• islâm felsefesinde, varligin görünen yanina, bes duyu ile algilanan yönüne verilen admış( bunuda yeni öğrendim iyimi ilahi ekşi sözlük sen nelere kadirsin)
  • zaman koşar aynalara, yalnız başına akan kızılırmak misali. kopar gelir ruhlar aleminden içine inilmeye korkulan kara bir kuyu. ay on dördünü şavkılar suyun kitabına. suret belirir. yalçın bir derdin duldasında, engin bir yağmur yağar deli deli. gün dönümleri asfaltlara yaralar açar, yılanlar kayar o maskenin teninden.
    eski zaman şamanları göğe yükselen elleriyle örter o sureti. karanlık gecelerde karanlık adamlar tarar yüzlerin dağlı coğrafyasını. hurufiler yüzlerde, terziler bellerde ve aşıklar tenlerde peşine düşer. doğuya giden çıngıraklı bir gece treni içine gizlenir, yaprakları ibadet eden ceviz ağacının ulu gölgesine çöker. ay halesi gibi pi sayısıyla çizilir ikonlarda elleri fırçalanmış ressamlarca. kapadokya'da parçalı, doru bir attır. hector'u sürükler kumlarda.

    sakıncalı düşlerde gözükmez alemlere, bir tanrı bir de sen görürsün kapısı kapalı altyazıları. vesikalık hikayelere kayar bakışları. içinde kaçak yaşanan sürgün ülkesidir. bin bir gündüz öyküleri boşalır gecelerin sürahisine ve silinir suret. fibonacci güzelliğine çağırır fareli köyün kavalcısıyla, levni kan kırmızısı sürer allığına. seyyahlar kader çizgilerinde gezer, meridyenler zamanı genleştirir yıllandıkça.

    gezdirir suretler, suretleri suretler içinde. yaz gelir, kış gider, bahar yapraklanır, güz dökülür. suretler çizilir
    ilmek ilmek, kader kader.
  • “bir ağ sevdiğimiz insanlara yönelik ham algılarımızı perdeler; yani, aziz varlığın çehresinin sunduğu görüntülerin bize ulaşmasına izin vermeden önce onları kasırganın içine alır sonra, öteden beri o insan hakkında sahip olduğunuz fikrin üzerine atar, ona yapıştırır, onunla üst üstte bindirir. bu ağ, ham algılarımıza renklerini veren geçmiş deneyimler, duygulanımlar, vb. den oluşan karmaşık ağ, gerçekliğimizi anlamlı kılan transandantal ufkun oynadığı rolü oynar.”

    immanuel kant

    olaylarda suretler zinciri görülür, sabit bir varlığın üzerindeki perdelerin yerine; dinamik suretler geçidi olur, statik bir suret yerine tek fark bu.

    bu pasajı kantçı arka planını hesaba katarak okumak gerekirse; insanın kendi dışında kalan kişi ve nesnelere yüklediği mananın suretini tersten anlatıldığını anlayabiliriz. asıl manayı gizleyen sahte bir manaya dönüşmüş yalancı bir suret bir bakıma. marcel proust’un tabiriyle, “ insan deyim yerindeyse kendi yokluğunun izleyicisi olur.” bunun temeli de şurada; insanın kendine muhayyile aynasından baktığında da gördüğü bir sureti vardır. insanı böylesine tekinsiz kılan şey de tam da bu değil midir? karakterimizdeki zayıflıkları görmemek için onları güçlü denebilecek sebeplere bağlarız. böylece zayıflıklarımız aslında bir güç suretinde görünür, ki bu aslında hoş bir kandırmacadır çünkü yol almamızı sağlar. örneğin, bir ideolojinin arkasında koşan bazı dava insanları kendilerindeki eksik yönlerden kaynaklanan durumlarını görmek ve gerçekle yüzleşmek yerine bir şekilde içine daldıkları dinamizmi ulvi bir gerçekçeye; erdeme bağlamayı tercih ederler. böylece yol almaları kolaylaşır. hâlbuki içinde özlemini duyduğu bir hâlin yoksunluğundan kaçıyordur ya da kabullenemediği nahoş durumu bir erdeme bağlıyordur. başka sebepler de olabilir elbette...

    kısacası, insan kendine bakarken bile kendini farklı suretlere büründürür, özünü yansıtmayan giysiler giydirmek ister suretine. muhayyile; insanı, kendine baktığında suretin katman larında yolcuğa çıkartırken gerçek olandan yani manadan uzaklaştırır. işte insan ilk başta kendi özünü göremez ise içinde yaşattığı duyguları, düşünceleri de birer suret olur. bu suretlerden yola çıkan biri de kendinden ayrı olan dünyayı bir suret olarak algılamaktan öteye gidemez. kişinin kendi özüne ulaşması için idrakini ve muhakeme gücünü kullanması gerektiği kanatindeyim. bu şekilde ulaşılmış düşünceler, tanınmış duygular yeri geldiğinde tahayyül aracılığıyla yeri geldiğinde tasavvur vesilesiyle manaya işaret eder. ham algılarımızın perdelenip mananın özünden geleni bir ağın pençesine atıp bize suretin sahte bir manaya dönüştüğü ufukları göstermesini istemiyorsak, ilk önce kendi içimizdeki manayı ve özü bilmeliyiz ki bakışlarımız kalp olanı kesecek, asıl olana dokunacak kadar keskin olsun.
  • ah ! ben ne renksiz ve belirsizim.
    ben kendimi olduğum gibi görebilsem...
    sırlarını ortaya koy diyorsun
    (fakat) benim bulunduğum yerde (mekan) yer yok.

    benim ruhum nasıl diner ?
    ben (ancak) böyle bir ruh içerisinde dinmedeyim.
    benim denizim battığı halde hayret,
    içimde ne kadar sonsuz bir deniz var.

    -celaleddin-i rumi hazretleri
  • “suret nedir? bir insan öldüğünde kendisini tanıyanlara bir boşluk, bir uzam bırakır: bu uzamın sınırları vardır ve ardından yas tutulan her kişi için farklıdır. bu sınırları olan uzam kişinin suretidir ve canlı bir portre yapmaya çalışan ressamın aradığı şeydir. bu suret, geride görünmez biçimde bırakılan şeydir.”

    john berger, görünüre dair küçük bir teoriye doğru adımlar, sanatla direniş
  • bir arkadaş ramazan açılımlarını göndermiş bana. herkese faydalı olabilecek marifetler içermesi sebebiyle paylaşıyorum:

    "her sûrette bize görünen hakk'tır diyordunuz ya hep, tam anlayamıyordum bunu. dış yüzden anlamakla yetiniyordum. nefsimin/benliğimin de sadece bir sûret olduğunu anlayınca mânâsını idrak ettim. inşaallah doğru anlamışımdır.

    nefsin şerri ve karanlığının da ne olduğu biraz açıldı. onun şerri ve karanlığı dediğimiz şey, aslında yokluğu imiş. allah'ın isimlerinin, sıfatlarının, zât'ının nûrunu ne kadar yansıtabilirse o ölçüde yokluktan, karanlıktan ve şerden kurtulabiliyormuş.

    nefsimiz başlangıçta dünyaya, maddeye ve sûretlere dönük durumdadır. farkında olsa da olmasa da allah'a duyduğu iştiyak sebebiyle dünyaya ve sûretlere bağlanmaktadır(arayışı nedeniyle... bir nevi aradığını bulmak için her kapıyı çalıyor). aşağıların aşağısına düşmek oluyor bu da. maddeye düşüyor çünkü.

    kademe kademe anlıyor aradığının aslında ne dünyada ne de sûretlerde olmadığını; bunun için feci dayaklar yemesi, sıkıntılar çekmesi, her kapıdan kovulması gerekiyor. ancak o zaman neyi aradığını hatırlar gibi oluyor. yüzünü hakk'a dönmek de kademe kademe gerçekleşiyor, bir anda tamamen dönmesi, istisnaî şahıslar dışında, imkansız. gözün, kulağın, kalbin ve tüm manevî kuvvelerin güçlenmesi gerekiyor. o yüzden bir yol göstericiye ihtiyaç duyuyor, kendi başına bin yıl uğraşsa bunu yapamaz, allah'ın lütfû hâriç.

    sizi ilk okuduğum zamanlar iç sılıntım geçiyordu, sakinleşiyordum. mesnevî'yle birlikte açığa çıkan aşk, cezbe, sükûnet çok güzeldi. 3. okumada hastalıklar açığa çıkmaya başladı, bir yandan da bedenim temizleniyordu. sonrasında nefsin hastalıkları tamamen görünmeye başladı, bir yandan da makamlar, mertebeler aklımı çeliyordu, imreniyordum. ne güzelmiş, ben de o makamlara çıkabilir miyim acaba diye düşünüyordum. kendini hakk'a verirsen, tüm güzellikleri tadarsın, damla denize karışırsa deniz olur deniyor ya... bu mevzuuyu o kadar yanlış anlamışım ki... tamam allah'ım ben damlayım ve denize karışmak istiyorum deyince her şey tamam olacak sanıyordum. bunca zamandır o niyetteyim neden olmuyor, bunun yolu ne ki kesin anlayamadığım bir nokta var diyordum.

    nefs/ben, hakîkatte yokmuş... yok... sadece allah'ın rızasını diliyorum, bunu dilerken de ikileme düşüyorum. bu dünyada veya ahirette kavuştuğum hiçbir şey asıl mânâda bana âit olmayacak, çünkü her şey o'nun. her yerde her mertebede o var sadece. bu bile illüzyon. o'ndan başka bir şey yokmuş ki gerçekte. kendimi boşuna yormuş ve hırpalamışım. damla diye bir şey yokmuş yani, damla ancak yokluğunu anlayınca her yerin sadece o denizden ibaret olduğunu anlıyormuş. olmayan bir şey nasıl anlıyor bilemiyorum. sanki hissizleşmişim ve kandırılmış gibi hissediyorum, her şey kocaman bir yalanmış".
  • suretin modernite ve postmodernite içindeki tanımında ufak değişiklikler oldu sami abi.. artık kullandığın keilemlere dikkat et.. yoksa kelime toksitlenmesinden eşek cennetini boylarsın, pardon!
    baudrillard zatt'ı muhteremi, suretleri çağlara ve otomasyonun gelişimiyle mana değiştirdiğine dikkat çekmiş.ilk düzen, ortaçağ feodalitesi zamanları, burada suret doğayı temsil ediyor ve doğal hakları ve yasaları cismani hale getiriyor.suretler ortaçağda diğer zamanların yanına bile yaklaşamayacağı kadar hayata ve insanlara egemendi.
    modernite öncesi ve sonrasında ise suretler endüstriyel bir noktaya taşındı.üretim mekaniği ile eksiksiz kopyaların imal edilmesi ve montaj sanayi, birden fazla suretin birleşip nasıl yeni ,eksiksiz ve kullanışlı suretler yarattığına bir işaret oldu.suretlerin buradaki formunda altı çizilmesi gereken, hayata dairlik ve kullanşlılık olsa gerek.teknoloji ve yeniden üretim, otomasyona bağlanarak bambaşka maddesel bir gerçekliğin insana ve hayata etkisini gösteriyor.işlerin tıkırında gittiği, kıçı başı bir, modernite işte.eternite ve modülarite, ne etti? modernite, tamam..
    üçüncü düzenin özneleri ve onlardan etkilenen nesneleri yok ,sayılıyor.zira suretler artık hiçbir şeyi etkileyemeyecek kadar taklittir ve bir nesnenin takadi olur mu demeyiz biz burada?"seri halindeki üretim modeller aracılığıyla bir soy yaratır.dijitallik bunun metafizik ilkesidir ve dna'da peygamberi..sonuçta suretlerin başlangıcı bugün en tamamlanmış biçimini genetik kodda bulur*.."
  • bir insan öldüğünde kendisini tanıyanlara bir boşluk, bir uzam bırakır. bu uzamın sınırları vardır ve ardından yas tutulan her kişi için farklıdır. bu sınırları olan uzam kişinin benzeyişidir, suretidir ve canlı bir portre yapmaya çalışan ressamın aradığı
    şeydir. bir suret, geride görünmez biçimde bırakılan şeydir.
    john berger/ görünüre dair küçük bir teoriye doğru adımlar
  • sahibi sevgilidir. ona göre şekillenir, ondan izinsiz müdahale edilmez.
hesabın var mı? giriş yap