• derya amca, odtü'deki bir konserinde, bu türküyü on yedi yaşında, odtü'de öğrenciyken bestelediğini söylemişti.

    vay be!!
  • ahhhhhhhhhhhh

    geldiğimizde otlar yemyeşildi
    ve kuzeydeydi güneş
    kömür deposu boşaldı işte
    mamaka (ğa) sonbahar geldi

    *tekrar*

    güneş altında tutsaklar
    geçen sonbahara bakıyorlar
    şirin mi şirin gecekondu evleri
    samsun asfaltında otomobiller
    ne güzeldir yollarda olmak şimdi

    *tekrar*

    ne güzeldir yollarda olmak şimdi............
  • beytepe'de 2002'de yeni türkü'den konserde ilk dinlediğimden beri beni derinden etkileyen bir şarkı. oldukça sarsıcı bir şarkıdır mamak türküsü: samsun yolundaki gecekonduları anlatır. öyle bir bölgedir ki samsun yolu vadisi, üregil, köstence, boğaziçi, saimekadın, hüseyingazi, çobançeşmesi, tepecik, (eski bir köy olan) kayaş gibi mahallelerde gecekondular vardır, hava odun sobalarının dumanı kokar, buralarda ülkücü, islamcı, alevi ve pek az da sosyalist yaşar, bu insanlar siyasi nedenlerle hala birbirlerine kin duyarlar... işte güneş battığı saatlerde bu insanların yüzlerinde umursamazlık ve keder vardır... ama durum yeni türkü'nün romantize ettiği gibi güzel değildir. o "şirin" gecekondu evleri -ki gerçekten de çok güzel gecekondu evleridir bunlar- insanların yarına umutsuzluk içinde baktıkları yerlerdir. bir çoğu ne geçen mevsimleri, ne de güneşin batışının güzelliğini hissedemeyecek durumdadır. tek eğlenceleri -yazın- düğünlerinde halk oyunları oynamaktır...

    sonbahardan çizgiler, insana umut veren bir şarkıdır... gerçekten de büyülü bir yermişçesine algılarsınız samsun yolu vadisini... oraya gitmek, orada olmak, o insanlara destek olmak istersiniz... ama eliniz kolunuz bağlıdır...

    sonbahar'dan çizgiler'i ilk dinlediğimde, daha sonraları tepecik'te, mamak gecekondularında alan araştırması yapacağımı kim bilebilirdi o zaman... şarkı bana alan araştırmamı yaptığım o endişe dolu günleri ve tepecik'teki bir avuç güzel insanı anımsatıyor...
  • 12 eylül döneminde ankara mamak cezaevinde yaşayan insanları anlatan şarkı. kemal burkay'a aittir sözleri.(aynı zamanda "gülümse"nin de yazarıdır)... ağlamadan dinlemeyi hiç başaramadım. nedense bu şarkıyı duyunca çok hüzünleniyorum.
  • yeni türkünün çok güzel şarkısı. ne güzeldir yollarda olmak şimdi...(bkz: smiley)
  • tamamiyle ankaraya ait bir şarkı olmasına rağmen, çoğu kişinin batı karadenizle ilgili bir şarkı sandığı, en güzel yeni türkü bestesi.
  • insanda arkasına bakmadan gitme isteği uyandıran şarkı.

    ''ne güzeldir yollarda olmak şimdi.''
  • geldiğimizde otlar yemyeşildi
    ve kuzeydeydi güneş
    kömür deposu boşaldı işte
    mamak’a sonbahar geldi
    güneş altında tutsaklar
    geçen sonbahara bakıyorlar
    şirin mi şirin gecekondu evleri
    samsun asfaltında otomobiller
    ne güzeldir yollarda olmak şimdi

    -kemal burkay-

    iki odalı gecekondu evinin içinde derin bir sessizlik vardı. aile üyeleri, yeni kurulan sobanın soğuk, küstah bakışları altında az sonra verilecek kararı bekliyor, endişeli gözlerinde parlayan düşmanca bakışlarla birbirlerini süzüyorlardı. akşamdı. elektrikler kesikti. gaz lambasından yayılan soğuk ışık, odayı yeterince aydınlatmıyor, köşeler karanlıkta kalıyordu. birazdan, sonuçları seçilecek kişi için çok ağır olacak bir karar alınacaktı odada. hiç kimse konuşmuyordu o yüzden.

    orta yaşlı bir kadın, başköşede oturmuş, karşısında boy boy dizili duran çocuklarına bakıyor, kararsız gözlerinde okunan belli belirsiz bir tedirginlikle hangi çocuğunu kurban edeceğini düşünüyordu. elindeki tespihin taneleri yer değiştirdikçe birbirlerine çarpıyor, çıkan tok ses odanın sessizliğinde derin yankılar uyandırıyordu. bin yıllık töreye karşı gelmek olmazdı, yazgıdan kaçılmazdı. bu akşam bu masum çocuklardan birisi bu erken yaşında kaderine razı olacaktı.

    ben, lamba ışığının ulaşamadığı bir köşeye oturmuş, korku dolu bakışlarla bir yandan anneme bakıyor, bir yandan da bütün yaz kurulmasını korkuyla beklediğim sobayı süzüyordum.

    alçak soba!

    evin başköşesine yeniden kurulmuş olmanın gururuyla doluydu gövdesi ama ona yetmiyordu bu, karnı açtı koca canavarın. kurulduğundan beri hiç kömür yememişti. artık zamanı gelmişti. soğuk soğuk sırıtıyordu ona bakan hüzünlü gözlere.

    kömür istiyordu. bir kamyon dolusu kömür!

    köşedeki karanlığa doğru geri geri çekildim çaktırmadan. kurban ben olmayacaktım, kararlıydım. bu kez bir hafta önceden başlamıştım çalışmaya. maymun gözünü açmıştı artık. üstelik konumum itibariyle de avantajlı bir durumdaydım şimdi. abilerim anneme daha yakın duruyorlar, karanlıkta kalan beni unutmuşa benziyorlardı.

    ankara mamak’ta bir gecekondu mahallesinde yaşıyorsanız eğer, sobanın kurulması demek kömür deposuna gitmek demekti. kömür deposuna gitmek demek, gecenin bir yarısı sıraya girip saatlerce beklemek demekti. yorucu bekleyişin ardından artık hurdaya dönmüş kamyona yüklenen kömürle -her seferinde artık bu sefer başaramaz dediğim- o yokuşu boncuk boncuk terleyerek çıkmak, el arabasıyla o kara kütleyi saatler süren bir uğraş sonunda kömürlüğe taşımak, şansın varsa günün sonunda bir şişe gazoz içmek demekti. dünyadaki hiçbir gazoz -o yaşta bile- böyle bir çabaya değmezdi; içinde beyaz leblebi olsa bile...

    babam, işi gereği bütün yaz şehir dışında olduğu için bu zahmetli iş genelde anneme kalırdı. onu tek başına sabahın köründe oraya gönderip berbat görünümlü kamyon şoförleriyle muhatap ederek babamı evlat katili yapmamak için de biz çocuklardan bir kurban seçilirdi her yıl, bir emniyet sübabı. kendimle ilgili olaylardaki öznel bakışımla mı ilgili yoksa ailenin en küçüğü olmamın yarattığı bir “her işe yollanma alışkanlığı” mı şimdi tam kestiremiyorum ama sanki her yıl annemle birlikte ben gidiyordum diye hatırlıyorum o zorlu görev için.

    gaz lambasıyla aydınlanan o kasvetli odada beklenen soruyu sordu nihayet annem.

    “kim geliyor benimle?”

    herkes korkuyla birbirinin yüzüne baktı.

    hasan abim, “ben gelemem” dedi, “yarın okul için kayıt yaptırmam gerekiyor.”

    murat abim atıldı hemen, “ben de okullar açılmadan gidip öğretmenle görüşmeliyim.”

    ustaca söylenmiş yalanlar. eğitim hakkı kutsaldı ve hiçbir gerekçeyle kısıtlanamazdı.

    bütün bakışlar bana yöneldi bir anda. sessizlik biraz daha uzarsa ihalenin bana kalacağı ortadaydı. panikle ayağa kalkıp, “benim karnım ağrıyor.” dedim:

    “tuvalete gitmem gerek.”

    koşarak dışarı çıktım ve yirmi metre aşağıdaki tuvalete gittim. bu beladan kurtulmanın bir yolunu bulmalıydım. keşke ağrısaydı karnım gerçekten, iki büklüm olup ayağa kalkamaz hale gelseydim. rahat bir yatak, sımsıcak bir su muhallebisi ve başında sevgiyle bekleyen bir melek... bir çocuk başka ne ister?

    tuvalette yeterince zaman geçirip eve döndüğümde herkesi beni beklerken buldum. düşmanca bakışlarla beni süzüyorlardı abilerim. belli ki bir karar verilmemişti henüz. annem hiç vakit kaybetmeden parmağıyla beni gösterip “sen!” dedi.

    “benimle geliyorsun.”

    hay allah! demek sandığımıın aksine yeterince vakit geçirmemiştim tuvalette. neden bu helâları daha uzağa yapmazlardı sanki!
    karnıma bir ağrı saplandı birden. iki büklüm olup yığıldım yere. ağlamaya başladım. hastayım anne. oğlun ölüyor. gözlerinin önünde eriyip gidiyor zavallı, bak! bu karın ağrısı beni bitirdi anne. sadece sıcak bir yatak ve su muhallebisi istiyorum. yeterince yaşamış on bir yaşındaki bir çocuğun son isteği olarak görün bunu. toplayın bütün arkadaşlarımı başıma. bırakın istedikleri kadar ağlasınlar. benim morale değil sevilmeye ihtiyacım var. erkek kılıklı suratsız hatice dışında bütün mahalle katılabilir cenazeme. beni müselleste alt edip yirmi misketimi kazandığı konusunda daha önce yaptığı açıklamanın çirkin bir iftira olduğunu söyleyip dizlerime kapanırsa o da gelebilir. çelenk de gönderin, israf olur diye çekinmeyin sakın. her gün ölmüyorum ya, bu seferlik de böyle olsun. her hafta ziyaret edin mezarımı. “sensiz bu hayat çekilmiyor, oyunların bile tadı yok.” filan diye ağlayın durun. yaz kış nöbet tutun başımda, metin-ali-feyyaz üçlüsünden haberler getirin. beşiktaş’ın şampiyon olduğu yıllarda bütün takımı toplayıp ziyaretime getirin. başkan bir buket çiçek bıraksın mezarıma. kısa bir konuşma da yapsın.

    “sensiz bir şeyler hep eksik büyük taraftar. şampiyonluğun bile eski tadı kalmadı artık.”

    bütün bunları yapmak çok zor diyorsanız, ambulans çağırın, hastaneye götürün, sağlık bakanlığı’nı harekete geçirin. daha fazla dayanamıyorum. bu ağrı beni gerçekten öldürecek. kıyma küçük oğluna anne. gözlerinin önünde eriyip gitmesine izin verme yetim sayılan yavrunun.

    oyun işe yaramış olmalıydı, annem yanıma gelip şefkatle saçımı okşadı.

    “hay allah! ben de kömür deposuna gitmek istemediğin için numara yaptığını sanıyordum. tüh tüh ne yapsak ki?”
    bir süre kararsızlıkla odanın içinde dolaştıktan sonra hasan abime döndü.

    “yarın serkan’ı hastaneye götüreceksin, murat da benimle birlikte kömür deposuna gelecek. “

    “ama anne okul…”

    eğitim hakkı kısıtlanamazdı ama ertelenebilirdi pekâlâ.

    “okul bir gün daha bekleyebilir.”

    “ben hastaneye filan gidemem.” dedi hasan abim.

    “yarın kayıt için son gün. mutlaka okula gitmem gerekiyor.”

    okuma yazma bilmeyen bir kadını böyle alçakça korkutmak insafsızlıktı ama savaşta her yol mubahtı. üstelik hakkını vermek gerekiyordu, babam şehir dışında olduğu sürece iyi bir yalandı bu. karşısında durmak güçtü.

    hastane iyi bir fikir değildi zaten. gözyaşlarımı silip anneme baktım ve “belki biraz yatarsam düzelirim yarın.” dedim.
    “sen de bir su muhallebisi yaparsın bana. hastaneye gitmeye hiç gerek yok.”

    böyle bir durumda bile boğazını düşünecek kadar alçak bir sürüngendim işte.

    “olmaz. bir haftadır karın ağrısı deyip duruyorsun. belki ciddi bir şeydir.”

    ellerini birbirine vurarak dolanıyordu odanın içinde. kocası şehir dışında olan bir kadının hissettiği sorumluluk duygusuyla kıvranıyordu

    “hay allah, ne yapsak, ne yapsak…”

    yapacak bir şey yoktu işte, niye uğraşıyorduk? karın ağrısıyla yaşamayı öğrenecektim mecburen. madem şartlar bunu gerektiriyordu, uslu bir çocuk olarak sesimi çıkarmayacaktım. n’apalım, muhallebi de olmayıversindi.
    her şey benim planladığım gibi giderken kapı açıldı birden. benden iki yaş büyük fırlama amcaoğlum girdi içeri.
    o içeri girer girmez annemin gözleri parladı.

    “ahmet! gel bakalım buraya.

    “buyur yenge!”

    yarın serkan’ı hastaneye götürür müsün?”

    bütün dişlerini göstererek sırıttı ahmet.

    “tabii götürürüm. dayım dışkapı hastanesi’nde çalışıyor, yarın serkan’la onun yanına gideriz. o gerisini halleder.”

    allah senin belanı versin ahmet! uğursuz baykuş. burnunu sokmasan olmaz aile işlerimize.
    hiç hoşuma gitmemişti bu hastane işi ama kömür deposuna gitmekten daha kötü değildi elbette. doktor, yalan söylediğim için beni cezalandırmazdı sanırım. alt tarafı biraz fırça yer eve dönerdim. bu benim katlanabileceğim bir bedeldi.
    kömür işinden yırtmıştım ya nihayet, gerisi önemli değildi. o gece içim rahatlamış olarak gittiğim yatağımda uzun hayatımın en güzel uykularından birine bıraktım kendimi.

    keyifli geçen bir yazın ardından yaklaşan sonbaharın eğlenceli bir yanı yoktu. anlam veremediğim bir telaş başlardı mahallede. pazardan çuvallarla salatalık ve domatesler alınır, çatıların üzeri patlıcan, biber ve tarhana gibi bir sürü gereksiz saçmalıkla süslenirdi. cehennemin küçük bir maketi kurulurdu sokağa; her köşede, içinde domateslerin günahlarıyla kaynadığı kazanlar kurulur, geniş ağızlı bidonlarda turşular saklanırdı. bulunan her cam kavanoz istinasız konserve kutusu olarak kullanılır, herkesi bir temizlik hastalığı sarardı. binbir zahmetle evlerde boya-badana yapılır, varillerde kaynatılan kireçler özenle soğumaya bırakılır, ardiyelerden taşınan kum ve çimentolar küçük inşaat işleri için karılırdı. âşıkların ne bulduklarını anlamazdım sonbaharda; kömür derdi biter, okul derdi başlardı. “okulu özledin mi?” diye sorarlardı koca koca adamlar. siz çıldırdınız herhalde. aklı başında hiçbir gecekondu çocuğu özlemez okulu. bütün yaz patlak bir topun peşinde koşturmak, bahçelerden kiraz çalmak, geceleri saklanacak yüzlerce olasılık barındıran mahallede saklambaç oynamak dururken okula gidip bizim gerçeklerimizin dışında olan şeyleri öğrenmeye mecbur bırakılmak hiç kimsenin istemeyeceği bir şeydi. “alnımızda bilgilerden bir çelenk” istemiyorduk biz, kulaklarımıza taktığımız kiraz küpeler yetiyordu. “nura doğru can” filan da atmıyorduk. can attığımız tek şey yazlık sinemaya gitmek ve orhan gencebay filmi izlemekti.
    sorduklarında, “çok özledim okulumu derdim.” yine de hiç yüzüm kızarmadan. sanki babamın okuluydu. oysa ne okulu özlüyordum ne de bilgisayar mühendisi olmak istiyordum. ankara mamak’ta bir gecekondu mahallesinde yaşayan bir çocuğun -eğer biraz dürüstlük varsa ruhunda- olmak isteyeceği son şey bilgisayar mühendisliğiydi zaten. japonların uzaydan geldiğinin sanıldığı ve tetrisin henüz bir şehir efsanesi olduğu yıllardan bahsediyorum.

    ertesi sabah uyandığımda annemle murat abim yoktu evde. hala sıra bekliyor olmalıydılar depoda. ne güzel şeydi şu karın ağrısı! hasan abim de okul yalanı konusunda tutarlı görünmek için kaybolmuştu ortadan belli ki. annemin bıraktığı parayı cebime atıp ahmet’lerin bir sokak aşağıdaki evlerine gittim. kapı önünde beni bekliyordu zaten. birlikte istasyona gidip trene bindik.
    karın ağrısı konusunda attığım yalanı onunla paylaşmayı düşündüm bir ara. paramız da vardı zaten, kızılay’da bütün gün sürter akşam eve dönerdik. doktor da önemli bir şeyim olmadığını filan söylemiş olurdu. ama sırrımı ahmet’le paylaşmaya cesaret edemedim. ağzı son derece gevşek, yalaka bir çocuktu. bugün olmasa bile başka bir zaman mutlaka yumurtlardı anneme yalanımı. o yüzden bir şey söylemedim.

    hastane kapısından içeri girmemizle insan selinin içinde kaybolmamız bir oldu. içerisi bir karınca yuvasını andırıyordu adeta. o kadar kalabalıktı ki koridorlar, birilerine çarpmadan yürümek imkânsızdı. her kapıda onlarca metre uzayıp giden sıralar oluşmuş, insanlar, yüzlerinde umutsuz ifadelerle, dertlerini anlatabilecekleri bir doktorun gelmesini bekliyorlardı. büyük bir ihtimalle günlerdir muayene olabilmek için burada bekleyen bir sürü insan vardı. tam bir karmaşa hâkimdi hastaneye; bağıran çağıran hastabakıcılar, hizmetliler, inleyen, şikâyet eden hastalar, hasta yakınları, antik çağlardan kalma masal yaratıkları gibi bir görünüp bir kaybolan doktorlar ve hemşireler, amonyak kokusu, ter kokusu, ayak kokusu... sağlıklı bir insan bile birkaç saat içinde hastalanabilirdi burada.
    uzun ve yorucu bir arayışın ardından ahmet’in dayısını bulduk. elindeki çöp kovasını yere bırakıp yanımıza geldi. kırk yaşlarında, çengel burunlu, geniş alınlı, kel bir adamdı. onu hayatımda ilk kez görüyordum. beni uzun uzun süzdükten sonra hastanede çalışan bir hizmetli için fazla teknik sorular sormaya başladı. eline doktorculuk oynama fırsatı geçtiği için çok mutlu olmuşa benzeyen bir çocuğun heyecanıyla makineli tüfek gibi saydırıyordu soruları: tam olarak neresi ağrıyordu karnımın, ne zamandır ağrıyordu, mide bulantım var mıydı, tuvalete gitmek konusunda sıkıntı yaşıyor muydum, geceleri ateşim çıkıyor muydu, kantinden çikolatalı gofret ister miydim?
    bütün bu sorulara sonuncusu dışında tutarlı cevaplar vermek zordu ama üstesinden gelmeyi başardım.
    oyun faslı bitince beni kalabalık koridorlardan geçirerek gizlice boş bir odaya soktu. bir sırrı fısıldar gibi kulağıma eğilip, “burada bekle.” dedi.

    “dışarı da çıkma sakın. ben birazdan doktorla birlikte döneceğim.”

    korkuyla karışık bir heyecanla beklemeye başladım.

    doktor! nasıl bir şeydi acaba? en az şu anda sırada bekleyen insanlar kadar bilgisizdim bu konuda. dile kolay, tam on bir sağlıklı yıl boyunca ancak bir ya da iki kez gitmiştim hastaneye; bu yüzden muayene olduğum doktorları hayal meyal hatırlıyordum. hastane bana göre bir yer değildi zaten, etraftaki gürültüye bakılırsa eğlenceli bir yer de değildi. şimdiden mahalleyi özlemiştim. şu formaliteyi bir an önce atlatıp evime dönmek istiyordum.

    kapı açıldı, torpilci dayıyla birlikte otuz yaşlarında genç bir kadın doktor girdi içeri. soyunup sedyeye sırt üstü uzanmamı söyledi ilgili bir tavırla. söylediğini yapıp uzandım sedyeye. parmaklarıyla karnımın çeşitli bölgelerine ağır baskılar uyguladı ve her seferinde acıyor mu diye sordu. o kadar sert bastırıyordu ki kim olsa acıyor derdi zaten. uzun uzun muayene etti beni.
    işi bittiğinde endişeli gözlerle dayıya döndü. bir köşeye çekilip bir şeyler fısıldaştılar. doktor, dayıya bir şeyler söyledikçe dayının yüz ifadesi değişiyor, kaşlarını üzüntüyle çatıp acıyan gözlerle bana bakıyordu. endişelenmiyordum ama. hiçbir doktor, olmayan bir karın ağrısından yola çıkıp altı ay ömrüm kaldığını söyleyemezdi bana.

    doktor, konuşmasını bitirdikten sonra aceleyle çıktı odadan. dayı ağır adımlarla yanıma geldi, üzerimi giymeme yardım etti. kurbanlık koyunmuşum gibi bakıyordu bana.

    “neyim varmış?” diye sordum çekinerek.

    “ilaç mı yazdı yoksa?”

    “ne iyimser çocuk” der gibi baktı yüzüme ama soruma cevap vermedi. elimden tutup, “gel hadi, gidiyoruz.” dedi.

    beni, özenle korunması gereken değerli bir eşyaymışım gibi sakınarak kalabalık koridordan geçirdi ve başka bir odaya soktu. kalabalık odadaki hemşireye gizli bir baş hareketiyle yandaki bölmeye geçmesini söyledi. hemşirenin ardından biz de geçtik içeri. bir iki evrak hazırladılar hemşireyle dayı. bir yandan da fısıltıyla konuşuyorlardı. sonra o evrakların üzerine eğilip, savaş öncesi önlerindeki haritayı inceleyen generaller gibi dikkatle gözden geçirdiler.

    o odadan çıkıp başka bir odaya girdik. orada da aynı şeyler oldu. gizemli işaretleşmeler, savaş öncesi haritaları gözden geçirmeler, fısıldaşmalar ve sayıları hızla çoğalan evraklar. ne olup bittiğini anlamıyordum. sıradan bir şurup almak için girişilen bu gizemli serüven çocuk aklımın alamayacağı bir şeydi. hastanede çalışmak zor olmalıydı.
    birkaç odayı daha böyle dolaştıktan ve bir iki tahlil verdikten sonra asansörle ikinci kata çıkardı beni dayı. sağlı sollu dizilmiş yataklı odalarla dolu uzun bir koridorun sonundaki bir odaya götürdü. bir yatağın yanına gelip durduk. yatağın üzerinde çizgili bir pijama takımı vardı. neden gelmiştik acaba buraya?

    “yatağın burası.” dedi.

    “şu pijamaları da giyiver hadi.”

    “ne!”

    “apandisitin patlamak üzereymiş, yarın ameliyat olacaksın. allah’tan ben vardım da işlerini hızlandırdım, yoksa günlerce uğraşmak zorunda kalacaktınız.”

    beynimden vurulmuşa döndüm. bu apandisit de nereden çıkmıştı şimdi? hayır, hayır, doğru soru şuydu: “apandisit de neydi allah aşkına?” kalp, ciğer ya da böbrek bir yere kadar anlayabileceğim şeylerdi. hiç görmemiş olsam bile bir taraflarımda kendi hallerinde çalışıp durduklarını biliyordum. ama apandisit? varlığından bile haberim yoktu bu patlamaya hazır bombanın.

    giderek nefretimi kazanan dayı, tam karşımda -sanki çok matah bir iş başarmış gibi- gururla gülümsüyordu.
    masum bir yalanı bu kadar önemsemenin ne âlemi vardı şimdi? hiç mi işi gücü yoktu bu insanların?

    “ben hastaneye yatamam!” dedim, itiraz kabul etmez bir sesle.

    “annem merak eder, eve gideyim en iyisi. hem karnımın ağrısı da geçti zaten. turp gibi sağlıklıyım.”

    saygın bir doktor edasıyla bir elini önlüğünün cebine sokup parmağını salladı.

    “eve gidemezsin delikanlı. yarın sabah ameliyat olacaksın.”

    göğsünü gururla şişirip ekledi: “ilk sıraya aldırdım seni. hem merak etme, ben ahmet’le konuşurum, o annenlere haber verir.”

    zavallı, kadersiz, yetim serkan!

    cenaze törenim konusunda hayal ettiğim bütün olaylar gerçekleşecekti demek. demek gerçekten ölecektim. ameliyat masasından kalkamayacak, bir daha mahalleme geri dönemeyecek, annemin su muhallebisini yiyemeyecektim.
    bir yandan pijamaları giyiyor, bir yandan ağlıyordum. boncuk boncuk akıyordu gözümden yaşlar.
    niye böyle olmuştu allah’ım? istediğim tek şey sıcak bir yatak ve muhallebiydi oysa.

    “anne neredesin? gel kurtar oğlunu bu karanlıktan.”

    çilekeş annem!

    kömür deposunda sıra bekleyen gariban annem!

    genç yaşında evlat acısı çekecek kadersiz annem!

    muhtemelen gelemeyecekti de yanıma, oğluna ölmeden önce son kez sarılıp koklayamayacaktı.

    yatağa yatmış hüngür hüngür ağlarken onun yanında olmayı hayal ettim. tıpkı eski güzel günlerdeki gibi. onunla depoda sıra beklemek, kamyona doldurulan kömürü meyve suyu içerken keyifle seyretmek, öksüre öksüre ilerleyen yaşlı kamyonun içinde sallana sallana evime doğru gitmek, geçkin yaz güneşiyle ışıldayan yollar, uzayıp giden kavaklar, şirin mi şirin gecekondu evleri, samsun asfaltında otomobiller… allah’ım ne mutluluk!

    işgüzar dayı ortadan kaybolmuştu bir anda, yalnız kalmıştım. nefret ediyordum ondan, bu belayı o sarmıştı çünkü başıma. işleri bu kadar hızlandırıp bir yığın dalavere çevirmese burada olmayacaktım şimdi.

    yanımdaki yatakta yatan benim yaşlarımdaki çocuğun ilgiyle bana bakan gözlerine aldırmadan gürültüyle ağlıyordum. sonra bir hemşire geldi, koluma serum taktı. yatağımın yanına bir “şey” yerleştirip, “çişin gelince buna yaparsın.” dedi.

    “ben gelip alırım daha sonra.”

    hayatımda ilk kez görüyordum o “şeyi.”

    “nedir ki bu?” diye sordum şaşkınlıkla.

    “ördek!” dedi ve gitti.

    bütün bu yaşadıklarımın az sonra bitecek bir rüya olmadığını, duygusuz gerçeğin tam ortasında olduğumu anlamam için bu kalabalık koridorlar yeterli değildi. hayal gücü geniş bir çocuktum ben. çığlıklar, inlemeler, homurdanmalar, bağırıp çağırmalar da… hayatı boyunca doktor olma hayaliyle yaşamış çengel burunlu işgüzar bir hizmetli de inandıramazdı beni yaşadıklarımın bir rüya olmadığına. hatta şu üzerimdeki çizgili pijama ve yanımda bana uzaydan gelmişim gibi bakan çocuk. hayır, hayır, beni tanımıyorlardı onlar, neler yapabileceğim konusunda en küçük bir fikirleri yoktu. bu beyaz çarşaflar, amonyak kokusu, odaları dolaşan güzel kalçalı hemşire... bunlar beni yıldıramazdı. hepsiyle baş edebilirdim bunların.

    ama o ördek!

    o allah’ın belası ördek!

    benim sınırlarımın ötesindeydi o, hayalgücümün kaybolduğu, artık gücümün tükendiği bir yerdeydi. o ördeği görmem yetmişti her şeyin gerçek olduğunu anlamama. oradaydı işte, karşımdaydı ve pis pis sırıtıyordu bana. ben bitmiştim! demek hayatım bir hastane odasında son bulacaktı; çizgili pijamaların içinde ve yanı başımda bir ördek.

    “ahh doktor, öyle yalnızım ki! derdime bir çare!”

    bütün gün ailemden birinin gelmesini bekledim umutla ama hiç kimse gelmedi. iki olasılık vardı: ya kömür işi uzamıştı ya da uğursuz ahmet beni unutup bir yerlerde oyuna dalmıştı. hemşire ara sıra gelip beni kontrol ediyor, serumu ve ördeği değiştiriyor ve her seferinde ağzının kenarıyla, “koca adam olmuşsun, ağlama artık.” deyip gidiyordu.
    hava karardığında ailemle ve hayatımla ilgili bütün umutlarımı yitirmiştim. hastane dedikleri bu iğrenç yerde sıkışıp kalmak, ertesi gün gerçekleşecek infazımı böyle çaresizce beklemek kanıma dokunuyordu. ağlamak, on bir yaşındaki bir çocuk için iyi bir fikirdi ama yeterli değildi.

    bir şeyler yapmalıydım. karşısında bütün bu kuralların, formalitelerin, yığılan evrakların, adını bile ilk kez duyduğum patlamaya hazır organların, işgüzar hizmetlilerin, torpilci doktorların, beyaz yatak örtülerinin, damarlarımda teklifsizce dolaşan serumların anlamını yitireceği; tekne kazıntısı olduğum için beni önemsemeyip bu hastane köşesinde bırakan öz annemin, patlayan apandisitimin acısıyla kıvranan bedenimi attıkları kuyunun içinde hain kahkahaları yankılanan düşman kardeşlerimin, yasımı tutmaktan kör olan gurbetteki zavallı babamın, beni müselleste yenen erkek kılıklı hatice'nin, okul yolunda herkese yaltaklanıp sadece bana havlayan o uyuz köpeğin ve şeytan rıdvan'ın ve kral tanju'nun kötü bir rüya gibi silineceği, artık bana dokunamayacağı, gol atamayacağı, misketlerimi alamayacağı, nedamet getireceği, gözyaşı dökeceği, bağrına basacağı...
    orada, o soğuk ve gri hastane binasındaki büyük odada çizgili pijamalar içinde ve yanı başımdaki ördeğin alaycı bakışları altında yatarken, uzaklarda bir yerlerde yatsı ezanı okuyan bir hocanın hidayetle titreşen sesi pencereden içeri giriverdi bir anda. işte o zaman ağlamak dışında yapabileceğim bir şey daha olduğunu fark ettim birden. bu kadar kolay pes etmek yakışmazdı zaten bana. en azından büyük kozumu oynamalı, son sözümü söylemeliydim.

    madem insanların katı kuralları beni bu hastaneye mahkûm etmişti, o zaman ben de daha geçerli kuralları devreye sokarak kurtulmaya çalışırdım bu beladan. ihtiyacım olan tek şey küçük bir mucizeydi ve onu kimden isteyeceğimi biliyordum.
    bütün gece dua edip hayatım boyunca vermediğim kadar söz verdiğim allah’a. tek istediğim bir anlaşmaydı. şu beladan bir kurtulayım, beş vakit namazı asla ihmal etmeyecektim, üstelik daha önce kaçırdıklarımın da kazalarını kılacaktım. ramazan dışında şevval ayında altı orucu da mutlaka tutacak, teravihlerden kaytarmayacaktım. her perşembe kuran okuyacak, ilk fırsatta arapça kursuna yazılacaktım. sadece bir mucize allah’ım, küçücük bir mucize. sana yürekten bağlı bir kuluna bu kadarını çok görmezsin herhalde.
    o gece o hastane odasında, artık deli olduğumdan kesinlikle emin olan benim yaşlarımdaki o çocuğun tuhaf bakışları altında -çıkar çıkmaz para biriktirip bir yıl içinde hacca gitmek dâhil- vermediğim söz kalmadı allah’a. gözpınarlarım kuruyana, üçüncü serum tükenene, gün ağarana kadar dua ettim. ezbere bildiğim için her fırsatta etrafıma hava atıp durduğum amenerrasulü’yü kim bilir kaçıncı kez okurken sızmışım.

    sabah uyandığımda tepemde bir hemşire dikiliyordu. sevgiyle gülümseyen aydınlık bir yüz ve -elbette o yaşta kıymetini bilmediğim- harika kalçalar.

    “serkan taşyürek!

    “evet?”

    “taburcu oluyorsun.”

    “ne! ne oluyorum? (anlamını bilmediğim bir kelime daha. bir insana bu kadar da yüklenilmez ki!)

    “çıkıyorsun yani. annen ve abin dışarıda seni bekliyor, elbiselerini giy hadi.”

    “ama nasıl olur? ameliyat?”

    “apandisitinde bir sorun yokmuş. az daha gereksiz yere bıçak altına yatacaktın. allah’tan çabuk fark edildi durumun, çünkü ameliyat listesinin en başındasın.”

    mucize! mucize işte! kim aksini iddia edebilirdi ki? bir anlaşma yapmıştım ve karşı taraf anlaşmaya uymuştu, şimdi sıra bendeydi. hacca gitmek konusunda aşırı hevesli davranmıştım ama olsun, sonra düşünürdüm bunları. verilmiş sözleri yerine getirebileceğim uzun bir yaşam vardı önümde.

    mutluluktan titreyen bir sesle. “hasta değilim ben şimdi, öyle mi?” diye sordum hemşireye,

    “hiçbir şeyim yokmuş yani?”

    “hayır, değilsin, karnının ağrımasını istemiyorsan daha sık tuvalete gitmelisin sadece.”

    sevinçle elbiselerimi giyip beni bekleyen ailemin yanına gittim. sımsıkı sarıldım anneme, ağlamaya başladım.

    “ağlama yavrum.” dedi annem.

    “bak çıktın işte, hadi evimize gidelim. kömürümüzü de aldık. hava serin bugün, istersen sobayı da yakarım bir güzel. karnın aç mı?”

    “açlıktan ölüyorum anne. yemek yerine serum denen bir şey verdiler bütün gece. karnım zil çalıyor. üstelik neredeyse hiç uyumadım, bütün gece ağlayıp durdu yanımda yatan sümsük çocuk. ben hiç ağlamadım ama.”

    “aslan oğlum benim, söyle annene ne istiyor canın? eve gider gitmez yapayım.”

    nihayet hedefi on ikiden vurabileceğim bir anı yakalamıştım artık, fırsatı tabii ki kaçırmadım. kaşlarımı küçük emrah gibi çatıp usulca boynumu büktüm. sesime mahsun bir tavır ekleyip söyledim.

    “sadece sıcak bir yatak ve su muhallebisi istiyorum anne. bir de...”

    “evet?”

    “bir yıl içinde mekke’ye gitmem gerekiyor. çok paraya ihtiyacım var. ama ahmet’in dayısı gelmeden bir an önce çıkalım şu hastaneden. bunları evde, yemekte konuşuruz.”
  • şair kemal burkay bu şiirin bestelenmiş tutsaklar bölümünü(yani hepimizin bildiği mamak türküsü) nasıl yazdığını şöyle anlatmaktadır:

    --- spoiler ---

    mamak cezaevindeydim. 1971 yılının son aylarıydı. 12 mart döneminde önce gözaltına alınıp istanbul’a götürüldüm. mahir çayan ve arkadaşları tarafından israil başkonsolosu efraim elrom kaçırılmıştı. bizi, 50 dolayında yazar, bilim adamı ve sendikacıyı rehine olarak gözaltına alıp davutpaşa kışlası’na koydular. aramızda yaşar kemal, samim kocagöz, muzaffer erdost, doğan avcıoğlu, muammer aksoy ve kemal türkler de vardı. cunta bir bildiri yayınlamıştı, eğer elrom’a bir şey olursa hesabını bizden soracaklardı! ama bir ay geçmeden oradaki herkesi bıraktılar. beni önce diyarbakır’a, ardından ankara mamak askeri cezaevi’ne götürdüler. tutuklandım. mamak’ta merkez binanın güneyindeki askeri gazinodan bozma bir binaya koymuşlardı bizi. havalandırma alanının çevresinde duvar yoktu, ama dikenli tel vardı. çevrede genç fidanlardan oluşan ağaçlık bir alan da vardı. ilerde bir gecekondu mahallesi görünüyor ve aradan samsun asfaltı geçiyordu. bana “tutsaklar” şiirini yazdıran bu manzara oldu. orada dört ay kadar kaldım ve başka şiirler de yazdım. daha sonra yeniden götürüldüğüm diyarbakır askeri cezaevi’nde de yazdım. bunlar dönemi, içerdeki adamın duygu ve düşüncelerini yansıtan şiirlerdi. onları herhangi bir aramada ele geçmesinler diye ot minderin içinde saklıyordum.
    --- spoiler ---

    ayrıca: (bkz: mamak turkusu/@dolaysiztumlec)
  • sözlerinde ,ankara'da bulunan samsun asfaltı'ndan bahsediliyo olsa bile ,her dinlediğimde küçüklüğümde kenarında piknik yaptığımız tadı halen damağımda tüm yaşanılası anıları kalbimde olan merzifon ilçesi kenarından geçen samsun asfaltını aklıma geltiren ve bu geçmiş yılların hüznünü uyandırarıp beni ağlamaklı bir hale sokan şarkıdır. neen ve lem ile üyesi olduğumuz fetipaşa bandın değişmez repertuarı ve özellikle solo olarak söylediğim bikaç şarkıdan biri.
hesabın var mı? giriş yap