• dalak
  • refik halit karay bi hikayesinde,gurbete cikinca insanin icine dusen uyusuklukla karisik sikintiya "spleen" diyodu (hem de "ingilizce de bi kelime vardir turkcede tam karsiligi yoktur spleen dir bu" gibisinden bi aciklamasi vardi :) )
  • “sıkıntı” denince, baudelaire'in usuna düşen ilk sözcüktür "spleen". yalnızlık, aşk acısı, geçim zorluğu, yaşamın alçakça maskelediği bin bir yüzlülüğü, vs... bunların hepsini, nedeni apaçık olan sıkıntılar olarak tanımlar baudelaire. yalnızlık; tekil olabilir hoşnut değilseniz kendinizle yüzleşmekten; ya da çoğul, hiç kimse anlamıyordur sizi, işin gerçeği siz de anlamaya çalışmıyorsunuzdur onları. ya aşk acısı? çabuk küllenir, belleğin böylesi acıları onursuz bulmasından mıdır ne. oysa aynı bellek değil midir, sevdiğine kavuşmanın son çaresi olarak köprüye zincirlenmiş yazgısına koşanları unutup giderken, kendine kaset yapılmamasına içerleyip soluğu köprüde alan yarımakıllıları aklından çıkaramayan? sıkılıyorsunuz, çünkü açsınız, yoksulluk içindesiniz (baudilaire'in, parisliler'in sıkıntı kaynaklarını dayandırdığı nedenlerden yalnızca bazıları bunlar). bu sıkıntının da umarı var; açlıktan çocuklarını yiyerek sıyrılan toplumların talihini kaydetmiş tarih. peki ya daha derindekiler, iç sıkıntısı (spleen), bunalım? nereden başlayacaksınız nedenler bulmaya avuntu yolları yaratmak için? anlamaya çalışmak, bulmak... sıkıntı kaynağını kavramaya çalışmak ne derece rahatlatıcı olabilir ki onun organizmasına karışmışken, dilinin gizini çözmeye uğraşırken? kazı yapanlar için buluntular ipuçlarıdır yalnızca, cevap değil! bilme’yeyse ömür yetmez. hangi kenti bulduğunuz gibi bıraktınız ki çıraklarınıza?
  • terslik,huysuzluk;melankoli
  • charles baudelaire 'in guzel bi $iirinin adi
  • spleen

    gök çökünce sıkıntılarla sızlanan
    ruha bir kapak gibi, ağır ve basık,
    dökünce çemberi kuşatan ufuktan,
    gecelerden de acı siyah bir ışık;

    dünya olunca bir rutubetli zindan,
    ümit kanatları ürkek bir yarasa,
    gider duvardan duvara vuraraktan,
    ve başı çarpar çürümüş tavanlara.

    andırınca yağmur tel tel süzülerek
    loş bir cezaevinin çubuklarını,
    ve gerince iğrenç bir sürü örümcek
    beyinlerimizde tozlu ağlarını,

    çalar tehevvürle birden havalanır,
    fırlatırlar göğe korkunç bir uluma;
    bunlar, sanki yurtsuz, başıboş ruhlardır,
    koyulup dururlar inatla feryâda.

    ve ruhumdan geçer upuzun tabutlar,
    sessiz, ağır ağır, ümit ağlamada;
    merhametsiz korku mütehakkim, çakar
    siyah bayrağını eğilen kafama.
  • kendisi her zaman fransa'da olmayan, ancak kuzey yarımküre'de kış iken fransa'ya, monte carlo'daki villasına ya da isviçre'deki chaletsine gittiği zamanlarda incelikleriyle, asil davranışlarıyla biz muhteşem misafirlerini eğlendiren, dinlendiren, güldüren bir vikontes kişidir. ben villalarında ve dünyanın dört bir yanında bulunan çeşitli gayrimenkullerinde bazı bazı ikamet ettiğimden bilirim ki, oryantal sevmez, oryantalistlerden de hazetmez, kıvırmayı da, kıvıranı da sevmez.

    ha, misyoner midir? o ayrı tabii. sapına kadar misyon sahibi ve kendini bilen, edepsizlere edebi inceliğiyle akan, en hasından "bos taurus" olana bile sabırla yaklaşan hümanizma insanı, nesli tükenmiş bir rönesans soylusudur. boş zamanlarında felicia'yla beraber sürrealizmden söz etmekten hoşlanırlar... benimle beraber de kırmızı havyar yemekten ve de "dö baget!" demekten.

    ibrahim erkal'ın halakızıdır ayrıca. böyle bir ateş parçası, böyle bir gönül insanıdır.
  • bu kelimeyi görünce aklıma hep ahmet haşim'in o belde'sindeki melâl kelimesi geliyor ve acaba bu ikisi aynı şey mi diye düşünüyorum ama ne fransızca hocalarım ahmet haşim'i türkçe okuyabildiği ne de edebiyat öğretmenlerim baudelaire'i fransızca okuyabildiği için buna cevap alamıyorum.buna niye bu kadar dertlenmişim ben de bilmiyorum ama merak işte.
  • gönlümüzün çantasına birer hamburger attık kendisiyle. benimki ekstra turşuluydu.
  • bir balığın kesik boynu gibidir.
    (bkz: saatler geyikler)
hesabın var mı? giriş yap