yıllardır zuğaşi berepe ve fırat başkale'yi dinleyen bir kitle var. üçümüzü ortak dinleyen bir kitle de var. geçmişte aynı gecelerde sahneye çıktığımız da olmuştu. ama o gelenler en çok fırat'tan zevk alıyorlardı. (gülüyor) umarım bu kitleler bizi dinlerler. ama hiç bilmiyorum, emin değilim. bilen varsa söylesin...
  • oy benim bir hiç uğruna (z)amansız ölenim ! ! ! ömrünce kınadığın şey mi gelecekti başına ? "haziranda ölmek zor" bilirim. bilirim de, bir kış ayazına yakıştıramam yanışını; görmek isterim kavruk bir yaz sıcağında hayata bakmak için çırpınan, heyecanlı bir başak tanesi gibi boy atışını...

    zira ölmek dediğin nedir yüreğime varmadan?...yaşamak dediğin nedir; ölümü -daha- (y)aşamadan?...

    hani, yaşarken değil de öldükten sonra asarlar ya insanların fotograflarını duvarlara. sen, rüzgarla gelen bir konuk gibi yüreğime usulca o güzel sesinin sıcaklığıyla varınca, ben de öyle ağlayarak astım gülümseyen suretini gönül odamın duvarına...
  • "bir nehir ki ömrüm..." ü hazırlarken bırakıp giden... albüm seyhan'dan çıktı.
  • yılmaz odabaşı' ndan; kızılırmak' ın tuncay'ı: y(anarak).

    "deformasyon, kir ve karmaşa sürerken, sistemin yarattığı ucube insan, hem nesnesi hem öznesi olduğu kaosta debeleniyor ve ben bu satırları yazarken, değerlerimiz de yine birer birer günlerin eteğinden düşüp yitiyordu; sonra onlar, gittikleri yerlerde daha sonra gelecekleri, bizleri bekliyorlardı... sanırım sartre demişti: "tek gerçek ölüm olunca, ünün, statünün, hiçbir şeyin önemi kalmıyor."

    sonra yitirdiklerimizin oluşturduğu boşluğu da kimseler dolduramıyordu. örneğin, bir başka aziz nesin'i olmuyordu bu ülkenin veya cemal süreya'nın ya da ahmed arif'in şiirimizde bıraktığı boşluğu bir başkası kapatamıyordu. önce serol teber hocanın, ardından da grup kızılırmak'tan tuncay akdoğan'ın hazin ölümüyle sarsıldım bugünler. tuncay'ın yanarak öldüğünü öğrendiğimde, bütün gün iki yeni dize belleğimde dönendi durdu: "siyah bir rutubetti hayat, geçtim/istanbul'un saçlarına kar yağıyordu..."
    80'lerde "grup yorum" üyesi olarak tanımıştım onu. "sıyrılıp gelen", hepimizi heyecanlandıran bir ilk albüm olmuştu o yıllar. grup üyeleri şimdi her biri kendi başına birer imge olan ilkay akkaya, metin kahraman, efkan şeşen, tuncay akdoğan ve kemal sahir gürel'den oluşuyor, sık sık yasaklanıyor, gözaltına alınıyor ve çıkıp coşkuyla, kitlesel katılımlarla gerçekleşen muhteşem konserler düzenliyorlardı.
    grup yorum gibi 80'lerin sonunda kurulan kızılırmak da kuşatmalar ortasında varolabilmeyi başarmış ve müzik sektörünün acımasız tecimsel kurallarına karşı kendi tercihlerini dayatarak ayakta kalabilmenin güçlükleriyle yıllarca boğuşmuşlardı. tuncay akdoğan da son görüşmemizde bu konuda örnekler sıralayarak ne çok şeye kırıldığını, dahası kırıldıklarını anlatıp duruyordu...
    bu ülkenin yasakçı geleneği ve inzibatı, muhalif müzisyenlerini hırpalamaktan, onları bir biçimde engellemekten hiç caymadı. bunu örnekleriyle yazmak, kuşkusuz ayrı bir yazının, hatta bir dosyanın konusudur.

    yaşama da tilili
    tuncay'ın ölüm haberi bir gazetede "ölüme de tilili" başlığıyla yer almıştı. onun ölüm haberini kendi dizemle okuyacağımı hiç düşünemezdim... o gece grup kızılırmak'ın ilk albümüne ad veren "ölüme de tilili" dizeme takıldım. o şarkıdaki dizeleri ve bir diğer albümleri "aynı göğün ezgisi"ni yazdığım yıllar diyarbakır'da 20'li yaşlarımda bir delikanlıydım. sonra doğduğum topraklardan 30 bin ölü geçti; faili meçhuller geçti, hizbullah geçti. ölümün barbar gözlerine çok bakmış; yakınlarını, dostlarını yitirmenin yanı sıra bölgede bir gazeteci olarak da yüzlerce ceset fotoğrafı çekmiş bir şair olarak, "şimdi olsa o dizeleri yazar mıydın?" diye sordum o akşam kendi kendime.
    ve yanıtladım: yazmazdım, evet, yazmaz ve "yaşama da tilili demeyi yeğlerdim", dedim. oysa çok değil, bunca şey olup bitmeden 13 yıl kadar önce, bu dizemi diyarbakır'da bir minibüsün arkasında yazılı gördüğümde, bizi bekleyen onca ölümden habersiz nasıl da sevinmiştim...
    hayat, hiçbir şeyi olduğu yerde bırakmıyor ve "hepimiz on yıl önce düşündüklerinden farklı düşünebilen yalancılarız," demişti bir filozof. insan, toplum ve estetik anlayışlar değişiyor, tabii şiir de, şairler de. binlerce dize yazmış bir şair, bir dizesi hakkında, dönüp yıllardan geriye baktığında farklı düşünebilirdi elbette. tuncay akdoğan'ın yazgısı, bu ülkede birçok sanatçının, yazarın "son"undan farklı olmadı. ahmet kaya da o yaşlarda ayrılmıştı aramızdan. fazıl hüsnü ve ilhan berk gibi birkaç şairin istisnai yaşı bir kenarda tutulursa, erken yitirdiğimiz şairlerimizin, 65 yaşın üzerinde yitirdiklerimizle kıyaslanamayacak kadar fazla olduğu görülebilir.
    bu ülkede sanatla iştigal ederken muhalif olmak, hep linç olmaya aday olmaktı ve fiziki linçten muaf kalabilenleri de psikolojik linçle bu sisteme kurban ettiğimizi düşünüyorum. tuncay akdoğan, son yıllarda dağınık, kırgın yaşıyordu ve bana kalırsa, yaşadığı nice örselenmeyle tutunamadığı o dağınık yaşamının kurbanı oldu. bu yüzden bir müzisyenin evinde yanarak ölmesini, sırf kendi ihmaliyle açıklamamızın eksik bir yaklaşım olacağına inanıyorum.
    tuncay akdoğan'ın yakınlarına, dinleyicilerine ve grup kızılırmak üyelerine başsağlığı diliyoruz. evet, ölüm haberini aldığım gece fısıldıyordu sanki tuncay: "siyah bir rutubetti hayat, geçtim/istanbul'un saçlarına kar yağıyordu/ kar yağıyordu yazgılarımızın titrek yüzüne/çalınmış gülüşlere, kırılan camlara, dökülen kanlara kar..."
  • " sanma ki bir yitiktir hüzünlere sarılmam
    sanma ki gülüm bu hüzün öldüğünde bitecektir
    bir gün mavi bulutlara
    biner sonsuza giderim
    dost sesini bulana dek
    karanlığa gülümserim."
  • "sonra fark ettim ki; su akıyor, rüzgar esiyor, yağmur yağıyor
    her şey yine ve aynı şekilde oluyor
    öyle bir yere geldim ki
    sıcak ve soğuk, aşk ve nefret, savaş ve barış
    üşümek ve sonra ısınmak gibi

    gitsem ayrılık olur kalsam çöl
    gidersem bende hasret olur ve belki beni sevenlerde özler
    derken anladım ki
    özlemden kimse ölmüyor

    ama ben ölüyorum
    nefes alıyorum, önemsiyorum ve gitmek istiyorum
    anladım ki hasret yeni bir aşka kadar sürüyor..

    sevdiklerim ve beni sevenler
    bağışlayın
    su akıyor ve ben gidiyorum
    ..."
hesabın var mı? giriş yap